|
TALEBE (B)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocalarından birinin huzûrunda
bulunuyordu. Hocası; "Şu rafdaki kitabı getir." dedi. Bâyezîd; "Hangi rafdaki
kitabı istiyorsunuz efendim?" dedi. Hocası; "Bunca zamandır buraya gelip
gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum." deyince, Bâyezîd-i
Bistâmî; "Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten
dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim." diye cevap verdi.
Hocası bu söz karşısında "Mâdem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi
artık Bistam'a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına
öğretebilirsin." buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri
bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takib etmekte olduğunu farkedip
döndü ve gence; "Niçin beni tâkip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genç,
edeple; "Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi
uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım." dedi. Cevâbında; "Benim yaptıklarımı
yapmadıkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu, Allahü teâlânın
bir lütfudur." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
şöyle anlatmıştır: "Talebeliğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hâce Muhammed Bâbâ
Semmâsî hazretlerinin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdim. Bunların
faydalarını ve tesirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlullah efendimizin
ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasıyeti tuttum. Bu
hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devâm edip,
nasîhatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel
ettim. Allahü teâlânın ihsânıyla bunların faydasını gördüm. Tasavvufta en
faydalı ve maksada çabuk kavuşturan şey, Allahü teâlâya cân-u gönülden,
kendinden geçerek duâ ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allahü teâlânın rızâsını
istemek, nefsi ezmek, onu mağlub etmektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri
aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekânda sarı yüz ve eski elbise
ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı burası değildir. Bir sâlik, hakîkat yolunda
kendi nefsini Fir'avn'ın nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun
nefsinden yüz bin defâ daha aşağı görmeli. Eğer böyle olmazsa, o sâlik, hakîkat
yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi temizlemek kolay değildir. Fakat bu,
yolda maksada ulaşmak için bir ip ucudur. İşte ben de bunun için, nefsimi
varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinâttaki her
şey ile karşılaştırdım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her mahlûku daha üstün
ve daha hoş gördüm. O hâle geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri
arasında kıyâs yaparak düşündüm. Kendimi aşağı ve âciz gördüm. Bu, benim
içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâinâtta ne varsa hepsinden fayda
gördüm. Fakat nefsimden hiçbir fayda görmedim. Nefsimin önüne geçmemiş olsaydım,
onu terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan
içeri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice
zararları dokunacaktı."
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin bir talebesi şöyle anlatmıştır: "Ben küçük yaşta Cenânyan
denilen yerden Buhârâ'ya geldim. Âlimlerin derslerine devâm ettim. Sonra kalbime
Kâbe'yi ziyâret etme arzusu düştü. Mekke'ye gidip, Kâbe'yi ziyâret etmek
şerefine kavuştum. Buhârâ'ya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hattâ eşkıyâlık
yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde iken, bir çekilme hâli hâsıl
oldu. Bu hâl, beni ister istemez, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna
sürükledi. Huzûruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir
vurdu ki, yediğim sillenin tesirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek
bağırdım. Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâlime öfkelenip; "Sus!" dedi. Sonra
da; "Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamâm olurdu."
buyurdu."
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretlerine bir gün hediye olarak bir mikdâr balık getirilmişti. Balığın
getirildiği sırada, o mecliste hazır bulunan talebeleri ile berâber balığı yemek
arzu ettiler. Bunun üzerine balık hazırlanıp, sofra kuruldu. Talebeler,
Behâeddîn Buhârî ile birlikte sofraya oturdular. İçlerinden biri, gelip sofraya
oturmadı. Behâeddîn Buhârî ona; "Niçin gelip oturmuyorsun?" dedi. O da oruçluyum
diyerek, nâfile oruç tuttuğunu bildirdi. Ona; "Gel bize uy!" dedi. Fakat
gelmedi. Tekrar; "Gel bize uy! Sana Ramazan günlerinden bir günde tutulan oruç
sevâbı kadar hediye edeyim." dedi. Fakat o kimse söz tutmayıp, inadında ısrâr
etti. Bunun üzerine talebelerine; "Bu adam, Allahü teâlâdan uzaktır. Siz onu
terkediniz." buyurdu. O oruçlu kimse, son derece zâhid bir kimse idi. Fakat
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sözüne peki demeyip, muhâlefet göstermesi
sebebiyle, zâhidliğini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldı. Tamâmen dünyâya
tapmaya başladı ve felâkete düştü.
