CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

SÛ-İ ZAN - 2

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken “Bir gün Tillo’ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim bir şahıs geldi. Bu zât, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin bâzı hâl ve hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi. Huzurdayken ona:

“Ey Şeyh! Sen niçin câmiye gitmiyorsun?” diye sordu. O hilim deryâsı, yumuşaklık denizi olan Fakîrullah hazretleri lütfederek; “Ey hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur.” diye cevap verdi.

O zât; “Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak istemezsin.” diye tekrar sordu. Fakîrullah; “Beş vakit namazda evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla berâber edâ ediliyor.” diyerek cevap verdi.

“Ezâna niçin riâyet etmiyorsun?” sorusuna da; “Bu mescidin minâresi şu kerpiç kadar taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezân okunuyor. Burada okunan ezân-ı şerîfe icâbet ediyorum. Cumâ namazını ise gidip câmide kılıyoruz.” buyurdu.

O zât; “Niçin çok cemâatin fazîletine kavuşmak istemezsin.” diye sorunca; hocam, tebessüm ederek; “Kuyu hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet bilir ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hâdisesiyle kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzursuz oluyorum. Bundan dolayı mâzurum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm etmiyeceğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz; “Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır.” buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitliyiz.” O zât edebe riâyet etmeyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine huzurdan ayrılıp gitti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat sabahleyin uyandığında Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini tamâmen unuttuğunu fark etti. İkinci günü abdest almayı ve namaz kılmayı da unuttu. Üçüncü gün ise göz nîmeti elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip, yanına birkaç kişi alarak doğru Fakîrullah’ın huzûruyla şereflendi. Merhamet menbâı olan Fakîrullah Efendi, onu, kör olarak görünce çok ağladı ve gözünün açılması için duâ etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlânın izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle geldi. İsmâil Fakîrullah’dan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı.

Ona; “Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i mârûf eyledin. Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin.” diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddini bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl biri olduğunu anladı. O gece talebelerin odasında yattı. Sabahleyin kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden geldiğini gördü. Sevinçten uçuyordu. Allahü teâlâya hamdü senâ edip şükür secdesine kapandı. Hocamıza duâlar ederek oradan ayrıldı.

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Gulâm Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Peşâver âlimlerinden biri, talebelerinden bir cemâatle birlikte Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleri ile ilmî münâzara yapmak üzere huzûruna gelmişti. Huzûruna girince, bütün ilmini birdenbire unutuverdi. Gulâm Muhammed Ma'sûm ona, talebelerin oturduğu yere geçmesini işâret etti.Tek kelime konuşamadı. Sonra meclisinden kalkıp gitti. Gulâm Muhammed Ma'sûm ile münâzaraya girmek için ilmin ince meselelerini yeniden öğrendi. Bir gün yine aynı niyetle huzûruna gitti. Fakat huzûruna girince, öğrendiklerini gene unuttu. Tekrar dönüp gitti. Üçüncü sefer tekrar hazırlanıp, kitaplarını da yanına alıp huzûruna gitti. Bu sefer de bildiklerini unuttu. Götürdüğü kitaplardan bir harfi bile okumaya kâdir olamadı, okumayı dahî unuttu. Bu durum karşısında talebeleri ile birlikte, Gulâm Muhammed Ma'sûm'un huzûrunda özür beyân edip af diledi. Kendisini de talebeliğe kabûl etmesini arz etti. Bundan sonra Gulâm Muhammed Ma'sûm o zâta; "Sen bize münâzara için gelirken, falan falan bahisleri ezberlemiştin. Bâzı sorular da hazırlamıştın. Bu soruların cevâbı şöyle şöyledir." buyurup, herbirini tek tek îzâh ederek cevap verdi. Sonra onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta yetiştirerek kemâle ulaştırdı ve icâzet, diploma verdi."

