|
SÛ-İ ZAN -
2
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken “Bir
gün Tillo’ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur’ân-ı kerîmi
ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim bir şahıs geldi. Bu zât, İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin bâzı hâl ve hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak
beğenmezdi. Huzurdayken ona:
“Ey Şeyh! Sen niçin câmiye
gitmiyorsun?” diye sordu. O hilim deryâsı, yumuşaklık denizi olan Fakîrullah
hazretleri lütfederek; “Ey hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle
yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur.” diye cevap verdi.
O zât; “Peki, niçin cemâat
sevâbına kavuşmak istemezsin.” diye tekrar sordu. Fakîrullah; “Beş vakit namazda
evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla berâber edâ ediliyor.” diyerek
cevap verdi.
“Ezâna niçin riâyet
etmiyorsun?” sorusuna da; “Bu mescidin minâresi şu kerpiç kadar taştır. Onun
üzerinde beş vakitte de ezân okunuyor. Burada okunan ezân-ı şerîfe icâbet
ediyorum. Cumâ namazını ise gidip câmide kılıyoruz.” buyurdu.
O zât; “Niçin çok cemâatin
fazîletine kavuşmak istemezsin.” diye sorunca; hocam, tebessüm ederek; “Kuyu
hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet bilir ve o sevâba kavuşurdum.
Ancak kuyu hâdisesiyle kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzursuz oluyorum. Bundan
dolayı mâzurum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm etmiyeceğini umarım.
Çünkü, sevgili Peygamberimiz; “Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır.” buyurdu.
Bu hadîs-i şerîften ümitliyiz.” O zât edebe riâyet etmeyerek sorduğu bu
sorulardan aldığı cevap üzerine huzurdan ayrılıp gitti. O gece evinde yatıp
uyudu. Fakat sabahleyin uyandığında Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini tamâmen
unuttuğunu fark etti. İkinci günü abdest almayı ve namaz kılmayı da unuttu.
Üçüncü gün ise göz nîmeti elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına
gelip, yanına birkaç kişi alarak doğru Fakîrullah’ın huzûruyla şereflendi.
Merhamet menbâı olan Fakîrullah Efendi, onu, kör olarak görünce çok ağladı ve
gözünün açılması için duâ etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda
Allahü teâlânın izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle
geldi. İsmâil Fakîrullah’dan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı.
Ona; “Sen o gün doğruyu
söyledin. Emr-i mârûf eyledin. Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin.” diyerek o
zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddini bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ
katında makbûl biri olduğunu anladı. O gece talebelerin odasında yattı.
Sabahleyin kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden geldiğini
gördü. Sevinçten uçuyordu. Allahü teâlâya hamdü senâ edip şükür secdesine
kapandı. Hocamıza duâlar ederek oradan ayrıldı.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Gulâm Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Peşâver âlimlerinden biri,
talebelerinden bir cemâatle birlikte Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleri ile ilmî
münâzara yapmak üzere huzûruna gelmişti. Huzûruna girince, bütün ilmini
birdenbire unutuverdi. Gulâm Muhammed Ma'sûm ona, talebelerin oturduğu yere
geçmesini işâret etti.Tek kelime konuşamadı. Sonra meclisinden kalkıp gitti.
Gulâm Muhammed Ma'sûm ile münâzaraya girmek için ilmin ince meselelerini yeniden
öğrendi. Bir gün yine aynı niyetle huzûruna gitti. Fakat huzûruna girince,
öğrendiklerini gene unuttu. Tekrar dönüp gitti. Üçüncü sefer tekrar hazırlanıp,
kitaplarını da yanına alıp huzûruna gitti. Bu sefer de bildiklerini unuttu.
Götürdüğü kitaplardan bir harfi bile okumaya kâdir olamadı, okumayı dahî unuttu.
Bu durum karşısında talebeleri ile birlikte, Gulâm Muhammed Ma'sûm'un huzûrunda
özür beyân edip af diledi. Kendisini de talebeliğe kabûl etmesini arz etti.
Bundan sonra Gulâm Muhammed Ma'sûm o zâta; "Sen bize münâzara için gelirken,
falan falan bahisleri ezberlemiştin. Bâzı sorular da hazırlamıştın. Bu soruların
cevâbı şöyle şöyledir." buyurup, herbirini tek tek îzâh ederek cevap verdi.
Sonra onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta yetiştirerek kemâle ulaştırdı ve
icâzet, diploma verdi."