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Semerkand'da
oturuyordum. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin keşf ve kerâmet sâhibi büyük bir zât
olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve sohbetine
kavuşmak için Buhârâ'ya gitmeye karar verdim. Yola çıkarken annem hırkamın bir
yerine harçlık olarak dört altın dikti. Buhârâ'ya varınca, Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin sohbetine katıldım. Sohbeti sırasında beni öyle bir hâl kapladı
ki, sabrım kalmadı. Orada bulunanlardan birine, Behâeddîn Buhârî hazretlerine
beni talebeliğe kabûl etmesini söylemesi için ricâ ettim. Durumumu arz edince,
bana çok iltifât edip, kabûl ederiz, fakat senden altın alırız buyurdu. "Ben
fakirim, altınım yoktur." dedim. Talebelerine dönüp; "Bunun hırkası içinde dört
altını var, yok diyor." dedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bunu söyleyince,
hayretler içinde kaldım. Hemen hırkamı söküp, içindeki dört altını çıkarıp
önlerine koydum. O mecliste bir çocuk vardı. Talebelerinden birine; "Al şu
altınları bu çocuğa ver." buyurdu. O talebe alıp çocuğa verdi. Fakat çocuk
almadı. Çok ısrar etmelerine rağmen kabûl etmedi. Tekrar bana verdiler. Çok
utanıp mahcub oldum. Bu hâdiseden sonra, Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebeleri
ile birlikte başka bir köye gitmek üzere yola çıktı. Ben de onlara katıldım. O
köyde büyük bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliğe
kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o mecliste bulunan
başka bir çocuğa vermemi söylediler. Verdim fakat, o da almadı. O kadar mahcub
oldum ki, utancımdan yerin dibine girecektim. Talebeleri, beni talebeliğe kabûl
buyurmaları için bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki:
"Hasislik, cimrilik, herkes
için sevimsiz ve iğrenç bir sıfattır. Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir
kimsenin hasislik etmesi çok kötü bir iştir." Bundan sonra beni de talebeliğe
kabûl etti. Beni irşâd ederek, dünyâ sevgisini kalbimden çıkardı. Hamdolsun
tevekkül sıfatı böylece kalbime yerleşti.
Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin talebelerinden biri, bir yere gitmek istediği zaman kerâmetiyle
havada uçarak gider, gideceği yere hemen varırdı. Diğer talebeleri onu bir iş
için Kasr-ı Ârifân'dan Buhârâ'ya gönderdiler. Bu talebe uçarak giderken,
Behâeddîn Buhârî hazretleri onun üzerinden tasarrufunu çekti. Talebe uçamaz
oldu. Bu hâdise üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri; "Allahü teâlâ bana
talebelerimin gizli açık bütün hâllerini bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etme
kudreti verdi. Arzu edersem, Allahü teâlânın izniyle talebelerime çeşitli hâller
veririm ve yine ellerinden hâllerini alırım. Onları kâbiliyetlerine göre terbiye
ederim. Çünkü yetiştirici ve terbiye edici, yetiştirmek istediği kimseye yarayan
ve en çok faydası olan şeyi yapar." buyurdu.
Yine talebesi Emîr Hüseyin
şöyle anlatmıştır: "
Bir gün hocam beni bir iş
için Kasr-ı Ârifân'dan Buhârâ'ya göndermişti. Bu gece Buhârâ'da kal, sabaha
doğru geri dönersin dedi. Ben hemen yola çıktım. Yolda nefsimle mücâdele edip;
"Ey nefsim! Acabâ sen bir gün ıslâh olacak mısın ve ben senin elinden kurtulur
muyum?" diyordum. Nefsimi böyle azarlarken, karşıma nûr yüzlü bir zât çıktı.
