CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TALEBE (A)

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah'dan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayr konuşur ve isimleri anıldığında "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah'ın Resûlünü sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.

Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz."

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Tâlib başkasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir." buyurdular.

Evlliyânın büyüklerinden Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine şöyle buyururdu: "Kulun düşüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur."

Mısır evliyâsından Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edepleri şöyle anlattı: Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itâat etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme mertebesinden düşüp takvâ ve doğru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaşır.

Talebe, özellikle hocasının huzûrunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiâsında bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarından olup, hocasının gözünden düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının huzûrunda sâdece dinlemesi, söze karışmaması, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasına mâni olur. Onun en güzel şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zâten talebenin, hocasının huzûrunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlardandır.

Talebe, kendi derecesinin, hocasının derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocası için istemeli, Allahü teâlânın yüksek ihsanlarını ve bol lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çıkar.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoğunlukla talebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur."

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Abdülhâdî Bedevânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta iken tahsil için yaklaşık 4 km uzaklıktaki medreseye gider gelirdi. Sabah namazından önce medreseye giderdi. Gecelerinin çoğu mütâlaa, gündüzleri ise yazmakla geçerdi. Mahalle çocukları gibi oynamaz gece de belirli vakitlerde uyumazdı. Annesi ona; "Arkadaşlarınla biraz oyna rahatına bak." dediğinde; "Anneciğim. Oyundan maksat hâtırı gönlü hoş etmek, hoş vakit geçirmektir. Benim gönlüm ya okumakla veya yazı yazmakla açılıp rahatlıyor." derdi. Annesinin, gece yarısından sonra, o kitap okurken; "Oğlum ne yapıyorsun?" sesine karşılık, yalan olmaması için, yatar ve; "Yattım anneciğim! Bir şey mi buyurmuştunuz?" derdi. Sonra kalkıp okumasına devam ederdi. Birkaç defa saçları ve sarığı mum ateşi ile yandı. Bu azim, bir de babasının duâsı ile on yedi yaşında iken ilim tahsilini tamamladı.

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini talebeliğinden beri tanır ve severdi. Fakat ona bağlanıp, talebesi olmamıştı. Bir gece rüyâsında İmâm-ı Rabbânî'nin kendisine; "Ey Resûlüm! Sen, Allah de! Sonra onları kendi oyunlarına bırak!" (En'am sûresi:91) meâlindeki âyeti kerîmeyi okuduğunu gördü. O anda kalbi zikretmeye başladı. Uzun zaman böyle zikrederek, ilâhî nîmetlere kavuştu. "Ben Ahmed'in (yâni İmâm-ı Rabbânî'nin) üveysisiyim. Yâni onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor." derdi. Kısa bir süre sonra İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna gidip, onun yoluna bağlandı. Hakikî ve ihlâs sâhibi talebelerinden oldu.

Evlîyanın büyüklerinden Gavs-ül âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamıyacağını söylerdi.

Bir kadın, çocuğunu Abdülkâdir-i Geylânî'ye getirip; "Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim." dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devâm ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. "Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer." dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; "Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!" buyurdu.

Irak'ta yetişen büyük velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdülkâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazrertleri talebeliğinde bir gün hocasının huzûruna girdîğinde bir gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocası buyurdu ki: "Sende bir karartı, bir zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrıldı. İki-üç gün hiçbir şey yemedi. Yanında da yiyecek bir şeyi yoktu. Dicle kıyısına giderek suya girip, açlığının böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtı. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline getiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de ücretle çalıştırır mısınız?" diye sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak kalem tutar." diyerek ona içine altın konulmuş bir kâğıt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ bir iş yapmadım. Eğer yazılacak bir şey varsa onu yapabilirim." dedi. İçlerinde uyanık birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî'ye verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye başladı. Fakat bu işe alışık olmadığından bir saat kadar çalışabildi. İş sâhibi, ona bir altın verdi ve; "İşte senin ücretin." dedi. Parayı alarak oradan ayrıldı. Allahü teâlâ ilim öğrenmek arzû ve isteği verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendi.

Mısır evliyâsından Abdülvehhâb-ı Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Bir talebe hocasını kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olmadıkça, hakîkî talebe olamaz." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe; Allahü teâlânın sevdikleri ile berâber olduğu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sâhibi olan  her işte tevâzu üzere bulunan ve âlimlerin huzûrunda onları can kulağı ile dinleyen kimsedir."

