CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TALEBE (E)

Tâbiînden, âlim ve velî Ebû Abdurrahmân Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden ücret almaz, hediyelerini kabul etmez ve; "Biz Allahü teâlânın kitabını ücretle satmayız." derdi. Âyet-i kerîmeleri beşer beşer okuturdu ve; "Bizim Kur'ân-ı kerîm öğrendiğimiz, kırâat dersi aldığımız sahâbîler, okudukları on âyeti öğrenip bu âyet-i kerîmelerde buyrulan hususlarla amel etmeden başka âyet okumazlardı. Bizden sonra gelenler, Kur'ân-ı kerîm okuyacaklar onu su gibi içecekler fakat Kur'ân-ı kerîm boğazlarından aşağıya inmeyecek." buyururdu.

Hiçbir zorluk karşısında Kur'ân-ı kerîm okumayı ve kırâat derslerini ihmâl etmezdi.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Hocasına muhâlefet edenin hâli nicedir?" diye soran birisine; "Her kim hocasına kalbinden muhâlefet etmeye niyet etse, onunla aynı yolda bulunamaz. Verdiği sözü bozmuş olur. Bunun için tövbe etmesi vâcib olur. Üstâdına saygısızlık edenler içinse tövbe yoktur." buyurdu.

Ebû Ali Dekkâk hazretleri talebelerinin tâkat ve kudretine göre iş verirdi. Bâzılarına ağır, bâzılarına hafif işler verirdi. "Niye böyle yapıyorsunuz." denildikte; "Bir kimse bakkallık yapacaksa, ona bir ton sabun lâzım, yok eğer çamaşırlarımızı yıkıyacaksa, bir kilo sabun yeter." derdi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, söylediğini kalbinden de reddetmemelidir." Bununla ilgili şu rüyâsını anlatır: Hocam Ebü'l-Kâsım Gürgânî'ye bir rüyâmı anlattım ve ona; "Sizin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğinizi gördüm ve niçin böyle yaptığınızı sordum." dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve; "Eğer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda bana bu şekilde sormazdın." dedi.

İran'da yaşayan büyük velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle nasîhatta bulundular: "Allahü teâlâyı anmak, O'nunla berâber olmak ve O'na ibâdet etmek husûsunda gayretli olunuz.  Eğer bunu kendi kendinize başaramıyorsanız, O'nunla berâber olmak ve O'na ibâdet etmek husûsunda başarılı olan kimselerle yâni velîlerle sohbet ediniz, birlikte olunuz. Bunların sohbetindeki bereket ve feyz, sizi azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yaklaştırır."

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi ve dâmâdı Ebû Osman Hîrî Nişâbûrî anlatır: Nişâbûr'a ona talebe olmak için gitmiştim. Henüz çok gençtim. Yanına gittim. Bana; "Sen henüz gençsin, bizimle oturamazsın." buyurdular ve beni kabûl etmediler. Çıkarken arkamı dönerek gitmedim. Arka arka giderek çıktım. Kalbim ona çok ısınmıştı. Bir müddet sonra kapısına tekrar vardım, bekledim. Bir yere gidemiyordum. İçimden; "Şu kapının önünde bir çukur kazayım, içine gireyim, ondan çık artık emri gelinceye kadar orada durayım." diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiştim. Sonra sadâkatımı anladı ve beni yanına çağırdı. Huzûruna aldı. Gönlümü hoş etti ve talebeliğe kabûl etti."

İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Ebû İmrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) sultan olan babasının yanında yetişip büyüyünce, Allah yolunda bulunmayı, kendisini tasavvufa vermeyi saltanata tercih etti. Babası ilk zamanlarda onun bu hâlini garip karşıladı. Daha sonra işinde kendisini serbest bıraktı. Ebû İmrân Mûsâ, talebe olmak üzere, Şeyh-ül-Magrib olarak tanınan Ebû Midyen et-Tilmsânî hazretlerinin huzûruna vardı. Ebû Midyen buna; "Kime mensûbsun?" diye sordu. O da; "Sultan Ebû Abdullah'a." dedi. "Nesebin (soyun) kime kadar ulaşır?" diye sorunca, "Muhammed bin Hanefiyye bin Ali bin Ebî Tâlib'e." dedi. Ebû Midyen; "Fakîrlerin (tasavvuf yolunda bulunanların) yolu ile saltanat ve neseb (soy) asâleti bir arada bulunmaz." dedi. O da; "Ey efendim! Siz şâhid olun ki şu andan îtibâren sizden başkasına bağlı bulunmayı terkettim. Başka şeylerin hepsinden ayrıldım. Soyumla anılmayı değil, sizinle anılmayı şeref kabûl ettim." dedi.

