TALEBE (A)
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe, sâdık olan tâlib
demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile
yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar,
göz yaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her
işinde Allah'dan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri
yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru
kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle
münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi
bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayr konuşur ve isimleri anıldığında "r.anhüm"
der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında
olan şeyleri konuşmamağı emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz
ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini
korur. O büyükleri sevmek, Allah'ın Resûlünü sevmenin nişânıdır, alâmetidir.
Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı
diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerîme,
hadîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu
elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.
Evliyânın meşhurlarından
Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve
bereketinden faydalanamaz."
Abdülazîz Bekkine
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri; "Tâlib başkasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan
kimsedir." buyurdular.
Evlliyânın büyüklerinden
Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde
talebelerine şöyle buyururdu: "Kulun düşüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru
yönelince Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur."
Mısır evliyâsından
Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine, sohbet ederken
talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edepleri şöyle anlattı: Talebe,
doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itâat
etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır.
Nasıl meyyit yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, îtirâz etmeden teslimiyet
gösteriyorsa, talebenin de hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir.
Yoksa, teslimiyet ve itâat etme mertebesinden düşüp takvâ ve doğru yol üzere
bulunma derecesinden uzaklaşır.
Talebe, özellikle hocasının
huzûrunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiâsında bulunmamalıdır. Çünkü böyle
bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarından olup, hocasının gözünden
düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının huzûrunda sâdece dinlemesi, söze
karışmaması, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasına mâni olur. Onun en
güzel şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zâten talebenin,
hocasının huzûrunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlardandır.
Talebe, kendi derecesinin,
hocasının derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis, her yüksek
mertebeyi hocası için istemeli, Allahü teâlânın yüksek ihsanlarını ve bol
lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple,
en yüksek mertebelere çıkar.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her
talebenin buna tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl
ile terbiye ederiz. Çoğunlukla talebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye
olunur."
Hindistan'da yetişen
büyük velîlerden Abdülhâdî Bedevânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük
yaşta iken tahsil için yaklaşık 4 km uzaklıktaki medreseye gider gelirdi. Sabah
namazından önce medreseye giderdi. Gecelerinin çoğu mütâlaa, gündüzleri ise
yazmakla geçerdi. Mahalle çocukları gibi oynamaz gece de belirli vakitlerde
uyumazdı. Annesi ona; "Arkadaşlarınla biraz oyna rahatına bak." dediğinde;
"Anneciğim. Oyundan maksat hâtırı gönlü hoş etmek, hoş vakit geçirmektir. Benim
gönlüm ya okumakla veya yazı yazmakla açılıp rahatlıyor." derdi. Annesinin, gece
yarısından sonra, o kitap okurken; "Oğlum ne yapıyorsun?" sesine karşılık, yalan
olmaması için, yatar ve; "Yattım anneciğim! Bir şey mi buyurmuştunuz?" derdi.
Sonra kalkıp okumasına devam ederdi. Birkaç defa saçları ve sarığı mum ateşi ile
yandı. Bu azim, bir de babasının duâsı ile on yedi yaşında iken ilim tahsilini
tamamladı.
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini talebeliğinden beri tanır ve severdi. Fakat ona bağlanıp, talebesi
olmamıştı. Bir gece rüyâsında İmâm-ı Rabbânî'nin kendisine; "Ey Resûlüm! Sen,
Allah de! Sonra onları kendi oyunlarına bırak!" (En'am sûresi:91) meâlindeki
âyeti kerîmeyi okuduğunu gördü. O anda kalbi zikretmeye başladı. Uzun zaman
böyle zikrederek, ilâhî nîmetlere kavuştu. "Ben Ahmed'in (yâni İmâm-ı
Rabbânî'nin) üveysisiyim. Yâni onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor." derdi. Kısa
bir süre sonra İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna gidip, onun yoluna bağlandı. Hakikî
ve ihlâs sâhibi talebelerinden oldu.
Evlîyanın büyüklerinden Gavs-ül
âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: çilesini çekmeden yüksek
mertebelere ulaşılamıyacağını söylerdi.
Bir kadın, çocuğunu
Abdülkâdir-i Geylânî'ye getirip; "Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana
hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim." dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına
aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı.
Bu şekilde devâm ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak
sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu.
Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh
hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. "Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim
oğlum ise, arpa ekmeği yer." dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin
üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânın izni ile kalk, diril!
buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; "Senin oğlun böyle olduğu
zaman, dilediğini yesin!" buyurdu.
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdülkâhir Sühreverdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazrertleri talebeliğinde bir gün hocasının huzûruna girdîğinde bir
gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocası buyurdu ki: "Sende bir karartı, bir
zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrıldı.
İki-üç gün hiçbir şey yemedi. Yanında da yiyecek bir şeyi yoktu. Dicle kıyısına
giderek suya girip, açlığının böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtı. Bir süre
sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline
getiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de ücretle çalıştırır mısınız?" diye
sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak kalem tutar."
diyerek ona içine altın konulmuş bir kâğıt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ
bir iş yapmadım. Eğer yazılacak bir şey varsa onu yapabilirim." dedi. İçlerinde
uyanık birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî'ye
verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye başladı. Fakat bu işe alışık olmadığından
bir saat kadar çalışabildi. İş sâhibi, ona bir altın verdi ve; "İşte senin
ücretin." dedi. Parayı alarak oradan ayrıldı. Allahü teâlâ ilim öğrenmek arzû ve
isteği verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendi.
Mısır evliyâsından
Abdülvehhâb-ı Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Bir talebe
hocasını kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olmadıkça, hakîkî talebe olamaz."
buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebe; Allahü
teâlânın sevdikleri ile berâber olduğu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sâhibi
olan her işte tevâzu üzere bulunan ve âlimlerin huzûrunda onları can kulağı ile
dinleyen kimsedir."
Ahmed Amiş
Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisi müridin yâni
talebenin şeyhe (hocaya) olan ihtiyâcını sorunca; "Dağı dağ, taşı taş gördükçe
şeyhe muhtaçsın. Bu böyle olsun, şu şöyle olsundan kurtuluncaya kadar, şeyhe
muhtaçsın." demiştir.
İran'da yetişen evliyânın
büyüklerinden ve fıkıh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine “Talebenin ilim tahsîl ederken ne gibi hususlara dikkat etmesi
gerektiği sorulduğunda” şöyle buyurdular: "İlim isteyen ilk önce nefsini kötü
ahlâk ve huylardan temizlemelidir. Çünkü ilim öğrenmek, kalbi îmar etmekle olur.
Âzâların vazîfesi olan namaz, nasıl necâsetten temizlenmeden olmuyorsa, kalbin
ilim ile tâmiri de, ancak kalbi her türlü kötü sıfat ve vasıflardan, fena
huylardan temizledikten sonra olur.
İkinci olarak dünyâ
meşgûliyetlerinden alâkayı kesmelidir. Zîrâ dünyâ meşgalesi insanı ilimden
alıkoyar. İnsan bir anda iki şeyle meşgûl olamaz.
Üçüncü olarak hocaya karşı
kibirli olmamalı ve ona ukalâlık etmemelidir. Bilhassa hastanın tabibe teslim
olduğu gibi hocaya teslim olmak lazımdır.
Dördüncü olarak ilmin
başında ister bu ister öteki dünyâ için olsun âlimlerin ihtilaflarına kulak
asmamalıdır. Çünkü bu zihni zorlar doğru düşünceden uzaklaştırır. Meseleler
idrâk edilmez olur.
Beşinci olarak, insanın
okumaktan gâyesi kalbini kötü huylardan temizleyip, fazîletlerle süslemek,
gelecekte ise Allahü teâlâya yakın olmak ve yakınlık mertebesine kavuşmak
olmalıdır. Bilgisiyle; riyaset, servet, makam, düşük adamlarla mücâdele ve
akranlarına üstünlük gâyesi göstermemelidir."
Anadolu velîlerinin
büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) farz, vâcib ve
sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile
amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde
tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp,
onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini
tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil'i (şeytanı), Bel'âm bin Baûrâ'yı,
Bersisa'yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan Sa'lebe'yi anlatmaktadır.
Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için yapmayı, yeterince ilim ve
bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasından
sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette
yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.
Endülüste'te yetişen büyük
velîlerden Ahmed Necibî hazretleri büyük âlim ve velî Câfer Endülüsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin yanına gitmek üzere bir grup ile yola çıktı.
