|
TALEBE (E)
Tâbiînden, âlim ve velî
Ebû Abdurrahmân Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden ücret
almaz, hediyelerini kabul etmez ve; "Biz Allahü teâlânın kitabını ücretle
satmayız." derdi. Âyet-i kerîmeleri beşer beşer okuturdu ve; "Bizim Kur'ân-ı
kerîm öğrendiğimiz, kırâat dersi aldığımız sahâbîler, okudukları on âyeti
öğrenip bu âyet-i kerîmelerde buyrulan hususlarla amel etmeden başka âyet
okumazlardı. Bizden sonra gelenler, Kur'ân-ı kerîm okuyacaklar onu su gibi
içecekler fakat Kur'ân-ı kerîm boğazlarından aşağıya inmeyecek." buyururdu.
Hiçbir zorluk karşısında
Kur'ân-ı kerîm okumayı ve kırâat derslerini ihmâl etmezdi.
Büyük velîlerden Ebû Ali
Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Hocasına muhâlefet edenin
hâli nicedir?" diye soran birisine; "Her kim hocasına kalbinden muhâlefet etmeye
niyet etse, onunla aynı yolda bulunamaz. Verdiği sözü bozmuş olur. Bunun için
tövbe etmesi vâcib olur. Üstâdına saygısızlık edenler içinse tövbe yoktur."
buyurdu.
Ebû Ali Dekkâk hazretleri
talebelerinin tâkat ve kudretine göre iş verirdi. Bâzılarına ağır, bâzılarına
hafif işler verirdi. "Niye böyle yapıyorsunuz." denildikte; "Bir kimse bakkallık
yapacaksa, ona bir ton sabun lâzım, yok eğer çamaşırlarımızı yıkıyacaksa, bir
kilo sabun yeter." derdi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması
gerektiği gibi, söylediğini kalbinden de reddetmemelidir." Bununla ilgili şu
rüyâsını anlatır: Hocam Ebü'l-Kâsım Gürgânî'ye bir rüyâmı anlattım ve ona;
"Sizin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğinizi gördüm ve niçin böyle yaptığınızı
sordum." dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve; "Eğer içinde
benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda
bana bu şekilde sormazdın." dedi.
İran'da yaşayan büyük
velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine
şöyle nasîhatta bulundular: "Allahü teâlâyı anmak, O'nunla berâber olmak ve O'na
ibâdet etmek husûsunda gayretli olunuz. Eğer bunu kendi kendinize
başaramıyorsanız, O'nunla berâber olmak ve O'na ibâdet etmek husûsunda başarılı
olan kimselerle yâni velîlerle sohbet ediniz, birlikte olunuz. Bunların
sohbetindeki bereket ve feyz, sizi azîz ve celîl olan Allahü teâlâya
yaklaştırır."
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi ve
dâmâdı Ebû Osman Hîrî Nişâbûrî anlatır: Nişâbûr'a ona talebe olmak için
gitmiştim. Henüz çok gençtim. Yanına gittim. Bana; "Sen henüz gençsin, bizimle
oturamazsın." buyurdular ve beni kabûl etmediler. Çıkarken arkamı dönerek
gitmedim. Arka arka giderek çıktım. Kalbim ona çok ısınmıştı. Bir müddet sonra
kapısına tekrar vardım, bekledim. Bir yere gidemiyordum. İçimden; "Şu kapının
önünde bir çukur kazayım, içine gireyim, ondan çık artık emri gelinceye kadar
orada durayım." diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiştim. Sonra sadâkatımı
anladı ve beni yanına çağırdı. Huzûruna aldı. Gönlümü hoş etti ve talebeliğe
kabûl etti."
İslâm âlimlerinden ve büyük
velîlerden Ebû İmrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) sultan olan babasının
yanında yetişip büyüyünce, Allah yolunda bulunmayı, kendisini tasavvufa vermeyi
saltanata tercih etti. Babası ilk zamanlarda onun bu hâlini garip karşıladı.
Daha sonra işinde kendisini serbest bıraktı. Ebû İmrân Mûsâ, talebe olmak üzere,
Şeyh-ül-Magrib olarak tanınan Ebû Midyen et-Tilmsânî hazretlerinin huzûruna
vardı. Ebû Midyen buna; "Kime mensûbsun?" diye sordu. O da; "Sultan Ebû
Abdullah'a." dedi. "Nesebin (soyun) kime kadar ulaşır?" diye sorunca, "Muhammed
bin Hanefiyye bin Ali bin Ebî Tâlib'e." dedi. Ebû Midyen; "Fakîrlerin (tasavvuf
yolunda bulunanların) yolu ile saltanat ve neseb (soy) asâleti bir arada
bulunmaz." dedi. O da; "Ey efendim! Siz şâhid olun ki şu andan îtibâren sizden
başkasına bağlı bulunmayı terkettim. Başka şeylerin hepsinden ayrıldım. Soyumla
anılmayı değil, sizinle anılmayı şeref kabûl ettim." dedi.