Ahmed Amiş Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisi müridin yâni talebenin şeyhe (hocaya) olan ihtiyâcını sorunca; "Dağı dağ, taşı taş gördükçe şeyhe muhtaçsın. Bu böyle olsun, şu şöyle olsundan kurtuluncaya kadar, şeyhe muhtaçsın." demiştir.

İran'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Talebenin ilim tahsîl ederken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiği sorulduğunda” şöyle buyurdular: "İlim isteyen ilk önce nefsini kötü ahlâk ve huylardan temizlemelidir. Çünkü ilim öğrenmek, kalbi îmar etmekle olur. Âzâların vazîfesi olan namaz, nasıl necâsetten temizlenmeden olmuyorsa, kalbin ilim ile tâmiri de, ancak kalbi her türlü kötü sıfat ve vasıflardan, fena huylardan temizledikten sonra olur.

İkinci olarak dünyâ meşgûliyetlerinden alâkayı kesmelidir. Zîrâ dünyâ meşgalesi insanı ilimden alıkoyar. İnsan bir anda iki şeyle meşgûl olamaz.

Üçüncü olarak hocaya karşı kibirli olmamalı ve ona ukalâlık etmemelidir. Bilhassa hastanın tabibe teslim olduğu gibi hocaya teslim olmak lazımdır.

Dördüncü olarak ilmin başında ister bu ister öteki dünyâ için olsun âlimlerin ihtilaflarına kulak asmamalıdır. Çünkü bu zihni zorlar doğru düşünceden uzaklaştırır. Meseleler idrâk edilmez olur.

Beşinci olarak, insanın okumaktan gâyesi kalbini kötü huylardan temizleyip, fazîletlerle süslemek, gelecekte ise Allahü teâlâya yakın olmak ve yakınlık mertebesine kavuşmak olmalıdır. Bilgisiyle; riyaset, servet, makam, düşük adamlarla mücâdele ve akranlarına üstünlük gâyesi göstermemelidir."

Anadolu velîlerinin büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil'i (şeytanı), Bel'âm bin Baûrâ'yı, Bersisa'yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan Sa'lebe'yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Endülüste'te yetişen büyük velîlerden Ahmed Necibî hazretleri büyük âlim ve velî Câfer Endülüsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin yanına gitmek üzere bir grup ile yola çıktı. Endülüs'e vardıklarında yanındakiler, Peygamberlik iddiasında bulunan İbn-ül-Mer'e ismindeki şahsı önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; "Ben, Ebû Ahmed Câfer için geldim. Oraya gitmem." dedi. Bunun üzerine arkadaşları ona tâbi olup, o zâtın yanına gittiler. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberindekileri Şeyh Câfer Endülüsî'nin huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktı ve; "Çocuk hocaya defteri temiz olarak gelirse, hoca ona bir şey yazar. Fakat defteri yazılı ise hoca onun için bir şey yazmak istese nereye yazsın. Onun için böyle gelen defteri karalanmış geri döner." buyurduktan sonra tekrar onlara baktı ve; "Aynı sudan içenin mizacı, tabiatı bozulmaktan, değişmekten kurtulur. Çeşitli sulardan içenlerin mizacı ise bozulmaktan, değişmekten kurtulamaz." buyurdu. Bu sözü ile memleketlerinden çıkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çıktıkları hâlde, daha sonra Endülüs'e geldiklerinde, peygamberlik iddiâsında bulunan o şahsı ziyâret etmek istediklerine işâret etti.

Ahmed Necibî bu sözler üzerine, onların durumuna düşmekten muhâfaza ettiği için Allahü teâlâya şükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kişiyi çağırarak, Ahmed Necibî'yi talebelerinin olduğu yere götürmesini, diğerlerini ise geri göndermesini istedi. Ahmed Necibî'ye de; "Ey Ebü'l-Abbâs! Siz memleketinizden çıktığınızdan îtibâren Allahü teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti. Sizden her birinizin ne hâlde geldiğini biliyorduk." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Talebeye lâzım olan edeb nedir?” denildiğinde; "Talebeye üç şey çok lâzımdır: Birincisi; her an abdestli bulunmak. İkincisi; bulunduğu hâli çok iyi korumak. Üçüncüsü de; yiyip içtiğinin helalden olmasına dikkat etmektir." buyurdular.

