|
TALEBE (C
- D)
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden Câkîr el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Irak'ta bulunan
evliyânın büyüklerinden, âriflerin güzîde ve seçkinlerinden, muhakkîk,
araştırıcı âlimlerin önde gelenlerinden idi. Zamânındaki evliyâ içinde bir tâne
olup, onların temel direklerinden biri oldu. Çok yüksek derecelerin,
kerâmetlerin sâhibi idi. Yetiştirdiği talebelerin hepsi, çok kıymetli mübârek
zâtlardır. Kendisine; "Niye herkesi talebeliğe kabûl etmiyorsun?" denilince;
"Bana talebe olmaya gelen herkesin ismini, nasıl olduğunu, Levh-il-mahfûz'da
görmedikçe, hiç kimseyi talebeliğe almadım." buyurdu.
Hindistan'da yetişen
velîlerden Celâl Tehâniserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle
buyururdu: "Âşıklar, keşf ve kerâmet konaklarında durmak istemesinler. Daha
yukarılara çıksınlar. Hiçbir şeye bağlı kalmasınlar. Her şeyden kesilerek ve
uzaklaşarak, can çıkarcasına ilerlesinler. Bu da şöyle olur; ibâdetlere, zühde;
dünyâya düşkün olmamaya ve riyâzete, nefsin isteklerine uymamaya dikkat
etsinler. Bunları vesîle bilsinler. Az yemek yesinler, hattâ can çıkıncaya kadar
uğraşsınlar. Ölmeden evvel ölüp, nefslerini tam ıslâh edip, Hakk'a kavuşsunlar.
Kendini tasavvuf yolunda sananlar ve câhil sûfîler (câhil tarîkatçılar) bu
hususta hatâya düşüyor ve doğru yoldan çıkıyorlar. Bundan Allahü teâlâya
sığınırız. Selef-i sâlihînden (radıyallahü anhüm ecmâîn) rivâyet edildi ki:
"Usûlsüz vüsûl, kavuşma olmaz. Usûl; dînin emirlerine ve tasavvufta bulunduğu
yola uymaktır." Kur'ân-ı kerîm okumak ve din ilimleriyle meşgûl olmak en iyi
iştir."
Celâl Tehâniserî
hazretleri'nin talebelerinden birisi, birkaç sene onun sohbetlerinde bulunmasına
rağmen, onda hiçbir mânevî hâl görülmemişti. Bir gün Celâl Tehâniserî'nin
sohbetinde bulunan bu talebe, kendi kendine; "Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ öyle bir
zât idi ki, nazar ettiği kimse evliyâlık mertebesine kavuşurdu. Bugün böyle bir
zât yok." diye aklından geçirdi. Celâl Tehâniserî onun bu düşüncesine, Allahü
teâlânın izni ile vâkıf oldu. Onun bulunduğu tarafa bakarak; "Bugün de öyleleri
vardır." buyurup, bir kere ona baktılar. Talebe o anda evliyâlık mertebesine
kavuştu ve kendinden geçti. Evliyâlıkta en yüksek dereceye kavuşan talebe, kısa
bir süre sonra vefât etti. Bunun üzerine Celâl Tehâniserî; "Herkesin bu işi
kaldıracak gücü yoktur." buyurdular.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) başkalarından bir
şey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen,
bizim talebemiz değildir. Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan
uzak dururuz. Biz, talebelerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı,
herkese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye
ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.
Mevlânâ hazretleri her
halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta
kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine; "Ey bizi sevenler!
Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ
etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan
çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil
olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve
helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep
helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine
uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi
öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara,
kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe
riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi
göremeyeceklerdir." buyurdular.
Mevlânâ hazretleri
vefâtından az önce talebelerini topladı. Şefkatle onlara baktı ve; "Vefâtımdan
sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde olursanız
olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın. Allahü teâlânın izniyle size kendimi
gösterir, maddî ve mânevî yardımlarda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü
teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzı
tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve
âşikâr Allahü teâlâdan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az
konuşunuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti
terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla oturup kalkmayınız.
Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâber olunuz. Ya hayır
konuşunuz veya susunuz. İnsanların sıkıntılarına sabrediniz. Biliniz ki,
insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.
Kabrimin üzerine yapacağınız
türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler
doğru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler. Beni vesîle
ederek Allahü teâlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması
için ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının netîcesi, Allahü teâlânın
izniyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar." buyurdu.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Celâleddîn Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine
vasıyyetinde; "Benim size nasîhatim, Allahü teâlâdan korkarak, O'nun emir ve
yasaklarına riâyet etmenizdir." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin huzûruna zengin
bir kimse gelip tövbe etti ve talebeliğe kabûlünü istedi. Malını da fakirlere
dağıttı. Bin altını kaldı. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu bin altını da Dicle nehrine
at." buyurdu. O kimse, Dicle kenarına gidip altınları birer birer nehre attı.