Bunun üzerine Ebû Midyen
hazretleri bunu talebeliğe kabûl etti. Gayret ve istîdâdının fazlalığı
sebebiyle, kısa zamanda ilimde ve mânevî hâllerde yükselerek, o büyük zâtın
talebelerinin önde gelenlerinden oldu.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Allahü teâlâ bana; talebelerimin hepsine ve beni sevenlere çok hayırlar
vereceğini vâdetti."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke-i mükerremeden döner
dönmez, hemen hocası Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü.
Ertesi sabah, namaz kılarken hocasını yanında duruyor gördü. Namazdan sonra;
"Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceğinizi biliyordum ve
sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim." dedi. Hocası Cüneyd;
"O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfemizdir. Sen buna
fazlasıyla lâyıksın." buyurdu. Çünkü, sâdık talebe, hocasını yanına çeker.
Nişâbur'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliğinde,
hocası Osman Hîrî hazretleri'nin, Muhammed bin Fadl Belhî'yi medhettiğini
işitmişti. Onu görme arzusuna düştü. Ziyâretine gitti. Fakat zannettiği gibi
bulmadı. Hocasına döndü. Hocası ona; "O zâtı nasıl buldun?" deyince, o;
"Zannettiğim gibi değil." diye cevap verdi. Ebû Osman hazretleri ona; "Evlâdım!
Sen onu küçümsedin. Bir kimse bir kimseyi küçümserse ondan istifâde edemez.
Hemen hürmetle ona dön!" buyurdu. Abdullah Râzî hatâsını anlayıp geri döndü.
Ondan çok istifâdesi oldu.
Meşhûr velîlerden Ebü'l-Abbâs
el-Harrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meşhur talebelerinden
Safiyyüddîn bin Ebi'l-Mansûr şöyle anlatmıştır: "Hocam Mısır'da talebeleri
yetiştirip insanlara rehberlik yaptığında ben Fırat'ın öbür tarafında bir
beldede idim. Babam, Melik Eşref'in vezîri idi. Mısır'a gittik. Bu sırada Melik,
babamı vazîfeli olarak Mekke'ye gönderdi. Ben ise Ebü'l-Abbâs el-Harrâr
hazretlerinin huzûruna gittim. Henüz küçük idim. Yanımda velîlerden
bahsedilince, hocamın sûreti karşımda gözüküyordu. Bir müddet sohbetinde
bulundum. Durumum değişti. Sonra babamın Mekke'den döndüğü haberi geldi. Hocam
ve halk onu karşılamaya çıktılar. Hocam bana babamı karşılamaya çıkmamı
söyleyince; "Babam sizsiniz." dedim. Sonra da karşılamaya çıktım.
Âilemdekiler beni görünce,
tasavvufta ilerlemek için çalışmam sebebiyle değişen hâlime bakıp ağladılar.
Babam da ilk görüşte tanıyamadı. Büyük bir kalabalık onu karşılıyordu. Etrâfında
askerler ve hizmetçiler vardı. Beni tanıyınca, dona kaldı. Hayretinden yüzü
sarardı. Hâlime çok şaşmıştı. Sonra bir yerde konakladı. Bütün âile fertlerim
etrâfında toplanmıştı. Ben bir köşeye çekilip oturmuştum. Hocamdan ayrı kaldığım
için, evinden, yurdundan ayrı bırakılmış bir esir gibi ağlıyordum. Babam bana
hocamı bırakıp yanına dönmemi istedi, dönmediğim takdirde hapsedeceğini söyledi.
Hocam da babamın yanına dönmemi isteyince, çâresiz döndüm. Fakat hocamın
ayrılığı bana çok ağır geldi. Beni neden gönderdi diye epey düşündüm. Sonra
kalbime şöyle doğdu. Hocamın beni denemek için böyle yaptığını anladım. Babamla
birlikte eve gelince, bir odaya kapandım. Hocam beni kabûl edip, çağırıncaya
kadar hiçbir şey yememeye, içmemeye ve uyumamaya yemin ettim. Babam bir ara beni
sormuş. Hâlimi söylemişler. Açlığımın ve susuzluğumun şiddetlendiği bir sırada
babam uykudan uyanmış ve benim için; "Ona söyleyin hocasına gitsin. Hocası ne
diyorsa yapsın." demiş. Durumu bana ilettiler. "Benimle birlikte babam da
gelmezse gitmem." dedim. Babam benimle gelmeyi de kabûl etti. Berâberce evden
çıkıp hocamın bulunduğu mescide gittik. Huzûruna varınca babam hocamın elini
hürmetle öptü. Sonra da beni göstererek; "Efendim bu çocuk sizin evlâdınızdır.