Buhârâ'da yetişen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin babası, Buhârâ'nın zengin eşrâfından idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn hiç mîrâs kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî'ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâeddîn'e nazar ettikten sonra;

"Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terketmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?" buyurunca, Alâeddîn derhal;

"Yaparım efendim!" diye cevap verdi.

"Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!" buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanınmış bir âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend'in huzûruna gelerek;

"Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim." dedi. Behâeddîn-i Buhârî;

"Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın." buyurdu. Alâeddîn; "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.

Ağabeyleri yanına gelip; "Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak." dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Ağabeyleri;

"Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!" diye ısrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend hazretleri;

"Artık bu iş tamamdır." diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatır: "Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;

"Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu.

"İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir." diyerek cevap verdim. Bunun üzerine;

"Bir müddet bekle, işi anlarsın." buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; "Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?" buyurdu. 

Beyt:

Eğer mâşûktan olmazsa muhabbet âşıka,

Âşığın uğraşması mâşûka kavuşturamaz aslâ.

 

Alâeddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına;

"Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver." buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâeddîn-i Attâr'ın odasına gitti. Bu sırada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî'yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki:

"Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim." Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti:

"Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur." Behâeddîn-i Buhârî ise;

"Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!" buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn'e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem'in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O'nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakk'ı zikreder; "Allah! Allah!" derdi.

Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu.

Behâeddîn-i Buhârî, Alâeddîn'i sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara;

"Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadır. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâyı ve O'nun beytini (Beytullah'ı) hatırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuşur." buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attâr'a bırakıp; "Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti." buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri sohbetlerinde tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacağı işler hakkında buyurdular ki: "Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum."

"Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: "Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."

Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: "Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır."

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hareketini Peygamber efendimize uydurmaya çalışırdı. Talebelerine bu şekilde olmadıkça, Resûlullah efendimize gerekli hürmet ve tâzimin yapılmış olamayacağını bildirirdi. O, Resûlullah efendimize uymak, O'na hürmet göstermek için şu hususları talebelerine şart koşmuştur:

1. Resûlullah'ın mübârek isimleri geçtikçe salat ve selâm getirmek.

2. Resûlullah efendimiz ziyâret edildiğinde kabr-i şerîfinin yanında sesi yükseltmemek.

3. Resûlullah'ın haremi olan Medîne-i münevvereye tâzim ve hürmette bulunmak, orada yasaklanan şeylerden (veya günah işlemekten) sakınmak ve Medîne-i münevvere ehline ikrâmda bulunmak.

4. Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden ve işlerinden bildirilen bir şeyi, O'nun şânını hafife alacak bir şey ile mukâbele etmemek. Mesela Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem falanca şeyi severdi denince, hâlbuki ben onu sevmem dememek.

5. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîf kitaplarının üzerine, başka her hangi bir kitap veya herhangi bir ev eşyâsı koymamak.

6. Allahü teâlânın ism-i şerîfi veya Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinin bulunduğu bir kâğıdı atmamak. Böyle kâğıtlar yırtılmaz. İslâm harfleri ile yazılı olan kâğıtlara da hürmet etmek lâzımdır. Bunları temiz bir beze sardıktan sonra çiğnenmeyecek yerde toprağa gömmek veya yakmak lâzımdır.

Anadolu'da yetişen velîlerden Ali Behçet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesine yazdığı mektup şöyledir: "Benim sevgili, insâniyetli ve iyiliksever oğlum! Göndermiş olduğunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk. Ey oğlum! Dersimizden uzak olmayasınız. Bir an Allahü teâlâyı anmak, Süleymân aleyhisselâmın mülkünden daha iyidir, ifâdesini hâtırından çıkarmayınız. Oğul, dâimâ taleb edenlerden ol. Mübârek gecelerde Allahü teâlâya yalvarıp yakarmayı fazlaca yaparsanız, isâbetli olur. Zîrâ Allahü teâlâ kulunun yalvarmasını sever. Bu, Allah adamlarının yoludur."

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle nasîhat ederdi: "Din âlimlerine dil uzatmaktan sakının. Çünkü onlar, Allahü teâlânın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır. Velîleri inkârdan sakının. Zîrâ onlar, Allahü teâlânın zâtının kapıcılarıdır.