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Seyyid İbrâhim Desûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
imtihân etmek niyetiyle, yedi kişi bir gün yola çıktı. Desûk nahiyesi
yakınlarına geldiklerinde İbrâhim Desûkî, talebelerinden birini bunlara
gönderdi. Talebe, kendisini Seyyid İbrâhim Desûkî'nin gönderdiğini, geri
dönmelerini istediğini bildirdi. İmtihan için gelenler biraz tereddüd ettiler. O
anda kendilerini bir sahrada buldular. Uzun müddet burada perişan bir halde
kaldılar. Yiyecek bir şey bulamayıp ot yediler. Üzerlerindeki elbiseleri eskidi.
Lime lime olup dökülmeye başladı. Büyük bir zâtı imtihân etmek isteği ile bu
hâle geldiklerini anlayıp, tövbe ettiler. Onların bu hallerine vâkıf olan Seyyid
İbrâhim, talebesini tekrar onların yanına gönderdi. Talebe onlara; "Artık
buradan gidiniz!" dedi. O kişiler etraflarına bakınırken, bir anda kendilerini
İbrâhim Desûkî hazretlerinin huzûrunda buldular. Seyyid hazretleri onlara;
"Haydi hazırladığınız suâlleri söyleyin!" buyurdu. Onlar da; "Efendim, biz bir
kabahat işledik. Bundan çok üzgünüz, affınızı ve bizi talebeliğe kabûl etmenizi
istiyoruz." dediler. Seyyid İbrâhim Desûkî de bunları affedip, talebeliğe kabûl
etti.
Büyük velîlerden İzzeddîn
Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün Tîmûr Han çadırına
dâvet etti ve çadırda otururken hizmetçisine tenbih edip; “Bu zâtı bir tecrübe
edelim. Şimdi siz gasb edilmiş bir kuzu veya tavuk yakalayıp pişirin ve bu zâtın
önüne getirin. İkrâm edelim. Bakalım helal veya haram olduğunu anlayabilecek
mi?” diye emretti. Hizmetçi bir kuzu bulup getirdi ve İzzeddîn Türkmânî
hazretlerinin önüne koydu. Türkmânî hazretleri önüne konan kızarmış kuzudan
besmele okuyup yemeye başladı. Tîmûr Han; “Efendi hazretleri. Helâl ise yiyorum
demeyi unuttunuz.” dedi. O zaman Türkmânî hazretleri; “Bu bize helâldir.”
buyurdu. O zaman Tîmûr Han yanındakilere; “Görün evliyâ dediğiniz zât,
gasbedilmiş ve haram şeye besmele bile okudu. Helâl gibi haramı yer. Dînini hebâ
ve kendini cezâya uğratır.” dedi. Bunun üzerine Türkmânî hazretleri; “Aslı
vardır. Birazdan anlaşılır.” buyurdu. O esnâda dışarıda bir kadın feryâd ederek;
“Sultânım kuzucuklarımdan birini evimde beslerdim. Onu İzzeddîn hazretlerine
vermeyi adamıştım. Onu alıp giderken adamlarınız elimden aldı ve bana eziyet ve
zulüm ettiler.” diye seslendi. Tîmûr Han bu sözleri duyunca, hayretler içinde
kaldı. O zaman Türkmânî hazretleri başını kaldırıp; “Ey hâtun! Adağın kabûl
olsun. Allahü teâlâ sana çok mükâfât versin. Adağın bana geldi. Sâhibini buldu.
İşte yediğimiz kuzu odur.” buyurdu. Kadıncağız sevinçle geri döndü. O zaman
Tîmûr Han, İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin büyük bir zât olduğunu hakkıyla
anlayıp hürmet ve ikrâmlarda bulundu ve yaptığı imtihan sebebiyle özür dileyip
duâ istedi.
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
zamânında Basra’da Yahyâ bin Hasan adında, bir mescid imâmı vardı. Şeyh Kâzerûnî
hazretlerinin oturduğu beldeye geldi. Sabah namazı vaktiydi. Kâzerûnî
hazretlerinin mescidine girdi. Kâzerûnî hazretleri imâm olmuş namaz
kıldırıyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu. Kâzerûnî, okuduğu uzun
bir sûrede bir âyeti unutarak okumadı. Bunu fark eden Yahyâ bin Hasan kendi
kendine; “Yazıklar olsun bana. Buraya kadar boşuna yorulmuşum. Tâ Basra’dan
buraya bu adamı ziyârete geldim. Halbuki o namazda okuduğu sûreyi yanlış okuyor.