Teslim ediyorum dilediğinizi yapın." dedi. Hocam; "Umarım ki Allahü teâlâ onun
sebebiyle size faydalar nasîb eder." dedi. Sonra babam ayrılıp gitti. Babamı
ayda bir görürdüm. Hocam bana dergâha su taşıma vazîfesi verdi. Her gün bir
ağaca bağlı iki kab dolusu suyu omuzumda ve yalın ayak olarak taşırdım. Bu
hâlimi görenler durumu babama bildirmişler. Babam; "Ben onu Allah için o zâta
bıraktım. Allahü teâlâ onun mükâfâtını verir. Onun sebebiyle biz de nîmete
kavuşuruz." cevâbını vermiş. Daha sonra babam vefât etti.
Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr
hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında Şeyh Ebû Ahmed Endülüsî
hazretlerinin sohbetine gitmiştik. Huzûruna girdiğimizde yanında büyük bir
kalabalık gördük. Sohbetinde halktan başka ileri gelen devlet adamları da
toplanmıştı. Biz de bir cemâat hâlinde kalabalık idik. İçeri girip oturunca,
bize baktı ve; "Küçük çocuk muallime, öğretmene ders almaya gidince yazı
levhasının silinmiş ve temiz olması lâzımdır. Eğer yazı yazılacak levhası,
sayfası temiz olmazsa öğretmen nereye yazsın. Geldiği gibi döner gider." dedi.
Bir müddet sohbete devâm etti ve bize tekrar bakıp; "Kim çeşitli suları içerse
mizacı suların özelliklerine göre değişir. Tek bir suyu içerse mizacı saf ve
duru olur, değişmez." dedi.
Mısır'da yetişen evliyânın
büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü'l-Abbâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hep ibâdetle meşgûl olurdu. Gündüzleri Kur'ân-ı kerîm okur, geceleri
namaz kılardı. Babası doğuda sultan idi. Bir defâsında kendisine talebelerinden
biri; "Ey efendim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri
şeyleri söylüyorsunuz. Hâlbuki peygamberler böyle şeyleri söylemezlerdi. Onlar
kemâlleri ve kuvvetleri ile berâber, ancak kendilerine emredileni söylerlerdi.
Evliyânın nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasıdır. Niçin bu sözleri
söylüyorsunuz?" dedi. Hocası ona dönüp tebessüm ederek; "Ey Genç! Bu benim
irâdemle, isteğimle değildir?" buyurdu.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatıyor: "Küçük bir çocuk idim. Mektebe
yeni başlamıştım. Bir defâsında, bir levhaya bâzı yazılar yazarken, yanıma bir
kimse gelerek; "O beyaz levhayı karalama!" dedi. Ben de; "İş senin zannettiğin
gibi değil. Ben buraya mühim şeyler yazıyorum. Asıl mühim olan, amel
defterlerinin günah lekeleriyle karalanmamasıdır." dedim.
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, bir defâsında Irak'a giderek buradaki âlimlerden Ebü'l-Feth
Vâsıtî'nin sohbetlerinde bulundu. O sıralarda zamânın en büyük velîsini
arıyordu. Bir gün, Ebü'l-Feth Vâsıtî hazretleri ona dönerek; "Sen onu Irak'ta
arıyorsun. Halbuki aradığın kimse, senin memleketindedir. Oraya dön, orada
bulacaksın." buyurunca, geri memleketine döndü.
Büyük velîlerden olan Şerîf
Ebû Muhammed Abdüsselâm İbn-i Meşîş-i Hasenî hazretlerinin, aradığı zât olduğunu
anladı. İbn-i Meşîş hazretleri, Rabat (Ribâte)' deki bir dağda mağarada
yaşamaktaydı. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, onun huzûruna çıkmak için, dağ eteğinde
bulunan çeşmeden gusl abdesti aldı. Kendindeki bütün meziyetleri ve üstünlükleri
unutarak, yâni tam bir boş kalb ve ihtiyaç ile huzûrlarına doğru yürüdü. İbn-i
Meşîş hazretleri de mağaradan çıkmış, aynı şekilde ona doğru yürüyordu.
Karşılaştıklarında hocası selâm verip, Resûlullah efendimize kadar uzanan
nesebini tek tek saydıktan sonra ona: "Yâ Ali, bütün ilim ve amelinizden
soyunarak tam bir ihtiyaç ile buraya çıktınız ve bizdeki dünyâ ve âhiret servet
ve zenginliğini aldınız." buyurdu. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî diyor ki: "Onun bu
hitâbından sonra, bende fevkalâde bir korku hâsıl oldu. Hak teâlâ kalb gözümü
açıncaya kadar mübârek huzûrlarında oturdum. Sohbetlerine devâm ettim." Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî, hocasının yüksek derecesini bildirirken şöyle buyurdu: "Bir gün hocamın
huzûrunda oturuyordum. Kendi kendime; "Acaba hocam İsm-i âzamı biliyor mu?"
dedim. Bu düşünce ile meşgûl iken dış kapıda bulunan oğulları, bana bakıp; "Ey
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, şeref ve îtibâr, İsm-i âzamı bilmekle değil, belki İsm-i
âzama mazhâr olmakladır." dedi.