Endülüs'e vardıklarında yanındakiler, Peygamberlik iddiasında bulunan İbn-ül-Mer'e
ismindeki şahsı önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; "Ben, Ebû Ahmed
Câfer için geldim. Oraya gitmem." dedi. Bunun üzerine arkadaşları ona tâbi olup,
o zâtın yanına gittiler. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberindekileri Şeyh
Câfer Endülüsî'nin huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktı ve; "Çocuk
hocaya defteri temiz olarak gelirse, hoca ona bir şey yazar. Fakat defteri
yazılı ise hoca onun için bir şey yazmak istese nereye yazsın. Onun için böyle
gelen defteri karalanmış geri döner." buyurduktan sonra tekrar onlara baktı ve;
"Aynı sudan içenin mizacı, tabiatı bozulmaktan, değişmekten kurtulur. Çeşitli
sulardan içenlerin mizacı ise bozulmaktan, değişmekten kurtulamaz." buyurdu. Bu
sözü ile memleketlerinden çıkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çıktıkları
hâlde, daha sonra Endülüs'e geldiklerinde, peygamberlik iddiâsında bulunan o
şahsı ziyâret etmek istediklerine işâret etti.
Ahmed Necibî bu sözler
üzerine, onların durumuna düşmekten muhâfaza ettiği için Allahü teâlâya
şükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kişiyi çağırarak, Ahmed
Necibî'yi talebelerinin olduğu yere götürmesini, diğerlerini ise geri
göndermesini istedi. Ahmed Necibî'ye de; "Ey Ebü'l-Abbâs! Siz memleketinizden
çıktığınızdan îtibâren Allahü teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti.
Sizden her birinizin ne hâlde geldiğini biliyorduk." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Talebeye
lâzım olan edeb nedir?” denildiğinde; "Talebeye üç şey çok lâzımdır: Birincisi;
her an abdestli bulunmak. İkincisi; bulunduğu hâli çok iyi korumak. Üçüncüsü de;
yiyip içtiğinin helalden olmasına dikkat etmektir." buyurdular.
Buhârâ'da yetişen en büyük
velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
babası, Buhârâ'nın zengin eşrâfından idi. Babası vefât edince, oğullarına çok
fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn hiç mîrâs kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend
Muhammed Behâeddîn-i Buhârî'ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp
hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn
Buhârî hazretleri Alâeddîn'e nazar ettikten sonra;
"Evlâdım bizim yolumuzda
çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terketmek vardır. Sen
bunları yapabilecek misin?" buyurunca, Alâeddîn derhal;
"Yaparım efendim!" diye
cevap verdi.
"Öyleyse bugün bir küfe elma
alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!" buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanınmış bir
âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç
kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı
Nakşibend'in huzûruna gelerek;
"Emirlerinizi yerine
getirmeye çalıştım efendim." dedi. Behâeddîn-i Buhârî;
"Bugün de kardeşlerinin
dükkanı önünde satacaksın." buyurdu. Alâeddîn; "Peki efendim!" diyerek,
ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.
Ağabeyleri yanına gelip;
"Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından
daha fazlasını al, fakat bu işi bırak." dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma
satmaya devâm etti. Ağabeyleri;
"Mâdem satacaksın, bizim
dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!" diye ısrâr ettiler. O yine
dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki,
Alâeddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye
devâm etti. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend hazretleri;
"Artık bu iş tamamdır."
diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri
anlatır: "Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve
sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;
"Sen mi beni sevdin, ben mi
seni sevdim?" buyurdu.
"İkrâm sâhibi zâtınız, âciz
hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir." diyerek cevap
verdim. Bunun üzerine;
"Bir müddet bekle, işi
anlarsın." buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser
kalmadı. O zaman; "Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?" buyurdu.
Beyt:
Eğer mâşûktan olmazsa
muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması mâşûka
kavuşturamaz aslâ.
Alâeddîn-i Attâr talebeliğe
kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç
boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda
yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla
gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve
üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve
hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini,
olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına;
"Ey hâtun! Kızımız bülûğa
erişince bana haber ver." buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına
geldiğini öğrenince, Alâeddîn-i Attâr'ın odasına gitti. Bu sırada Alâeddîn-i
Attâr, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasında, başının
altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i
Buhârî'yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri
buyurdu ki:
"Eğer kabûl edersen, evimde
yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim." Alâeddîn-i Attâr,
edeble durumunu arzetti:
"Hakkımda büyük bir lütuf ve
saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim
yoktur." Behâeddîn-i Buhârî ise;
"Benim kızım sana müyesser
ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği
bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!" buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî,
talebeleriyle birlikte Alâeddîn'e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O
sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında
dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri
güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâeddîn hazretlerine gölge
yaptığını hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü
teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem'in şiddetli sıcağı
yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allahü
teâlâyı unutmaz, kalbinde O'nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle
ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakk'ı zikreder; "Allah! Allah!" derdi.