Geri döndüğünde Cüneyd-i Bağdâdî kendisine heybetle bakıp; "Niçin hepsini birden
atmadın da birer birer sayarak attın? Demek hâlâ, gönlünde onlara muhabbet var."
buyurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabûl etmedi. Sonunda o kimse buna da
tövbe edip, nihâyet talebeliğe kabûl edildi.
Konya'da yetişen evliyânın
büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed
Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun
halîfesi ve vekîlidir. İsmi, Hasan bin Muhammed’dir. Nesebi, Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ
hazretlerine dayanır.
Mevlânâ'nın, Çelebi
Hüsâmeddîn'e karşı îtibârı fevkalâde çok idi. Bir kış günü, sabahın erken
saatlerinde kalkan Mevlânâ, dergâhın kapısına gelmişti. Namaz vakti girmediği
için kapı kapalıydı. Bir taraftan da kar yağıyordu. Mevlânâ, Çelebi
Hüsâmeddîn'in kapısının karşısında hizmetkâr gibi el bağlayıp beklemeye başladı.
Kar lapa lapa yağdıkça, Mevlânâ'nın üzerini örtüyordu. Namaz vakti geldiğinde
kapıyı açan Çelebi Hüsâmeddîn, karşısında karlar altında kalmış bir kimse gördü.
Yaklaşıp dikkatle baktığında, hocası olduğunu anladı ve; "Cânım efendim! Bu ne
hâldir ki, bu fakîrin kapısında karlar altında beklersiniz?" diyerek ayaklarına
kapanıp özürler diledi. Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni olmak
isteyip; "Ey Hüsâmeddîn! İşte hoca, talebesini bu mertebede gözetirse, talebe de
hocasına o kadar bağlı olur." buyurdu.
Çelebi Hüsâmeddîn, Mevlânâ
hazretleri derse gelmediği zamanlar talebelere ders verir, onları irşâd eder,
doğru yolu gösterir yetiştirirdi. Bâzıları; "Bu sonradan gelip, Arabîyi dahî
bilmeyen kimseye nasıl böyle bir vazîfe verilir?" diye dedikodu yaptılar. Bir
gece Çelebi Hüsâmeddîn rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili
Peygamberimiz; "İlim deryâsında bir damla nasîbin olsun, bunu muhâfaza eyle de,
sana düşman olanların sözleri kesilsin." buyurarak mübârek ağzının suyundan bir
mikdâr Çelebi Hüsâmeddîn'in ağzına sürdüler. O andan îtibâren Arabî lisânıyla
konuşmaya başladı. O günden sonra hiç kimse böyle sözler söylemedi.
Hindistan'da yetişen
çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Çırağ-ı Dehli Nasîruddîn Mahmûd
(rahmetullahi teâlâ aleyh) sultanın memurlarından olan bir talebesine şöyle
buyurdular: "Bilmelisin ki, evindeki atların, hizmetçilerin, dînarların ve
dirhemlerin bir gün senden alınacak. O halde, ilâhî irâde ile elinden alınacak
şeyler için niçin endişe ediyorsun? Onlar için endişe etmek faydasız değil mi?
Ebedî olan şeyler için endişe etmelisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiğini
ve onlardan kaç tânesinin göçüp gittiğini iyice düşünmelisin. Onlar bizden
öndeydiler ve bizden önde gittiler."
Nasîruddîn Mahmûd
hazretlerinin vefâtı yaklaştığı sırada, en sevdiği talebesi Mevlânâ Zeynüddîn
Ali, hocasının yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini hissederek,
hocasına şu şekilde arz etti: "Efendim! Talebeleriniz arasında kıymetliler
vardır. Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu yolun eski
âdet ve gelenekleri, şimdiye kadar olduğu gibi, devâm etmiş olur." Bu teklif
üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn'den bu vazîfe için uygun bulduğu
talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali,
talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sınıf hâlinde seçerek
hazırladığı listeyi hocasına arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra,
Nasîrüddîn Mahmûd; "Şüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarım ki, hiç
birisi diğerinin yükünü omuzlarında taşıyamazlar." buyurdu. Bu açıkca, verilen
listeye hayır mânâsında bir cevaptı. Gerçekten öyle oldu. Hocasından kendisine
geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendisinde götürdü.
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bir talebe, kendisine ilim ve edeb öğreten ve hakîkî âlim olan hocasına edep ve
muhabbetle nazar edip bakınca, hak yoluna girmiş olur."
Evliyânın büyüklerinden ve
hadîs âlimi Dırâr bin Mürre (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine;
"Yanıma teker teker gelin, toplu hâlde gelmeyin. Çünkü toplu geldiğinizde
vaktinizi aranızda şuradan buradan konuşmakla geçirirsiniz. Fakat yalnız
geldiğinizde, ya dersinizle meşgul olursunuz, yâhut Allahü teâlâyı anarsınız.
Bunlar sizin için daha hayırlıdır." buyururdu. |
|