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretleri talebelerine nasihat ederek buyurdu ki: "Yolumuzun esâsı beş şeydir:
1) Gizli ve âşikâr, her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. 2) Her
hal ve ibâdetinde, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (radıyallahü
anhüm) gösterdiği doğru yola uyup, bid'at ve sapıklıklardan sakınmak. 3)
Bollukta ve darlıkta, insanlardan bir şey beklememek. 4) Aza ve çoğa râzı olmak.
5) Sevinçli veya kederli günlerde cenâb-ı Hakk'a sığınmak."
"Bizim yolumuzda olan
talebe, din kardeşlerini, arkadaşlarını, son derece merhametle gözetmeli, onlara
son derece hürmet etmelidir. İçlerinden birini kendisine sohbet arkadaşı
seçmeli, bu arkadaş, gaflete düştüğünde, seni uyandırmalı, ibâdette tenbelliğe
düştüğünde seni heveslendirmeli, âciz kaldığın yerde sana yardım etmeli ve sen
doğru yoldan kaydıkça seni doğru yola çekmeli. Sana nasihat vermeli, kötü
harekette bulunduğunda veya bir günah işlediğinde sana uymayıp vaz geçirebilecek
vasıflarda olmalıdır. Arkadaşlarına gelebilecek eziyetlere mâni olmalısın. Güzel
ahlâk edinip, şefkat ve merhamet üzere bulunmalısın. Hak teâlâya, itâat ve
ibâdeti, bu yola hizmeti gözetmeli ve buna sımsıkı sarılmalısın. Lüzumsuz
şeylerle gözü meşgûl edip, gönlü dağıtmamalısın. Zîrâ bu, insandaki şehvet
kuvvetini arttırır."
Mısır'ın büyük velîlerinden
Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir el-Bâzinî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
talebelerine sık sık şöyle buyururdu: "Allahü teâlânın rızâsını kazanmak isteyen
bir tâlib için, işlerini sağlam temel üzerine kuracağı dört esas vardır: 1Dili,
tam bir gönül huzûru içinde Allahü teâlâyı zikirle meşgûl etmek, 2Kalbi, dâimâ
Allahü teâlâyı murâkabe hâlinde bulundurmak, 3Nefsin günah olan arzularına
karşı, Allahü teâlânın rızâsını düşünerek muhâlefet etmek, 4Allahü teâlâya tam
kulluk edebilmek için helâl lokma yemek. Helâl lokma ile kalp; saf, berrâk bir
hâle gelir."
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinden, Şeyhülislâm Molla Fenârî icâzet, diploma aldıktan sonra,
Ulu Câmide vâz verirdi. Bir gün vâz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emîr
Sultan hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu
talebe, Şeyhülislâmın vâz vereceğini duyunca, kendi kendine; "Gidip vâzı
dinliyeyim, Şeyhülislâmın hayır duâsını alayım." diye düşünerek Ulu Câmiye
gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemâatin bir kısmı dışarıya kaçtı.
Fakat, dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm,
murâkabeye daldı. Sonra cemâate dönüp; "İçinizde Emîr Sultan'ın hizmeti ile emr
olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek." dedi.
Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp
dergâha gitti. Emîr Sultan'ın huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan
başını kaldırıp, sâdece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp
bayıldı. Ayılınca, Emîr Sultan ona; "Ey oğlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarınız
karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit
çeşit nîmetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona suâl sorması,
ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşekliktir." buyurdu.
Anadolu'da yaşamış büyük
velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliğinde vakit
ilk bahar olduğu için çiçekler yeni açmıştı. Abdest alıp namaz kıldıktan bir
süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; "Biraz menekşe toplayıp,
getirin." buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa dağıldı. Demet demet menekşe
toplayıp, hocalarına getirdiler, Eşrefoğlu ise hocasının huzûruna
elindeki bir menekşe ile vardı. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduğun için
menekşenin yerini bulamadın herhalde." deyince, o; "Sultanım hangi menekşeyi
koparmak istedimse; "Allah rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden
ayırma." diye söyledi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir menekşe
gördüm. Onu koparıp getirdim." dedi. Bu sözleri işiten diğer talebeler onun
üstünlüğünü bir kere daha anlamış oldular ve düşüncelerinden tövbe ettiler. |
|