Kur’ân-ı kerîmi doğru okuyamayan kimsenin ne fazileti olabilir? Buraya geldiğime
pişman oldum.” diye düşündü. Şeyh Kâzerûnî hazretleri namazdan ve duâdan sonra o
kimseyi yanına çağırdı ve buyurdu ki: “Gördüğünüz gibi bizler hatâ işleyip
duruyoruz. Âdemoğluyuz. Âdemoğlu unutkanlıktan kurtulamaz.” buyurdu. Yahya bin
Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi
kalbinden geçenleri bildiğini anladı. Düşündüklerine tövbe edip özür diledi.
Irak’ta yetişen büyük
velîlerden Mâcid el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu
Süleymân (veya Selmân) şöyle anlatır: “Bir ara babamın husûsî odasında, yanında
bulunuyordum. Orada yiyecek ve içecek aslâ birşey bulunmazdı. Bir gün kendisine
yirmi fakir geldi. Babam bana; “Şu odaya gir, bize yemek getir.” dedi. Ben,
içeride yiyecek ve içecek hiçbir şey bulunmadığını bildiğim hâlde îtirâz
edemedim. İki hizmetçi ile beraber odaya girdik. Girince odanın çeşit çeşit
lezzetli yemeklerle dolu olduğunu gördük. O yemekleri çıkardık. Gelenler yiyip,
doydular. Yemekler de tamâmen bitti. Biraz sonra otuz fakir daha geldi. Babam,
yine önceki gibi emredip içeriden yemek getirmemizi istedi. Peki deyip içeri
girdiğimizde, öncekilerden daha değişik ve daha çok yemekler vardı. Onları da
ikrâm ettik. Sonra babam, bu iki hizmetçiye birden nazar etti. İkisi de bayılıp
oraya düştüler. Evlerine kaldırıldılar ve her ikisi de uzun müddet baygın hâlde
kaldı. Nihâyet ayılıp istigfâr ederek ve ağlıyarak, babamın yanına geldiler. Çok
özür dileyip, affedilmelerini istediler. Babam da, özürlerini kabûl edip onları
affetti. O iki hizmetçi bu hâle düşmelerine sebep olan hatâlarını izâh edip;
“İçeride hiç yemek bulunmadığını bildiğimiz bir odada, iki defâda da, çeşit
çeşit ve bol yiyecekleri görünce; “Bu sihirdir.” düşüncesi aklımıza geldi. Bu
yanlış düşüncemiz sebebiyle bu duruma düştük.” dediler.”
Zebid şehrinde yetişen
evliyânın büyüklerinden Merzûk Sârifî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin torunlarından Yahyâ-i Merzûkî, Benî Merzûk evliyâsını, âlimlerini
anlatan bir kitap yazmıştır. Bu kitapta şöyle anlatıyor: Bir defâsında, zamânın
sultanı, Merzûk Sârifî’yi bir ziyâfete dâvet etti. Maksadı, onun hâlini iyice
anlamak, imtihan etmek, denemekti. Kerâmet sâhibi olduğu söyleniyor, bakalım
aslı var mı? düşüncesiyle hareket ediyordu. Bir sığır ve bir de at kestirip,
etlerini ayrı ayrı pişirttirdi. Ayrı ayrı tabaklara koydurdu. Sonra Merzûk
Sârifî’yi sofraya dâvet ettiler. Merzûk Sârifî talebelerinden bâzılarıyla gelip
sofraya oturdu. Sultanın adamları da sofraya oturdular. Merzûk Sârifî, içinde
sığır etinin bulunduğu tabakları talebelerinin önlerine dağıttı. İçinde at eti
bulunan tabakları da sultanın adamlarının önlerine koydu. Sultan dikkatle tâkib
ediyordu. Sığır etlerinin hepsinin Merzûk Sârifî ve talebelerine, at etlerinin
de kendi adamlarına geldiğini görünce, çok hayret etti. Tabaklar önceden, sâdece
sultanın bileceği şekilde karıştırılmıştı. Merzûk Sârifî ise, bu tabakları hiç
yanlışlık olmadan ayırıyor, sığır etlerini kendi talebelerine, at etlerini de
sultanın adamlarına ayırıyordu. Sultan bir ara; “Bunların hepsi temiz ettir.