 Mısır'da yetişen büyük velîlerden Seyyid İbrâhim Desûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihân etmek niyetiyle, yedi kişi bir gün yola çıktı. Desûk nahiyesi yakınlarına geldiklerinde İbrâhim Desûkî, talebelerinden birini bunlara gönderdi. Talebe, kendisini Seyyid İbrâhim Desûkî'nin gönderdiğini, geri dönmelerini istediğini bildirdi. İmtihan için gelenler biraz tereddüd ettiler. O anda kendilerini bir sahrada buldular. Uzun müddet burada perişan bir halde kaldılar. Yiyecek bir şey bulamayıp ot yediler. Üzerlerindeki elbiseleri eskidi. Lime lime olup dökülmeye başladı. Büyük bir zâtı imtihân etmek isteği ile bu hâle geldiklerini anlayıp, tövbe ettiler. Onların bu hallerine vâkıf olan Seyyid İbrâhim, talebesini tekrar onların yanına gönderdi. Talebe onlara; "Artık buradan gidiniz!" dedi. O kişiler etraflarına bakınırken, bir anda kendilerini İbrâhim Desûkî hazretlerinin huzûrunda buldular. Seyyid hazretleri onlara; "Haydi hazırladığınız suâlleri söyleyin!" buyurdu. Onlar da; "Efendim, biz bir kabahat işledik. Bundan çok üzgünüz, affınızı ve bizi talebeliğe kabûl etmenizi istiyoruz." dediler. Seyyid İbrâhim Desûkî de bunları affedip, talebeliğe kabûl etti.

Büyük velîlerden İzzeddîn Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün Tîmûr Han çadırına dâvet etti ve çadırda otururken hizmetçisine tenbih edip; “Bu zâtı bir tecrübe edelim. Şimdi siz gasb edilmiş bir kuzu veya tavuk yakalayıp pişirin ve bu zâtın önüne getirin. İkrâm edelim. Bakalım helal veya haram olduğunu anlayabilecek mi?” diye emretti. Hizmetçi bir kuzu bulup getirdi ve İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin önüne koydu. Türkmânî hazretleri önüne konan kızarmış kuzudan besmele okuyup yemeye başladı. Tîmûr Han; “Efendi hazretleri. Helâl ise yiyorum demeyi unuttunuz.” dedi. O zaman Türkmânî hazretleri; “Bu bize helâldir.” buyurdu. O zaman Tîmûr Han yanındakilere; “Görün evliyâ dediğiniz zât, gasbedilmiş ve haram şeye besmele bile okudu. Helâl gibi haramı yer. Dînini hebâ ve kendini cezâya uğratır.” dedi. Bunun üzerine Türkmânî hazretleri; “Aslı vardır. Birazdan anlaşılır.” buyurdu. O esnâda dışarıda bir kadın feryâd ederek; “Sultânım kuzucuklarımdan birini evimde beslerdim. Onu İzzeddîn hazretlerine vermeyi adamıştım. Onu alıp giderken adamlarınız elimden aldı ve bana eziyet ve zulüm ettiler.” diye seslendi. Tîmûr Han bu sözleri duyunca, hayretler içinde kaldı. O zaman Türkmânî hazretleri başını kaldırıp; “Ey hâtun! Adağın kabûl olsun. Allahü teâlâ sana çok mükâfât versin. Adağın bana geldi. Sâhibini buldu. İşte yediğimiz kuzu odur.” buyurdu. Kadıncağız sevinçle geri döndü. O zaman Tîmûr Han, İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin büyük bir zât olduğunu hakkıyla anlayıp hürmet ve ikrâmlarda bulundu ve yaptığı imtihan sebebiyle özür dileyip duâ istedi.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında Basra’da Yahyâ bin Hasan adında, bir mescid imâmı vardı. Şeyh Kâzerûnî hazretlerinin oturduğu beldeye geldi. Sabah namazı vaktiydi. Kâzerûnî hazretlerinin mescidine girdi. Kâzerûnî hazretleri imâm olmuş namaz kıldırıyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu. Kâzerûnî, okuduğu uzun bir sûrede bir âyeti unutarak okumadı. Bunu fark eden Yahyâ bin Hasan kendi kendine; “Yazıklar olsun bana. Buraya kadar boşuna yorulmuşum. Tâ Basra’dan buraya bu adamı ziyârete geldim. Halbuki o namazda okuduğu sûreyi yanlış okuyor. Kur’ân-ı kerîmi doğru okuyamayan kimsenin ne fazileti olabilir? Buraya geldiğime pişman oldum.” diye düşündü. Şeyh Kâzerûnî hazretleri namazdan ve duâdan sonra o kimseyi yanına çağırdı ve buyurdu ki: “Gördüğünüz gibi bizler hatâ işleyip duruyoruz. Âdemoğluyuz. Âdemoğlu unutkanlıktan kurtulamaz.” buyurdu. Yahya bin Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi kalbinden geçenleri bildiğini anladı. Düşündüklerine tövbe edip özür diledi.