Bana;
"Sen bu yolda ne mihnet, ne
meşakkat çektin ki, nefsini ayıplıyorsun? Bu yolda gelip geçen büyükler öyle
mihnet ve meşakkat çekmişlerdir ki, senin bir zerresini bile çekmeğe tahammülün
yoktur." dedi. Sonra vefât etmiş olan büyüklerin isimlerini ve çektikleri
meşakkatleri bir bir anlatıp, târif etti. Ben kusurlarımı kabûl edip, özür
diledim. Bundan sonra karşı çıkan o zât, bana dağarcığından bir mikdar hamur
çıkarıp verdi. "Bu hamuru Buhârâ'da pişirip, yersin." dedi. Hamuru alıp yoluma
devâm ettim. Buhârâ'ya varınca, hamuru fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru görünce
hayret edip;
"Şimdiye kadar böyle hamur
görmedim." dedi. Bana kim olduğumu ve hamuru kimin verdiğini sordu. Ben de
Behâeddîn hazretlerinin talebesi olduğumu söyledim. Fırıncı hürmetle hamuru
pişirip bana verdi. Bir parça koparıp ona verdim. Sonra hocamın emir buyurduğu
işi bitirip, o gece Buhârâ'nın Gülâbâd mahallesindeki mescidde akşam ve yatsı
namazını kıldıktan sonra, kıbleye karşı oturdum. Bu sırada canım elma istedi. O
anda mescidin penceresinden birkaç elma attılar. Elmaları alıp ekmekle yedim.
Gece yarısına kadar o mescidde kaldım. Sonra kalkıp yola çıktım. Sabaha doğru
Kasr-ı Ârifân'a vardım. Sabah namazını hocam Behâeddîn Buhârî ile kıldım. Hocam
bana; "Sana hamuru veren kimdi bildin mi?" diye sordu. Bilemediğimi arz ettim.
"O, Hızır aleyhisselâm idi." buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atılan
elmalardan bahsetti. "O fırıncıya ne büyük saâdet ki, senin verdiğin hamuru
pişirdi ve ondan yemek nasîb oldu." buyurdu.
Mevlânâ Abdullah-ı Hâcendî
hazretleri; Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerine, talebe
olmasını şöyle anlatır: "Bir ara içime öyle bir ateş düştü ki, yerimde
duramıyordum. Bana yol gösterecek âlim bir zâta talebe olabilmenin istek ve
arzusuyla yanıyordum. İçimdeki arzu dayanılmaz duruma gelince, bulunduğum
Hâcend'den ayrıldım ve Tirmiz'e kadar hep bunu düşündüm. Oradan Ârif-i Kebîr
Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'nin kabrini ziyârete gittim. Sonra Ceyhun Nehri
kenarında bulunan mescide geldim. Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uyuya
kalmışım. Rüyâda heybetli iki zât gördüm. Onlardan biri bana:
"Ben Muhammed bin Ali
Hakîm-i Tirmizî'yim, yanımdaki de Hızır aleyhisselâmdır. Sen hoca aramak için
şimdilik zahmet çekme. Çünkü hem kimseyi bulamazsın, hem de istifâde edemezsin.
On iki sene sonra Buhârâ'ya gidip orada bulunan ve zamânın kutbu olan Behâeddîn
Buhârî'ye talebe olur, ondan istifâde edersin." buyurdu. Bunun üzerine
Tirmiz'den Hâcend'e geri döndüm. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, bir gün
çarşıda iki Türk gördüm. Gayr-i ihtiyârî peşlerinden gittim. Bir mescide
girdiler. Namazdan sonra, aralarında bir hocaya bağlanmanın kıymeti ile ilgili
hususlar konuşuyorlardı. Onlar böyle konuşurlarken, onlara karşı olan ilgim
arttı. Hemen acele ile dışarı çıkıp, çarşıdan bir şeyler alıp yanlarına geldim.
Beni yanlarında görünce, biri; "Bu, iyi bir insana benzer, bizim hocamızın oğlu
İshak'a talebe olabilir." dedi. Bu durum karşısında çok merak ettim ve o zâtın
kim olduğunu sordum. Hâcend'e bağlı bir köyde olduğunu bildirdiler. Bunun
üzerine o köye gittim, zâtı buldum. Fakat bana hiç yakınlık göstermedi ve
iltifât etmedi. Bu hocanın her hâliyle temizliği yüzünden belli olan bir de oğlu
vardı. Bu durum karşısında, bu temiz yüzlü çocuk, babasına dedi ki:
"Babacığım, bu zât, sana
talebe olmak ümidiyle buraya gelmiş, sen ise ona hiç yakınlık göstermiyorsun.