Ev tamamlanınca, düğünleri
yapıldı. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu.
Behâeddîn-i Buhârî,
Alâeddîn'i sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve
onun evliyâlık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu birgün
talebeleri sorunca, onlara;
"Onu, kurt kapmasın diye
yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadır. Her ân onun hâli ile
ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu
görünce, Allahü teâlâyı ve O'nun beytini (Beytullah'ı) hatırlarım. Kerîmin
hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuşur." buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî hayatta
iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attâr'a bırakıp;
"Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti." buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel
terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri
sohbetlerinde tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin,
talebenin durumu ve yapacağı işler hakkında buyurdular ki: "Bu yola taklîd
ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i
Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklîd ettiğim ve
hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum."
"Nefsi terbiye etmekten
maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir.
Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları
terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: "Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin
hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını
anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak
yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim
hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu
elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."
Alâeddîn-i Attâr hazretleri
vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: "Birbirinize sığının! Her
işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden
dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi
şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir
ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır."
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hareketini Peygamber
efendimize uydurmaya çalışırdı. Talebelerine bu şekilde olmadıkça, Resûlullah
efendimize gerekli hürmet ve tâzimin yapılmış olamayacağını bildirirdi. O,
Resûlullah efendimize uymak, O'na hürmet göstermek için şu hususları
talebelerine şart koşmuştur:
1. Resûlullah'ın mübârek
isimleri geçtikçe salat ve selâm getirmek.
2. Resûlullah efendimiz
ziyâret edildiğinde kabr-i şerîfinin yanında sesi yükseltmemek.
3. Resûlullah'ın haremi olan
Medîne-i münevvereye tâzim ve hürmette bulunmak, orada yasaklanan şeylerden
(veya günah işlemekten) sakınmak ve Medîne-i münevvere ehline ikrâmda bulunmak.
4. Resûlullah efendimizin
mübârek sözlerinden ve işlerinden bildirilen bir şeyi, O'nun şânını hafife
alacak bir şey ile mukâbele etmemek. Mesela Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem falanca şeyi severdi denince, hâlbuki ben onu sevmem dememek.
5. Kur'ân-ı kerîmin ve
hadîs-i şerîf kitaplarının üzerine, başka her hangi bir kitap veya herhangi bir
ev eşyâsı koymamak.
6. Allahü teâlânın ism-i
şerîfi veya Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinin bulunduğu bir kâğıdı
atmamak. Böyle kâğıtlar yırtılmaz. İslâm harfleri ile yazılı olan kâğıtlara da
hürmet etmek lâzımdır. Bunları temiz bir beze sardıktan sonra çiğnenmeyecek
yerde toprağa gömmek veya yakmak lâzımdır.
Anadolu'da yetişen
velîlerden Ali Behçet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesine
yazdığı mektup şöyledir: "Benim sevgili, insâniyetli ve iyiliksever oğlum!
Göndermiş olduğunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk. Ey oğlum!
Dersimizden uzak olmayasınız. Bir an Allahü teâlâyı anmak, Süleymân
aleyhisselâmın mülkünden daha iyidir, ifâdesini hâtırından çıkarmayınız. Oğul,
dâimâ taleb edenlerden ol. Mübârek gecelerde Allahü teâlâya yalvarıp yakarmayı
fazlaca yaparsanız, isâbetli olur. Zîrâ Allahü teâlâ kulunun yalvarmasını sever.
Bu, Allah adamlarının yoludur."
Mısır evliyâsından Ali
Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine şöyle nasîhat ederdi:
"Din âlimlerine dil uzatmaktan sakının. Çünkü onlar, Allahü teâlânın isim ve
sıfatlarının kapıcılarıdır. Velîleri inkârdan sakının. Zîrâ onlar, Allahü
teâlânın zâtının kapıcılarıdır.