Bunun üzerine Ebû Midyen hazretleri bunu talebeliğe kabûl etti. Gayret ve istîdâdının fazlalığı sebebiyle, kısa zamanda ilimde ve mânevî hâllerde yükselerek, o büyük zâtın talebelerinin önde gelenlerinden oldu.

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ bana; talebelerimin hepsine ve beni sevenlere çok hayırlar vereceğini vâdetti."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke-i mükerremeden döner dönmez, hemen hocası Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü. Ertesi sabah, namaz kılarken hocasını yanında duruyor gördü. Namazdan sonra; "Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceğinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim." dedi. Hocası Cüneyd; "O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfemizdir. Sen buna fazlasıyla lâyıksın." buyurdu. Çünkü, sâdık talebe, hocasını yanına çeker.

Nişâbur'da yetişen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliğinde, hocası Osman Hîrî hazretleri'nin, Muhammed bin Fadl Belhî'yi medhettiğini işitmişti. Onu görme arzusuna düştü. Ziyâretine gitti. Fakat zannettiği gibi bulmadı. Hocasına döndü. Hocası ona; "O zâtı nasıl buldun?" deyince, o; "Zannettiğim gibi değil." diye cevap verdi. Ebû Osman hazretleri ona; "Evlâdım! Sen onu küçümsedin. Bir kimse bir kimseyi küçümserse ondan istifâde edemez. Hemen hürmetle ona dön!" buyurdu. Abdullah Râzî hatâsını anlayıp geri döndü. Ondan çok istifâdesi oldu.

Meşhûr velîlerden Ebü'l-Abbâs el-Harrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meşhur talebelerinden Safiyyüddîn bin Ebi'l-Mansûr şöyle anlatmıştır: "Hocam Mısır'da talebeleri yetiştirip insanlara rehberlik yaptığında ben Fırat'ın öbür tarafında bir beldede idim. Babam, Melik Eşref'in vezîri idi. Mısır'a gittik. Bu sırada Melik, babamı vazîfeli olarak Mekke'ye gönderdi. Ben ise Ebü'l-Abbâs el-Harrâr hazretlerinin huzûruna gittim. Henüz küçük idim. Yanımda velîlerden bahsedilince, hocamın sûreti karşımda gözüküyordu. Bir müddet sohbetinde bulundum. Durumum değişti. Sonra babamın Mekke'den döndüğü haberi geldi. Hocam ve halk onu karşılamaya çıktılar. Hocam bana babamı karşılamaya çıkmamı söyleyince; "Babam sizsiniz." dedim. Sonra da karşılamaya çıktım.

Âilemdekiler beni görünce, tasavvufta ilerlemek için çalışmam sebebiyle değişen hâlime bakıp ağladılar. Babam da ilk görüşte tanıyamadı. Büyük bir kalabalık onu karşılıyordu. Etrâfında askerler ve hizmetçiler vardı. Beni tanıyınca, dona kaldı. Hayretinden yüzü sarardı. Hâlime çok şaşmıştı. Sonra bir yerde konakladı. Bütün âile fertlerim etrâfında toplanmıştı. Ben bir köşeye çekilip oturmuştum. Hocamdan ayrı kaldığım için, evinden, yurdundan ayrı bırakılmış bir esir gibi ağlıyordum. Babam bana hocamı bırakıp yanına dönmemi istedi, dönmediğim takdirde hapsedeceğini söyledi. Hocam da babamın yanına dönmemi isteyince, çâresiz döndüm. Fakat hocamın ayrılığı bana çok ağır geldi. Beni neden gönderdi diye epey düşündüm. Sonra kalbime şöyle doğdu. Hocamın beni denemek için böyle yaptığını anladım. Babamla birlikte eve gelince, bir odaya kapandım. Hocam beni kabûl edip, çağırıncaya kadar hiçbir şey yememeye, içmemeye ve uyumamaya yemin ettim. Babam bir ara beni sormuş. Hâlimi söylemişler. Açlığımın ve susuzluğumun şiddetlendiği bir sırada babam uykudan uyanmış ve benim için; "Ona söyleyin hocasına gitsin. Hocası ne diyorsa yapsın." demiş. Durumu bana ilettiler. "Benimle birlikte babam da gelmezse gitmem." dedim. Babam benimle gelmeyi de kabûl etti. Berâberce evden çıkıp hocamın bulunduğu mescide gittik. Huzûruna varınca babam hocamın elini hürmetle öptü. Sonra da beni göstererek; "Efendim bu çocuk sizin evlâdınızdır. Teslim ediyorum dilediğinizi yapın." dedi. Hocam; "Umarım ki Allahü teâlâ onun sebebiyle size faydalar nasîb eder." dedi. Sonra babam ayrılıp gitti. Babamı ayda bir görürdüm. Hocam bana dergâha su taşıma vazîfesi verdi. Her gün bir ağaca bağlı iki kab dolusu suyu omuzumda ve yalın ayak olarak taşırdım. Bu hâlimi görenler durumu babama bildirmişler. Babam; "Ben onu Allah için o zâta bıraktım. Allahü teâlâ onun mükâfâtını verir. Onun sebebiyle biz de nîmete kavuşuruz." cevâbını vermiş. Daha sonra babam vefât etti.

Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında Şeyh Ebû Ahmed Endülüsî hazretlerinin sohbetine gitmiştik. Huzûruna girdiğimizde yanında büyük bir kalabalık gördük. Sohbetinde halktan başka ileri gelen devlet adamları da toplanmıştı. Biz de bir cemâat hâlinde kalabalık idik. İçeri girip oturunca, bize baktı ve; "Küçük çocuk muallime, öğretmene ders almaya gidince yazı levhasının silinmiş ve temiz olması lâzımdır. Eğer yazı yazılacak levhası, sayfası temiz olmazsa öğretmen nereye yazsın. Geldiği gibi döner gider." dedi. Bir müddet sohbete devâm etti ve bize tekrar bakıp; "Kim çeşitli suları içerse mizacı suların özelliklerine göre değişir. Tek bir suyu içerse mizacı saf ve duru olur, değişmez." dedi.

Mısır'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü'l-Abbâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hep ibâdetle meşgûl olurdu. Gündüzleri Kur'ân-ı kerîm okur, geceleri namaz kılardı. Babası doğuda sultan idi. Bir defâsında kendisine talebelerinden biri; "Ey efendim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri şeyleri söylüyorsunuz. Hâlbuki peygamberler böyle şeyleri söylemezlerdi. Onlar kemâlleri ve kuvvetleri ile berâber, ancak kendilerine emredileni söylerlerdi. Evliyânın nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasıdır. Niçin bu sözleri söylüyorsunuz?" dedi. Hocası ona dönüp tebessüm ederek; "Ey Genç! Bu benim irâdemle, isteğimle değildir?" buyurdu.

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatıyor: "Küçük bir çocuk idim. Mektebe yeni başlamıştım. Bir defâsında, bir levhaya bâzı yazılar yazarken, yanıma bir kimse gelerek; "O beyaz levhayı karalama!" dedi. Ben de; "İş senin zannettiğin gibi değil. Ben buraya mühim şeyler yazıyorum. Asıl mühim olan, amel defterlerinin günah lekeleriyle karalanmamasıdır." dedim.

Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir defâsında Irak'a giderek buradaki âlimlerden Ebü'l-Feth Vâsıtî'nin sohbetlerinde bulundu. O sıralarda zamânın en büyük velîsini arıyordu. Bir gün, Ebü'l-Feth Vâsıtî hazretleri ona dönerek; "Sen onu Irak'ta arıyorsun. Halbuki aradığın kimse, senin memleketindedir. Oraya dön, orada bulacaksın." buyurunca, geri memleketine döndü.

