|
SÛ-İ ZAN -
3
Büyük velîlerden Muhammed
Karsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Kars’ta Şeyh Kemâl isminde hal
ehli geçinir biri vardı. Çok kimse onun etrâfında toplanmıştı. Kendisi de bu
hâlini beğenir, kibirlenirdi. Ayrıca Muhammed Karsî hazretleri hakkında iyi
konuşmaz sû-i zan ederdi ve; “Hiç bâtınî, kalbî ilimle zâhirî ilim bir araya
gelir mi?” diyerek evliyâlık hallerine inanmazdı. Bir gün Kars’ta birisinin
çamaşır yıkadıktan sonra kuruması için bahçesine astığı havlusu kayboldu. Ne
kadar aradılarsa bulamadılar. Netîcede bâzıları kötü zan ve şüphe altında kaldı.
Tam o günlerde Muhammed Karsî hazretleri Şeyh Kemâl’in evine gitti ve onun
sığırını satın almak istedi. Şeyh Kemâl de sığırını sattı. Muhammed Karsî
hazretleri sığırı satın aldıktan sonra hemen orada kesti ve acele ile karnını
yardı. İçinden daha önce kaybolan havluyu çıkardı. Şeyh Kemâl bu hâli görünce,
Muhammed Karsî hazretlerinin bâtın ilmine sâhip kerâmet sâhibi büyük bir zât
olduğunu anlayıp ellerine sarıldı ve özür diledi. Talebeliğe kabûl etmesini
istedi. Onun önde gelen talebeleri arasına girdi.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Pârisâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) kerâmetlerini çok gizlerdi. Fakat
bir defâsında, büyük hadîs âlimlerinden Şemseddîn Muhammed bin Muhammed-i Cezerî,
Mirzâ Uluğ Bey zamânında Semerkand’a gelmişti. Mâverâünnehr’in hadîs âlimleri,
hadîslerin senedlerini inceleyerek, tahkik ve tashih ile uğraşıyordu.
Hasedçilerden biri, bu zâta; “Muhammed Pârisâ’nın söylediği hadîs-i şerîflerin
senetlerinin sıhhati tam ve mâlûm olmadığı hâlde, Buhârâ’da çok hadîs nakleder.
Onun senedlerini inceleseniz iyi olur” dedi. Durum Mirzâ Uluğ Bey’e
bildirilince, o da, Buhârâ’ya bir haberci gönderip, Muhammed Pârisâ’dan
Semerkand’a gelmesini ricâ etti. Muhammed Pârisâ hazretleri Semerkand’a geldi.
Semerkand şeyhulislâmı Hâce Üsâmeddîn ve o asrın büyük âlimleri büyük bir meclis
kurup, Muhammed Pârisâ’yı da çağırdılar. Hadîs mütâlaasına başlayınca, Hâce
Üsâmeddîn, Muhammed Pârisâ’dan kendi isnadlarıyla bir hadîs rivâyet etmesini
ricâ etti. O da senedleriyle bir hadîs-i şerîf okudu. Şeyhulislâm; “Bu hadîsin
sahîh olduğunda hiç şüphe yoktur, ama şu anda benim yanımda sâbit değildir.”
dedi. Orada bulunan bâzı hasedçiler bu sözden hoşnûd olup, birbirlerine gözle
işâret ettiler. Muhammed Pârisâ, aynı hadîs-i şerîfi bir başka senedle okudu.
Şeyhulislâm, yine önceki sözlerini tekrâr etti. Muhammed Pârisâ hazretleri hangi
isnâdı söylese, bunu duymadım cevâbını alacağını görerek bir an susup murâkabe
ettikten sonra, o şahsa dönerek; “Hadîs ehlinin kitaplarından falanın mesnedini
sağlam tutup, onun senedlerini mûteber sayar mısınız?” buyurdu. O da; “Evet,
onun isnâdları (senedleri) tamâmen mûteber, güvenilir ve hadîs
muhakkıklarındandır. Onda hiçbir ferdin şüphesi yoktur. Eğer sizin isnâdlarınız
ona müsned olsaydı, isnâdınızın sıhhatinde, hiç sözümüz kalmazdı” dedi. Bu söz
üzerine Muhammed Parisâ hazretleri, Hâce Üsâmeddîn’e dönüp, “Sizin
kütüphânenizin filân yerinde, falan kitabın altında, şu boyda, şu cildde bir
kitap konulmuştur. Bahsettiğim hadîs-i şerîf, o kitabın falan sahifesinde
yazılıdır.” diyerek, sahifesini de belirtip; “Talebelerinizden birisini
gönderin, hemen o kitabı getirsin.” buyurdu. Hâce Üsâmeddîn, kendisinin böyle
bir kitabının bulunduğunda tereddüd edince, o meclistekiler de bu söze
şaşırdılar. Çünkü Muhammed Pârisâ hazretleri, onun kütüphânesini hiç görmemişti.