Neden ilgilenmiyorsun, sebep nedir?" Bunun üzerine ağladı ve; "Ey evlâdım, bu,
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerindendir. Bizim onun
üzerinde hiç bir hükmümüz yoktur." dedi. Bunun üzerine ben tekrar Hâcend'e,
memleketime döndüm ve hocamla ilgili bir işâretin çıkmasını bekledim.
Aradan bir zaman geçtikten
sonra kalbim, beni Buhârâ'ya gitmeğe zorladı. O isteği bir an dahi tehir etmeye
kâdir değildim. Hemen kalkıp Buhârâ'ya doğru yola çıktım. Bir zaman sonra
Buhârâ'ya vardım ve Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yerini öğrenip yanına gittim.
Ne zaman ki huzûr-i şerîfleri ile şereflendim, bana buyurdu ki: "Yâ Abdullah-i
Hâcendî, senin daha üç günün vardır. Yâni sana bildirilen on iki senenin tamam
olmasına daha üç günün vardır. Bunu unuttun mu?" Bunları duyunca, âdetâ
kendimden geçtim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin ufuklarına yerleşti. Artık
hep onlara olan bağlılık ateşi ile yanıyordum. Bir müddet sonra himmet istedim.
Behâeddîn Buhârî; "Himmetin zamânı var." buyurdu. Bunun üzerine bir müddet daha
sohbete devâm ettim.
Büyük âlimlerden birisi
anlatır: Gençlik zamânında, Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerini çok severdim.
Himmetleri ile bende şaşılacak hâller meydana geldi. Bana dâimâ; "Beni
hâtırından çıkarma!" derdi. Ben de dâimâ onları düşünür, hatırlardım. Bu hâl
üzere iken babam hacca gitti. Beni de berâberinde götürdü. Giderken Hirat'a
uğradık. Hirat şehrini seyrederken, Hâce hazretlerini unuttum, bağlılık
hâtırımdan çıktı. O anda bendeki hâller gitti. Sonra İsfehan'a gittim. Orada bir
büyük âlim var idi. Bütün İsfehanlılar ondan himmet ve duâ isterlerdi. O zâttan
çok kerâmetler meydana gelmişti. Babam beni alıp, o zâtın huzûruna getirdi ve
benim için ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce hazretlerinden çok korktuğumdan,
o zâtın huzûrundan dışarı çıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah'ı ziyâret ettik.
Dönüşte Hâce hazretlerinin ziyâreti ile şereflendiğim zaman, onu unuttuğum için
çok çekiniyordum. Korktuğumu anlayıp; "Korkma, biz kusûru affederiz. Sen benim
oğlumsun. Benim oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur." buyurup
latîfe yollu; "Hirata gidince niçin beni unuttun?" deyip; "Unutmak katiyyen
dostluğa sığmaz." mısrâını okudular."
Yâkûb-i Çerhî hazretleri
anlatır: Buhârâ'nın âlimlerinden ilim öğrenip fetvâ vermeye izin aldıktan sonra,
memleketime dönmeyi düşündüm. Hazret-i Hâce'ye (Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî
hazretlerine) uğrayıp; "Beni hâtırınızdan çıkarmayın." dedim ve çok yalvardım.
"Gideceğin zaman mı, yanımıza geldiniz?" buyurdu. "Hizmetinize müştâkım, arzu ve
istekliyim." dedim. "Hangi bakımdan?" buyurdu. "Siz büyüklerdensiniz ve herkesin
makbûlüsünüz." dedim. "Bu kabûl şeytânî olabilir, daha sağlam delîlin var mı?"
buyurdu. Sahîh hadîsde; "Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini
kullarının kalbine düşürür." buyuruluyor dedim. Tebessüm edip; "Biz azîzânız."
buyurdu. Bunu duyunca birden hâlim değişti.