Irak’ta yetişen büyük velîlerden Mâcid el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Süleymân (veya Selmân) şöyle anlatır: “Bir ara babamın husûsî odasında, yanında bulunuyordum. Orada yiyecek ve içecek aslâ birşey bulunmazdı. Bir gün kendisine yirmi fakir geldi. Babam bana; “Şu odaya gir, bize yemek getir.” dedi. Ben, içeride yiyecek ve içecek hiçbir şey bulunmadığını bildiğim hâlde îtirâz edemedim. İki hizmetçi ile beraber odaya girdik. Girince odanın çeşit çeşit lezzetli yemeklerle dolu olduğunu gördük. O yemekleri çıkardık. Gelenler yiyip, doydular. Yemekler de tamâmen bitti. Biraz sonra otuz fakir daha geldi. Babam, yine önceki gibi emredip içeriden yemek getirmemizi istedi. Peki deyip içeri girdiğimizde, öncekilerden daha değişik ve daha çok yemekler vardı. Onları da ikrâm ettik. Sonra babam, bu iki hizmetçiye birden nazar etti. İkisi de bayılıp oraya düştüler. Evlerine kaldırıldılar ve her ikisi de uzun müddet baygın hâlde kaldı. Nihâyet ayılıp istigfâr ederek ve ağlıyarak, babamın yanına geldiler. Çok özür dileyip, affedilmelerini istediler. Babam da, özürlerini kabûl edip onları affetti. O iki hizmetçi bu hâle düşmelerine sebep olan hatâlarını izâh edip; “İçeride hiç yemek bulunmadığını bildiğimiz bir odada, iki defâda da, çeşit çeşit ve bol yiyecekleri görünce; “Bu sihirdir.” düşüncesi aklımıza geldi. Bu yanlış düşüncemiz sebebiyle bu duruma düştük.” dediler.”

Zebid şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Merzûk Sârifî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin torunlarından Yahyâ-i Merzûkî, Benî Merzûk evliyâsını, âlimlerini anlatan bir kitap yazmıştır. Bu kitapta şöyle anlatıyor: Bir defâsında, zamânın sultanı, Merzûk Sârifî’yi bir ziyâfete dâvet etti. Maksadı, onun hâlini iyice anlamak, imtihan etmek, denemekti. Kerâmet sâhibi olduğu söyleniyor, bakalım aslı var mı? düşüncesiyle hareket ediyordu. Bir sığır ve bir de at kestirip, etlerini ayrı ayrı pişirttirdi. Ayrı ayrı tabaklara koydurdu. Sonra Merzûk Sârifî’yi sofraya dâvet ettiler. Merzûk Sârifî talebelerinden bâzılarıyla gelip sofraya oturdu. Sultanın adamları da sofraya oturdular. Merzûk Sârifî, içinde sığır etinin bulunduğu tabakları talebelerinin önlerine dağıttı. İçinde at eti bulunan tabakları da sultanın adamlarının önlerine koydu. Sultan dikkatle tâkib ediyordu. Sığır etlerinin hepsinin Merzûk Sârifî ve talebelerine, at etlerinin de kendi adamlarına geldiğini görünce, çok hayret etti. Tabaklar önceden, sâdece sultanın bileceği şekilde karıştırılmıştı. Merzûk Sârifî ise, bu tabakları hiç yanlışlık olmadan ayırıyor, sığır etlerini kendi talebelerine, at etlerini de sultanın adamlarına ayırıyordu. Sultan bir ara; “Bunların hepsi temiz ettir. Niçin ayırıyorsunuz?” deyince, Merzûk Sârifî; “Bu tabaktaki etler, fakirlere (bizlere) lâyıktır. Diğer tabaklardaki etler de, sultanların adamlarına, hizmetçilerine lâyıktır.” buyurdu. Bunları işiten Sultan, Merzûk Sârifî’nin fazîlet ve yüksekliğini anlayarak, hemen yanına yaklaştı. Merzûk Sârifî’nin elini öptü, ondan nasîhat istedi. “Lütfen bana emrediniz! Hüküm vermekte nasıl davranayım?” dedi. Merzûk Sârifî de ona nasıl davranması îcâb ettiğini açıklayarak, çok nasîhatlerde bulundu.”