Niçin ayırıyorsunuz?” deyince, Merzûk Sârifî; “Bu tabaktaki etler, fakirlere
(bizlere) lâyıktır. Diğer tabaklardaki etler de, sultanların adamlarına,
hizmetçilerine lâyıktır.” buyurdu. Bunları işiten Sultan, Merzûk Sârifî’nin
fazîlet ve yüksekliğini anlayarak, hemen yanına yaklaştı. Merzûk Sârifî’nin
elini öptü, ondan nasîhat istedi. “Lütfen bana emrediniz! Hüküm vermekte nasıl
davranayım?” dedi. Merzûk Sârifî de ona nasıl davranması îcâb ettiğini
açıklayarak, çok nasîhatlerde bulundu.”
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini;
Süleymâniye'nin meşhûr âlimlerinden bâzısı, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve
ince meseleleri ile mağlub etmek istediler ise de, kendileri yenildiler.
Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük
âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen Şeyh Yahyâ Mazûrî İmâdî'ye mektup yazıp;
"Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi,
müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî İmâdî hazretlerinedir.
Hak teâlâ müslümanları uzun hayâtınızla bereketlendirsin. Şehrimizde, Hâlid
isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ
ve insanları irşâd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir
sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu
ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve
zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursanız, bu
fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır." dediler.
Bu mektup, Şeyh Yahyâ'nın
eline geçince, bâzı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre
yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi
evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır."
deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hânekâhına gitti. O devlethâneye girince,
Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra,
yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler
vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ,
Şeyh'e hitâben; "Din ilimlerinde çok müşkil meseleler vardır. İşte biri şudur ve
cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur." buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün
suâlleri ve cevaplarını söyledi.
Şeyh Yahyâ bu mübârek zâtın
evliyânın büyüklerinden olduğunu anladı. Tövbe edip talebelerinden oldu.
İftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ'yı çok
severdi.
Âlim ve fazîlet sâhibi olan
Şeyh Ali Süveydî büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf
senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid
hazretlerine geldi. Müsâfeha esnâsında bir hadîs-i şerîf okudu. Mevlânâ
hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i Sitte'de
yazılı hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ
hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan
düşüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; "Mevlânâ en
büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir
damlayız." derdi.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) senelerce Sinâniyye Mescidinde imâmlık yapıp, talebe
yetiştirmekle meşgûl olduktan sonra, Mescid-i İmrânî’de vazîfe yaptı. Ömrünün
sonlarında talebeleri ve âilesi için bir dergâh inşâ ettirdi. Muhammed Emin
Erbilî hazretleri bu dergâhın inşâsında bizzat çalıştı. Bir an evvel bitirmek
için gayret etti. Binânın yapımı bittikten sonra talebelerinden birini çağırdı
ve; “Gel sana yeni kardeşlerimizin yerini göstereyim.” buyurdu. Talebesiyle
birlikte oda oda gezdiler. Tavana çıktıkları zaman; “İnsanlar kendim için bir
köşk yaptığımı söylüyorlar. Vallahi kalbimde en ufak bir meşgûliyeti yoktur.
Dünyâya karşı sevgim yoktur. Lâkin buranın süratle yapılması için beni bir
kuvvet zorladı. Bunda da bir hikmet vardır.” buyurdu. Çok geçmeden vefât etti.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Ezherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihan için bir gün
bâzı kimseler, huzûruna geldiler. Fakat hazırladıkları suâlleri sormaya cesâret
edemediler. Birbirlerine “Sen sor, sen sor” diye işâret ediyorlardı. Muhammed
Ezherî ise o sırada başını eğmiş, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl idi. Bir ara
başını kaldırıp onlara; “Niçin susup duruyorsunuz. Câmi, Allahü teâlâya ibâdet
ve O’nu anmak içindir. Câmiye, ya Allahü teâlâyı zikr için veyâ ilim öğrenmek
için gelinir. Bunun hâricinde yapılanlar boş işlerdir” dedi. İçlerinden bir
tânesi edeb ve hürmetle; “Efendim! Biz huzûrunuza sohbetinizden faydalanmak için
geldik” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ezherî konuşmaya başladı. Konuşurken
gelenlerin akıllarından geçen bütün suâlleri cevaplandırdı. Kimin aklından geçen
suâli cevaplandırırsa, ona tebessüm ederek dönerdi. Allah dostlarının yanında,
kalbden geçen şeylerin gizli kalmadığını onlara gösterdi. O zaman orada
bulunanlar, onun büyüklüğünü anladılar. |
|