Büyük velîlerden olan Şerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm İbn-i Meşîş-i Hasenî hazretlerinin, aradığı zât olduğunu anladı. İbn-i Meşîş hazretleri, Rabat (Ribâte)' deki bir dağda mağarada yaşamaktaydı. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, onun huzûruna çıkmak için, dağ eteğinde bulunan çeşmeden gusl abdesti aldı. Kendindeki bütün meziyetleri ve üstünlükleri unutarak, yâni tam bir boş kalb ve ihtiyaç ile huzûrlarına doğru yürüdü. İbn-i Meşîş hazretleri de mağaradan çıkmış, aynı şekilde ona doğru yürüyordu. Karşılaştıklarında hocası selâm verip, Resûlullah efendimize kadar uzanan nesebini tek tek saydıktan sonra ona: "Yâ Ali, bütün ilim ve amelinizden soyunarak tam bir ihtiyaç ile buraya çıktınız ve bizdeki dünyâ ve âhiret servet ve zenginliğini aldınız." buyurdu. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî diyor ki: "Onun bu hitâbından sonra, bende fevkalâde bir korku hâsıl oldu. Hak teâlâ kalb gözümü açıncaya kadar mübârek huzûrlarında oturdum. Sohbetlerine devâm ettim." Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, hocasının yüksek derecesini bildirirken şöyle buyurdu: "Bir gün hocamın huzûrunda oturuyordum. Kendi kendime; "Acaba hocam İsm-i âzamı biliyor mu?" dedim. Bu düşünce ile meşgûl iken dış kapıda bulunan oğulları, bana bakıp; "Ey Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, şeref ve îtibâr, İsm-i âzamı bilmekle değil, belki İsm-i âzama mazhâr olmakladır." dedi.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri talebelerine nasihat ederek buyurdu ki: "Yolumuzun esâsı beş şeydir: 1) Gizli ve âşikâr, her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. 2) Her hal ve ibâdetinde, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) gösterdiği doğru yola uyup, bid'at ve sapıklıklardan sakınmak. 3) Bollukta ve darlıkta, insanlardan bir şey beklememek. 4) Aza ve çoğa râzı olmak. 5) Sevinçli veya kederli günlerde cenâb-ı Hakk'a sığınmak."

"Bizim yolumuzda olan talebe, din kardeşlerini, arkadaşlarını, son derece merhametle gözetmeli, onlara son derece hürmet etmelidir. İçlerinden birini kendisine sohbet arkadaşı seçmeli, bu arkadaş, gaflete düştüğünde, seni uyandırmalı, ibâdette tenbelliğe düştüğünde seni heveslendirmeli, âciz kaldığın yerde sana yardım etmeli ve sen doğru yoldan kaydıkça seni doğru yola çekmeli. Sana nasihat vermeli, kötü harekette bulunduğunda veya bir günah işlediğinde sana uymayıp vaz geçirebilecek vasıflarda olmalıdır. Arkadaşlarına gelebilecek eziyetlere mâni olmalısın. Güzel ahlâk edinip, şefkat ve merhamet üzere bulunmalısın. Hak teâlâya, itâat ve ibâdeti, bu yola hizmeti gözetmeli ve buna sımsıkı sarılmalısın. Lüzumsuz şeylerle gözü meşgûl edip, gönlü dağıtmamalısın. Zîrâ bu, insandaki şehvet kuvvetini arttırır."

Mısır'ın büyük velîlerinden Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir el-Bâzinî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sık sık şöyle buyururdu: "Allahü teâlânın rızâsını kazanmak isteyen bir tâlib için, işlerini sağlam temel üzerine kuracağı dört esas vardır: 1Dili, tam bir gönül huzûru içinde Allahü teâlâyı zikirle meşgûl etmek, 2Kalbi, dâimâ Allahü teâlâyı murâkabe hâlinde bulundurmak, 3Nefsin günah olan arzularına karşı, Allahü teâlânın rızâsını düşünerek muhâlefet etmek, 4Allahü teâlâya tam kulluk edebilmek için helâl lokma yemek. Helâl lokma ile kalp; saf, berrâk bir hâle gelir."

Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden, Şeyhülislâm Molla Fenârî icâzet, diploma aldıktan sonra, Ulu Câmide vâz verirdi. Bir gün vâz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emîr Sultan hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyhülislâmın vâz vereceğini duyunca, kendi kendine; "Gidip vâzı dinliyeyim, Şeyhülislâmın hayır duâsını alayım." diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemâatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat, dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm, murâkabeye daldı. Sonra cemâate dönüp; "İçinizde Emîr Sultan'ın hizmeti ile emr olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek." dedi. Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emîr Sultan'ın huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan başını kaldırıp, sâdece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emîr Sultan ona; "Ey oğlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit nîmetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona suâl sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşekliktir." buyurdu.

Anadolu'da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliğinde vakit ilk bahar olduğu için çiçekler yeni açmıştı. Abdest alıp namaz kıldıktan bir süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; "Biraz menekşe toplayıp, getirin." buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa dağıldı. Demet demet menekşe toplayıp, hocalarına getirdiler, Eşrefoğlu ise hocasının huzûruna elindeki bir menekşe ile vardı. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduğun için menekşenin yerini bulamadın herhalde." deyince, o; "Sultanım hangi menekşeyi koparmak istedimse; "Allah rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayırma." diye söyledi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir menekşe gördüm. Onu koparıp getirdim." dedi. Bu sözleri işiten diğer talebeler onun üstünlüğünü bir kere daha anlamış oldular ve düşüncelerinden tövbe ettiler.