Bir şey yapmak istiyorsanız,
size yakışanı yapın. İnsanlar, bir şey vermediğiniz için sizi cimrilikle itham
etmesinler, bu yüzden size karşı çıkmalarına meydan vermeyin. Çünkü velî olmanın
şartlarından biri de şudur: Bu gibileri, yanlarında bin dinar olsa da bunu bir
fakire verseler, verdikleri paranın onların nazarındaki kıymeti, toprak üzerinde
bulunan bir çakıl taşından daha kıymetsizdir.
Ramazân-ı şerîfin son on
gününde, gece ibâdetinden geri kalmayınız. Hattâ bütün Ramazan gecelerini
ibâdetle geçiriniz. Çünkü Kadir gecesi bu aydadır.
Şâyet biriniz kendisini
ilâhî huzurla hissederse, yalnız kendi nefsi için duâ etmemeli, başkası için de
himmet ve gayretini esirgememelidir. Yapacağı duâların çoğu mümin kardeşleri
için de olmalıdır.
Şuna yemin ederim ki,
talebeler, Allahü teâlânın dünyâyı yarattığı günden yok edeceği güne kadar,
hocalarının huzûrunda kor bir ateş üzerinde otursalar, doğru yola girmeleri için
yol gösterip engelleri ortadan kaldıran hocalarının haklarını ödeyemezler.
Allahü teâlâ kullarına,
bilinen rızıkların dağıtımını sabah namazından sonra, mânevî rızıkların
dağıtımını da ikindi namazından sonra yapar. Bu iki vakitte uyumak, bunun için
sizlere yasak edilmiştir.
Dünyâda Allahü teâlâdan hayâ
edenleri, Allahü teâlâ kıyâmet gününde azarlamaktan ve gazab etmekten hayâ eder.
Allahü teâlâya kavuşturan
yola dâvet edenler, fâsık kimselere dahi kaba ve kırıcı olmamalılar. Onlara rıfk
ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmalılar ki,
kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleştikten sonra nasîhatte
bulunsunlar.
Evliyânın meşhûrlarıdan
Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmak
üzere İki arkadaş, yanına geldiler. Kabûl edip ders vermeye başladı. Bir müddet
sonra bunlardan biri ayrılıp gitmek istedi. Arkadaşı kalması için çok ısrar etti
ise de, başaramadı. Nihâyet ayrılıp gitti. Gittikten kısa bir müddet sonra geri
döndü. Hâli ve kararı değişmişti ve ağlıyordu. Arkadaşı hâlini merak edip;
"Bu hâlin nedir? Sana ne
oldu, neden döndün?" diye sorunca şöyle dedi:
"Buradan ayrılıp memleketime
dönmek üzere yola çıktım. Bir müddet yol aldıktan sonra yolda hocamızı âniden
karşımda gördüm. Nasıl olur diye çok şaşırdım. Karşımda o kadar heybetli
duruyordu ki, ürpermeye başladım. Sonra gözden kayboldu. Bundan gitmeme râzı
olmadığını anladım. Onun bu kerâmetini görünce ayrılıp gitmekle büyük hatâya
düştüğümü anladım. Artık dönüp ilim öğrenmek için karar verdim." diyen bu
talebe, hocasının derslerine ve sohbetlerine devam edip, tam mânâsıyla olgun bir
ilim ehli oldu.
Ali bin Meymûn Mağribî
hazretleri birgün talebelerinden biri ile çarşıya giderken, kısa yol, bir hanın
içinden geçiyordu. Herkes orayı yol yapmıştı. Talebesi;
"Biz de buradan geçelim!"
dedi. Ali bin Meymûn;
"Burası nedir?" diye
sorunca, talebe;
"Han" cevâbını verdi. Bunun
üzerine;
"Bu han oradan geçilsin diye
yapılmamış ki, oradan geçmek için sâhibinin izni olması lâzım." buyurarak yoluna
devâm etti. Sultan Câmii ismi ile anılan bir câminin yanına geldiler. Talebe;
"Buyrun câminin içinden
çarşıya gidelim!"deyince, Ali bin Meymûn;
"Câmiler, Allahü teâlânın
evleridir. İnsanlar burayı yol yapsın diye yapılmamıştır." deyip, çarşıya oradan
da girmeyip başka yoldan girdi.
Ali bin Meymûn Mağribî
hazretleri talebelerinin iyi yetişmeleri için son derece titizlik gösterirdi.
Ufacık bir gevşekliklerine müsâmaha göstermez ve gördüğü kusurları hemen
düzeltirdi. Çok heybetli ve sert bir mîzâca sâhib idi.