Bir şey yapmak istiyorsanız, size yakışanı yapın. İnsanlar, bir şey vermediğiniz için sizi cimrilikle itham etmesinler, bu yüzden size karşı çıkmalarına meydan vermeyin. Çünkü velî olmanın şartlarından biri de şudur: Bu gibileri, yanlarında bin dinar olsa da bunu bir fakire verseler, verdikleri paranın onların nazarındaki kıymeti, toprak üzerinde bulunan bir çakıl taşından daha kıymetsizdir.

Ramazân-ı şerîfin son on gününde, gece ibâdetinden geri kalmayınız. Hattâ bütün Ramazan gecelerini ibâdetle geçiriniz. Çünkü Kadir gecesi bu aydadır.

Şâyet biriniz kendisini ilâhî huzurla hissederse, yalnız kendi nefsi için duâ etmemeli, başkası için de himmet ve gayretini esirgememelidir. Yapacağı duâların çoğu mümin kardeşleri için de olmalıdır.

Şuna yemin ederim ki, talebeler, Allahü teâlânın dünyâyı yarattığı günden yok edeceği güne kadar, hocalarının huzûrunda kor bir ateş üzerinde otursalar, doğru yola girmeleri için yol gösterip engelleri ortadan kaldıran hocalarının haklarını ödeyemezler.

Allahü teâlâ kullarına, bilinen rızıkların dağıtımını sabah namazından sonra, mânevî rızıkların dağıtımını da ikindi namazından sonra yapar. Bu iki vakitte uyumak, bunun için sizlere yasak edilmiştir.

Dünyâda Allahü teâlâdan hayâ edenleri, Allahü teâlâ kıyâmet gününde azarlamaktan ve gazab etmekten hayâ eder.

Allahü teâlâya kavuşturan yola dâvet edenler, fâsık kimselere dahi kaba ve kırıcı olmamalılar. Onlara rıfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmalılar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleştikten sonra nasîhatte bulunsunlar.

Evliyânın meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmak üzere İki arkadaş,  yanına geldiler. Kabûl edip ders vermeye başladı. Bir müddet sonra bunlardan biri ayrılıp gitmek istedi. Arkadaşı kalması için çok ısrar etti ise de, başaramadı. Nihâyet ayrılıp gitti. Gittikten kısa bir müddet sonra geri döndü. Hâli ve kararı değişmişti ve ağlıyordu. Arkadaşı hâlini merak edip;

"Bu hâlin nedir? Sana ne oldu, neden döndün?" diye sorunca şöyle dedi:

"Buradan ayrılıp memleketime dönmek üzere yola çıktım. Bir müddet yol aldıktan sonra yolda hocamızı âniden karşımda gördüm. Nasıl olur diye çok şaşırdım. Karşımda o kadar heybetli duruyordu ki, ürpermeye başladım. Sonra gözden kayboldu. Bundan gitmeme râzı olmadığını anladım. Onun bu kerâmetini görünce ayrılıp gitmekle büyük hatâya düştüğümü anladım. Artık dönüp ilim öğrenmek için karar verdim." diyen bu talebe, hocasının derslerine ve sohbetlerine devam edip, tam mânâsıyla olgun bir ilim ehli oldu.

Ali bin Meymûn Mağribî hazretleri birgün talebelerinden biri ile çarşıya giderken, kısa yol, bir hanın içinden geçiyordu. Herkes orayı yol yapmıştı. Talebesi;

"Biz de buradan geçelim!" dedi. Ali bin Meymûn;

"Burası nedir?" diye sorunca, talebe;

"Han" cevâbını verdi. Bunun üzerine;

"Bu han oradan geçilsin diye yapılmamış ki, oradan geçmek için sâhibinin izni olması lâzım." buyurarak yoluna devâm etti. Sultan Câmii ismi ile anılan bir câminin yanına geldiler. Talebe;

"Buyrun câminin içinden çarşıya gidelim!"deyince, Ali bin Meymûn;

"Câmiler, Allahü teâlânın evleridir. İnsanlar burayı yol yapsın diye yapılmamıştır." deyip, çarşıya oradan da girmeyip başka yoldan girdi.