Bir ay önce rüyâda birisi
bana: "Git, Azîzân'ın talebesi ol!" demişti. Onu unutmuştum. Onlardan duyunca,
bu rüyâyı hâtırladım. Yine devâm ederek anlatır: "Hazret-i Hâce'ye, beni şerefli
hâtırınızdan çıkarmayın!" dedim. Bunun üzerine; "Bir kimse Azîzân
hazretlerinden, beni unutmayın diye ricâda bulundu, o da Allah'tan başka
hâtırımda bir şey kalmaz. Yanımda bir şey bırak ki, görünce hâtırıma gelsin
buyurdu." diye anlattıktan sonra, mübârek takyelerini bana verip: "Senin bana
bırakacak bir şeyin yoktur. Bâri bu takyeyi sakla! Bunu gördüğün zaman beni
hatırlarsın, beni hâtırladığın zaman yanında bulursun." buyurdu. Ayrılırken; "Bu
yolculukta muhakkak Mevlânâ Tâcüddîn Deşt-i Gülekî'yi gör! O evliyâullahdandır."
buyurdu. Hâtırıma; "Ben Belh'e gidip, oradan vatanıma varırım; Belh nerede, Deşt-i
Gülek nerede?" diye geldi. Sonra Belh yolunu tuttum. Ama öyle bir zarûret hâsıl
oldu ki, yolum Deşt-i Gülek'e düştü. Hazret-i Hâce'nin işâreti aklıma gelip,
şaştım kaldım.
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretleri, bir defâsında Buhârâ'da Gülâbâd mahallesinde bir dostunun
evinde, talebeleri ile sohbet ediyordu. Talebelerinden Molla Necmeddîn'e dönüp;
"Sana ne söylersem, sözümü tutup söylediğimi yapar mısın?" dedi. Molla Necmeddîn,
"Elbette yaparım efendim." dedi. "Eğer bir günah işlemeni söylesem yapar mısın?
Meselâ hırsızlık yap desem yapar mısın?" dedi. Bunun üzerine Molla Necmeddîn;
"Mâzur görünüz efendim, hırsızlık yapamam." dedi. "Mâdem ki bu hususdaki
isteğimizi kabûl etmiyorsun, meclisimizi terket!" buyurdu. Molla Necmeddîn bunu
duyunca, dehşet içinde kalıp, olduğu yere düştü ve bayıldı. Orada bulunanlar
Behâeddîn Buhârî hazretlerine yalvarıp, onun affedilmesini istediler. Kabûl edip
affetti. Molla Necmeddîn de kendine gelip kalktı. Bundan sonra hep berâber o
evden dışarı çıktılar, Dervâze-yi Semerkand (Semerkand Vâdisi) denilen tarafa
doğru gittiler. Behâeddîn Buhârî hazretleri yolda giderlerken, bir ev duvarı
gösterip talebelerine dedi ki:
"Bu duvarı delin, evin
içinde falan yerde bir çuval kumaş vardır. Onu alıp getirin." Talebeleri bu emre
uyup, duvarı yardılar. Kumaş dolu çuvalı buldular ve çıkarıp getirdiler. Sonra
bir köşeye çekilip bir müddet oturdular. Bu sırada bir köpek sesi işitildi.
Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebesi Molla Necmeddîn'e; "Bir arkadaşınla gidip
evin etrâfına bakın ne vardır?" dedi. Gidip baktılar ki, eve hırsızlar gelmiş,
başka bir duvarı yarıp evde ne varsa almışlar. Gidip bu durumu Behâeddîn Buhârî
hazretlerine haber verdiler. Talebeler bu hâle şaştılar. Sonra tekrar talebeleri
ile birlikte önceki misâfir oldukları eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden
aldırdığı kumaş dolu çuvalı sâhibine gönderdi. Talebelerine; "Gece buradan
geçerken, bu malınızı alarak hırsızların çalmasına mâni olduk, bu malınızı
hırsızlardan kurtardık." demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp sâhibine
teslim ederek durumu anlattılar. Behâeddîn Buhârî, bundan sonra talebesi Molla
Necmeddîn'e dönüp;
"Eğer sen emrimize uyup da
bu hizmeti yapsaydın, sana çok sırlar açılacak ve çok şey kazanacaktın.
Neyleyelim ki, nasîbin yokmuş." dedi. Molla Necmeddîn ise, yaptığına çok pişmân
olup, yanıp yakındı
Âlimlerden biri; Şâh-ı
Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden bir grupla Irak'a gitti.
O anlatır: "Yolda Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan,
mübârek bir kimsenin bulunduğunu ve hocamızı çok sevenlerden olduğunu duyduk.