Anadolu velîlerinden Ali
Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sık sık şu nasîhatı
yapardı: "Hiç kimse ile münâkaşa etmeyiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o
benim öz oğlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiş olursunuz. Aranızda dargınlık
olmasın."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması,
nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki,
nefsi itmînâna kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere ulaştırır. O da;
Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların
kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir."
Irak evliyâsından Ali
Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe iki kısımdır.
Mürîd olanlar, severler, kalplerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu
getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye başlarlar. Murâd
olanları ise sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için
murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi
Muhammed aleyhisselâmdır. Başkaları ona tufeyl yâni, yanısıra kabûl
olunmaktadırlar. Onlara aradığını buldururlar ve gideceği yolu tamamlarlar.
Artık onların nazarında kâinâtın hiçbir kıymeti yoktur. Hep Allahü teâlâyı
düşünürler. Bu yolda fenâ makâmına kavuşurlar."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri; ilk
sohbetinde şöyle dedi: "Hak yolcusu bir sâlik, talebe, vaktinin, zamânının
değerini gâyet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler bir bir geçip giderken
kendisinin ne hâlde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şâyet geçen bir an içinde,
huzurlu olduysa, bunu şükür gerektiren bir hâl bilmeli. "Allah'ıma şükürler
olsun." demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telâfî etme yoluna
gitmeli, yüce Yaratana nefsânî mâzeretini bildirip ondan bağışlanmasını
dilemelidir..."
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
gün hocası Zâkirzâde, talebelerinden bir işin yapılmasını istedi. Talebeler, o
işi yapmak husûsunda biraz isteksiz hareket ettiler. Bu durumu duyan Seyyid
Osman, Zâkirzâde'nin yanına giderek; "Emir buyuracağınız hizmet nedir
sultânım? Derhal yerine getireyim." dedi. Zâkirzâde; "Senin dersin vardır. Bu
işi yapman dersine mânidir." deyince, Osman Fadlı Efendi; "Bu zamanda önce ve
sonra gelenlerin ilimlerini elde edeceğimi bilsem, yine şerefli hizmetinizi
yerine getirmeyi tercih ederim." dedi. Bu söz, Zâkirzâde Abdullah Efendinin çok
hoşuna gitti. Sonra; "Emir Çelebi! Allahü tealâ sana, önce ve sonra gelenlerin
ilimlerini nasîb eylesin." diye duâ etti. Bu olay üzerine Seyyid Osman Fadlı
Efendi, arkadaşlarına; "Bu duâdan sonra bir gece de bütün ilimler kalbime ilhâm
olundu. Bilmediğim ilim kalmadı." dedi.
Bundan sonra Zâkirzâde,
Seyyid Osman'a îcâzet vermek istedi. Osman Fadlı; "Sultânım, ben sizin
hizmetinizi tercih ederim." diyerek kabûl etmedi. Osman Fadlı Efendi o gece
rüyâsında: "Kullarımı bana dâvet etmek için kelâmımı al!" diye kendisine Mıshaf-ı
şerîfin uzatıldığını gördü. Korkuyla uyanan Osman Fadlı; "Talebenin vazîfesi
hocasına teslim olmaktır." dedi ve hocasına tam olarak teslim oldu. Hocası onu
Edirne tarafında Aydos isimli kasabaya, insanları doğru yola dâvet için
gönderdi. Osman Fadlı, Aydos'da birkaç sene kaldıktan sonra, ilahî bir işâret
üzerine, Filibe taraflarına gitti. Filibe'de on beş seneden fazla insanlara
doğru yolu gösterdi.
Osman Fadlı Efendi, bir gün
kaylûle yaparken, şu rüyâyı gördü. Üç yüz kadar âlim gelip etrafında halka
oldular. Hep birlikte oradan İstanbul'a geldiklerinde, hocası Zâkirzâde göründü
ve; "Git şimdi senin irşâd yerin burasıdır." diyerek, Atpazarı'nda bulunan Kul
Câmiini işâret etti ve bir sarık ile bir âsâ hediye etti. Gördüğü bu rüyâ
üzerine İstanbul'a gelen Osman Fadlı, hocasının işâret ettiği yere yerleşti.
Bundan sonra Atpazarı Emîri diye meşhûr oldu. Kul Câmiinin hatiplik ve imâmlık
vazîfesi Osman Fadlı'ya verildi. |