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini; Süleymâniye'nin meşhûr âlimlerinden bâzısı, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile mağlub etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen Şeyh Yahyâ Mazûrî İmâdî'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî İmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayâtınızla bereketlendirsin. Şehrimizde, Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır." dediler.

Bu mektup, Şeyh Yahyâ'nın eline geçince, bâzı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır." deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hânekâhına gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh'e hitâben; "Din ilimlerinde çok müşkil meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur." buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi.

Şeyh Yahyâ bu mübârek zâtın evliyânın büyüklerinden olduğunu anladı. Tövbe edip talebelerinden oldu. İftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ'yı çok severdi.

Âlim ve fazîlet sâhibi olan Şeyh Ali Süveydî büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi. Müsâfeha esnâsında bir hadîs-i şerîf okudu. Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i Sitte'de yazılı hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; "Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız." derdi.

Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) senelerce Sinâniyye Mescidinde imâmlık yapıp, talebe yetiştirmekle meşgûl olduktan sonra, Mescid-i İmrânî’de vazîfe yaptı. Ömrünün sonlarında talebeleri ve âilesi için bir dergâh inşâ ettirdi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu dergâhın inşâsında bizzat çalıştı. Bir an evvel bitirmek için gayret etti. Binânın yapımı bittikten sonra talebelerinden birini çağırdı ve; “Gel sana yeni kardeşlerimizin yerini göstereyim.” buyurdu. Talebesiyle birlikte oda oda gezdiler. Tavana çıktıkları zaman; “İnsanlar kendim için bir köşk yaptığımı söylüyorlar. Vallahi kalbimde en ufak bir meşgûliyeti yoktur. Dünyâya karşı sevgim yoktur. Lâkin buranın süratle yapılması için beni bir kuvvet zorladı. Bunda da bir hikmet vardır.” buyurdu. Çok geçmeden vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Ezherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihan için bir gün bâzı kimseler, huzûruna geldiler. Fakat hazırladıkları suâlleri sormaya cesâret edemediler. Birbirlerine “Sen sor, sen sor” diye işâret ediyorlardı. Muhammed Ezherî ise o sırada başını eğmiş, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl idi. Bir ara başını kaldırıp onlara; “Niçin susup duruyorsunuz. Câmi, Allahü teâlâya ibâdet ve O’nu anmak içindir. Câmiye, ya Allahü teâlâyı zikr için veyâ ilim öğrenmek için gelinir. Bunun hâricinde yapılanlar boş işlerdir” dedi. İçlerinden bir tânesi edeb ve hürmetle; “Efendim! Biz huzûrunuza sohbetinizden faydalanmak için geldik” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ezherî konuşmaya başladı. Konuşurken gelenlerin akıllarından geçen bütün suâlleri cevaplandırdı. Kimin aklından geçen suâli cevaplandırırsa, ona tebessüm ederek dönerdi. Allah dostlarının yanında, kalbden geçen şeylerin gizli kalmadığını onlara gösterdi. O zaman orada bulunanlar, onun büyüklüğünü anladılar.