Topluca onun ziyâretine gidip, hocamıza bağlılığının sebebini sorduk. Dedi ki:
"Resûlullah efendimizi
rüyâda gördüm. Çok güzel bir yerdeydi. Yanında heybetli bir zât vardı. Ben,
Resûlullah'a tevâzu ve edeb ile yaklaşıp; "Sohbetinizle şereflenemedim,
bereketli zamânınızda ve huzûrunuzda bulunamadım, bu büyük ve eşsiz saâdeti
kaçırdım, şimdi ne yapayım?" diye arz ettim. Bana; "Bereketime ve beni görmek
fazîletine kavuşmak istersen, Behâeddîn'e uy!" buyurdu. Sonra yanında duran
mübârek zâtı işâret etti. Bundan önce Behâeddîn Buhârî'yi görmemiş idim.
Uyanınca, ismini ve şeklini, şemâilini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman
sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nûrlu ve heybetli bir zât
gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o simâyı hatırladım. Birden
bende büyük bir hâl ve değişme oldu. Kendimi toparlayınca, evime gelip
şereflendirmesini ricâ ettim. Kabûl buyurdu. Kalktık, o önde ben arkalarında
yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk
kerâmet buydu. Çünkü o, bizim evin nerede olduğunu, daha önceden bilmiyordu.
Doğruca bizim eve gitti. Sonra kütüphânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım
vardı. Elini uzatıp bir kitap çıkardı. Bana uzattı ve;
"Bu kitâbın üzerine ne
yazdın?" buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüğüm ve târihini
yazdığım rüyâ orada yazılı idi. Bu kerâmetlerinden, daha ilk anda bende büyük
bir hâl hâsıl oldu. Kendime gelince, bana lutf ile mukâbele edip, beni
talebeliğe kabûl buyurdu ve kapısında hizmet edenlerin saâdeti ile
şereflendirdi."
Buhârâ'da yetişen hadîs
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Behâeddîn Kışlakî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhı, talebelerle dolar taşardı. Dergâhına
gelenlere, eğer feyz ve bereketlere kavuşmak, Allahü teâlâ katında makbul bir
zât olmak istiyorlarsa öncelikle nefsin arzularını terkedip tam bir ihlâs ve
samîmiyetle hocasının hizmetinde olmanın ehemmiyetini anlatırdı. Bir defâsında,
yeni gelen bir talebesine bu durumu îzâh etmek için; "Mutfakta bir derviş var.
Git onu gör." buyurdu. Bu yeni talebe mutfağa gittiğinde, sırtına odun yüklenip
mutfağa taşıyan birisini gördü. Bu yeni talebe, böylece hafif ve ağır demeden,
ne hizmet varsa hemen el atmak îcâb ettiğini, büyüklere hizmetin insana neler
kazandıracağını anladı.
Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri bir gün talebeleri ile sohbet ederken onlara Behâeddîn Kışlakî
hazretlerinin bu hâllerinden bahsettikten sonra buyurdular ki: "İhlâs ile sırf
Allahü teâlânın rızâsı için bunca hizmetler edip, bu yolda nefislerini hiçe
indirmiş nice insanlar vardır. Onların eriştikleri devlet başka hiç bir devletle
mukâyese kabûl etmez. Siz hizmette bu dereceye ulaşamazsanız bile kabûl ve
takdir ediniz ki, böyleleri mevcuttur.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzakta bulunan
talebelerine mektup yazarak nasîhatlarda bulunurdu. Bir talebesine yazdığı
mektup şöyledir: "Tasavvuf yolunda bulunan talebe; hâllerini kontrol etmeli,
Allahü teâlânın rızâsından başka her şeyi gönlünden uzak tutmalı, insanlarla
fazla görüşmemeli, Allahü teâlâyı anmaktan ve hatırlamaktan bir an uzak
kalmamalıdır. Zikre kendisini alıştırmalıdır. Böyle bir alışkanlığı zikir ile
yakınlığı yoksa, Allahü teâlânın sevgisine kavuşamaz."
Diğer bir mektubunda şöyle
nasîhat etmektedir: "Bedenin selâmeti, sıhhati, az yemek; rûhun selâmeti,
sıhhati, günâhları terk etmekte; dînin selâmeti, sıhhati ise Peygamber
efendimize salât (hayır duâlar) getirmektir."