Ali bin Meymûn Mağribî hazretleri talebelerinin iyi yetişmeleri için son derece titizlik gösterirdi. Ufacık bir gevşekliklerine müsâmaha göstermez ve gördüğü kusurları hemen düzeltirdi. Çok heybetli ve sert bir mîzâca sâhib idi.

Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sık sık şu nasîhatı yapardı: "Hiç kimse ile münâkaşa etmeyiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o benim öz oğlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiş olursunuz. Aranızda dargınlık olmasın."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînâna kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere ulaştırır. O da; Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir."

Irak evliyâsından Ali Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe iki kısımdır. Mürîd olanlar, severler, kalplerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye başlarlar. Murâd olanları ise sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Başkaları ona tufeyl yâni, yanısıra kabûl olunmaktadırlar. Onlara aradığını buldururlar ve gideceği yolu tamamlarlar. Artık onların nazarında kâinâtın hiçbir kıymeti yoktur. Hep Allahü teâlâyı düşünürler. Bu yolda fenâ makâmına kavuşurlar."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri; ilk sohbetinde şöyle dedi: "Hak yolcusu bir sâlik, talebe, vaktinin, zamânının değerini gâyet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler bir bir geçip giderken kendisinin ne hâlde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şâyet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu şükür gerektiren bir hâl bilmeli. "Allah'ıma şükürler olsun." demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telâfî etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsânî mâzeretini bildirip ondan bağışlanmasını dilemelidir..."

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hocası Zâkirzâde, talebelerinden bir işin yapılmasını istedi. Talebeler, o işi yapmak husûsunda biraz isteksiz hareket ettiler. Bu durumu duyan Seyyid Osman, Zâkirzâde'nin yanına giderek; "Emir buyuracağınız hizmet nedir sultânım? Derhal yerine getireyim." dedi. Zâkirzâde; "Senin dersin vardır. Bu işi yapman dersine mânidir." deyince, Osman Fadlı Efendi; "Bu zamanda önce ve sonra gelenlerin ilimlerini elde edeceğimi bilsem, yine şerefli hizmetinizi yerine getirmeyi tercih ederim." dedi. Bu söz, Zâkirzâde Abdullah Efendinin çok hoşuna gitti. Sonra; "Emir Çelebi! Allahü tealâ sana, önce ve sonra gelenlerin ilimlerini nasîb eylesin." diye duâ etti. Bu olay üzerine Seyyid Osman Fadlı Efendi, arkadaşlarına; "Bu duâdan sonra bir gece de bütün ilimler kalbime ilhâm olundu. Bilmediğim ilim kalmadı." dedi.

Bundan sonra Zâkirzâde, Seyyid Osman'a îcâzet vermek istedi. Osman Fadlı; "Sultânım, ben sizin hizmetinizi tercih ederim." diyerek kabûl etmedi. Osman Fadlı Efendi o gece rüyâsında: "Kullarımı bana dâvet etmek için kelâmımı al!" diye kendisine Mıshaf-ı şerîfin uzatıldığını gördü. Korkuyla uyanan Osman Fadlı; "Talebenin vazîfesi hocasına teslim olmaktır." dedi ve hocasına tam olarak teslim oldu. Hocası onu Edirne tarafında Aydos isimli kasabaya, insanları doğru yola dâvet için gönderdi. Osman Fadlı, Aydos'da birkaç sene kaldıktan sonra, ilahî bir işâret üzerine, Filibe taraflarına gitti. Filibe'de on beş seneden fazla insanlara doğru yolu gösterdi.

Osman Fadlı Efendi, bir gün kaylûle yaparken, şu rüyâyı gördü. Üç yüz kadar âlim gelip etrafında halka oldular. Hep birlikte oradan İstanbul'a geldiklerinde, hocası Zâkirzâde göründü ve; "Git şimdi senin irşâd yerin burasıdır." diyerek, Atpazarı'nda bulunan Kul Câmiini işâret etti ve bir sarık ile bir âsâ hediye etti. Gördüğü bu rüyâ üzerine İstanbul'a gelen Osman Fadlı, hocasının işâret ettiği yere yerleşti. Bundan sonra Atpazarı Emîri diye meşhûr oldu. Kul Câmiinin hatiplik ve imâmlık vazîfesi Osman Fadlı'ya verildi.