İstanbul'da yetişen
velîlerden Beyzâde Mustafa Ahıskalı (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
talebelerinden birine şöyle buyurdular: "Allahü teâlâyı an. Allahü teâlâyı
anmaktan gâfil olan ölü ve âmâdır, kördür. Allahü teâlâyı anmak kalbin
cilâsıdır. Günahları temizler. Günahlarından tövbe et. İlmihâl bilgilerini ihlâs
ile öğren. Din büyüklerinin yolunda ol. Kalbini dalâletten, yanlış ve bozuk
inanışlardan temizle. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdına yapış. Her zaman
abdestli bulun. Farzları ve vâcipleri yerine getir. Resûlullah efendimizin
sünnetlerine yapışmakta çok gayretli ol. Dinde azîmetlere yapış, ruhsatlardan,
zarûret sebebiyle izin verilen şeylerle amel etmekten uzak dur. Bid'atleri,
dinde olmayıp, dîne sonradan ibâdet ve îtikâd olarak giren hurâfeleri terk et.
Bozuk kimselerin yanına gitme. Kötü huylarını at. İyi, beğenilen huylarla bezen.
Yumuşak ve cömert ol. Câhillerle mücâdeleden yüz çevir. İnsanların faydası için
yeryüzü gibi ol. İnsanlardan gelen eziyet ve sıkıntılara sabret.
Yine buyurdular ki: "Sâlik
yâni Allahü teâlânın yolunda çalışıp ilerlemek onun rızâsına ve muhabbetine,
seâdet-i ebediyyeye kavuşmak isteyen bir kimse, kendisini yetiştirecek bir
rehber bulamadığı zaman acaba ne yapmalıdır? Kimden feyz alıp istifâde edebilir.
Geçmiş evliyânın rûhâniyetinden nasıl istifâde edebilir? Ayrıca hayatta olup da
kendileriyle görüşüp, sohbetlerinde bulunmak mümkün olmayan büyük âlim ve
velîlerden istifâde edip rüşd ve hidâyet feyzlerine kavuşmak mümkün müdür?
Mümkün ise bu nasıl olur?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:
"Böyle bir sâlik, mürşid yol
gösterici bulamadığı zaman, önce Ehl-i sünnet mezhebi üzere kitâb ve sünnetden
yâni ahkâm-ı şer'iyyeden zarûrî, lâzım olan din bilgilerini bu yolun büyük
âlimlerinin ilmihâl, fıkıh ve akâid kitablarından öğrenmeli, evliyâ-yı kirâmın
kitaplarını okuyup her şeyini her işini bunlara uydurmaya çalışmalıdır. Azîmet
yolunu tutup, ruhsatlardan sakınmalıdır. Zarûret hâlinde ruhsatlar ile, yâni
şerîatin izin verdiği bâzı şeyleri yapabilir. Îtikâd ve amel ile ilgili
konularda her türlü bid'atlerden sakınmalı, haram ve mekruhları terketmelidir.
Dîn-i İslâmda hiçbir eksiklik yoktur. Büyük âlimler bunu herkesin anlayacağı
şekilde ilmihâl ve fıkıh kitaplarında îzâh ve beyân buyurmuşlardır. Her gün
Kur'ân-ı kerîmden bir mikdâr okumayı âdet edinmelidir. Yine her gün belli mikdâr
da salâtü selâm getirmelidir. Böylece Resûlullah efendimizin mübarek
rûhâniyetine teveccüh ile şereflenmiş olur.
Anadolu velîlerinden Seyyid
Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
talebelerine şöyle nasihat ederdi: "Eğer Allahü teâlâya tâatta bulunamazsanız,
hiç olmazsa oruç tutun. Karnınızı aç tutmaya ve acı çekmeğe önem verin. Çünkü
oruç tutmaktan daha iyi bir tâat yoktur. Peygamber ve velîlerin kalplerinden
hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırmıştır. Allahü teâlâya
ulaştıracak oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin duâlarına karşılık
verilir ve kabûl edilir. Orucun Allahü teâlâ katında büyük değer ve önemi
vardır. Oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Bir kimse bütün kulluk
vazîfelerini yerine getirse, fakat mîdesini doldursa hiç bir yere ulaşamaz.
Orucu gereğince tutsa, başka kulluk vazîfelerinde kusur olsa bile, yine bir yere
erişir. Oruca yavaş yavaş alışmak gerekir ki, sıhhate ziyan gelmesin, insanı
işten alıkoymasın." |
|