Nihâyet bir talebesini gönderip, târif edilen kitabı bulup getirtti. Bahsedilen
hadîs-i şerifi, Muhammed Pârisâ hazretlerinin söylediği sahifede aynen buldular.
Bunun üzerine, ilim meclisinde bulunan âlimler ve dinleyiciler şaşkınlıkla,
Muhammed Pârisâ’nın büyüklüğüne hayran kaldılar. Hâce Üsâmeddîn’in, bu hâdise
karşısındaki hayranlığı hepsinden ziyâde oldu. Çünkü kütüphanesinde böyle bir
hadîs kitabının bulunduğunu kendisi bile iyice bilmiyordu. Bu hâdiseyi Mirzâ
Uluğ Bey işitince, Muhammed Pârisâ’yı Buhârâ’dan Semerkand’a getirttiğine çok
üzülmüştür. O mecliste bu kerâmetin zâhir olması üzerine, âlimler ve zamânın
ileri gelenleri tarafından çok sevildi. Hürmet göstererek kendisine bağlandılar
ve onun sohbetlerinde bulunarak feyz aldılar.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini fakir
bir kimse ziyâretine geldiğinde, Muhammed Hanefî hazretlerini kıymetli ve süslü
elbiseler içinde görünce; "Benim bildiğim velîler böyle elbiseler giymez. Bizim
bu kadar ihtiyâcımız varken niçin kıymetli elbiseler giyer?" diye düşündü. Orada
iken, bir grup yabancı kimse ziyârete geldi. Hepsi de kıymetli ve süslü
elbiseler giymişlerdi. Fakat Muhammed Hanefî hazretlerininki, onlarınkinden daha
güzel ve kıymetliydi. Bu kimseler gittikten sonra, o fakir kimseyi çağırıp
buyurdu ki: "Gördün, böyle kimseler ziyâretimize gelmektedir. Benim ise onların
karşısında ilim ehlini zelil göstermem uygun olur mu? Onun için böyle giyindim.
Yoksa bizim böyle şeylerde gönlümüz yoktur." O kimse, işin sebebini öğrenip,
tövbe ve istigfâr etti. Bir daha büyüklerin işine karışmamaya söz verdi.
İstanbul'da medfûn bulunan
en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Mustafa Bekrî şöyle dedi: “Bana da
Bedîrî anlattı: “Murâd-ı Münzâvî’ye buğzedip onu kötüleyen birisi ile
görüşmüştüm. Bana ona buğzetmeyi îcâbettiren bir şey anlatmıştı. Ben de ona
muvâfakat etmiştim. O şahsa da Murâd-ı Münzâvî’nin yanına çok gittiğimi, bundan
sonra onun yanına gitmiyeceğimi söyledim. Ertesi gün beni seven âile
dostlarımdan birisi geldi ve; “Haydi Murâd-ı Münzâvî’nin ziyâretine gidelim.”
dedi. Onu kırmayıp teklifini kabûl ettim. Fakat içimden de bu teklifi çabucak
kabûl etmeme hayret ettim. Yine kendi kendime; “Hani sen onun ziyâretine
gitmeyeceğine söz vermiştin ya!” dedim. Bu sırada nefsimin çok mahcûb olduğunu
gördüm. Buna rağmen Murâd-ı Münzâvî’yi ziyârete gittim. Ancak her zamanki
gidişlerimde hemen huzûruna girerdim. Fakat bu sefer bana: “Biraz bekle,
Münzâvî’nin bir mâzereti var.” kâbilinden sözler söylediler. Bunun üzerine
oturup kendi kendimi kınamaya; “Böyle eşiklerde oturup beklemeye niçin râzı
oluyorsun. Hem sen bir daha ziyârete gelmiyeceğine karar vermemiş miydin?”
demeye başladım. Bir saat sonra bana ve arkadaşıma izin verildi. Onunla berâber
Murâd-ı Münzâvî’nin huzûruna girdik.
Beni yakınına çağırdı ve
selâm verdi. Sonra arkadaşıma döndü ve şöyle dedi: “Dün şöyle bir şey oldu.
İnsanlardan birisinin yanına başka birisi geldi. İkisi berâber birisine dil
uzattılar. Birisi; “O şöyledir.” dedi. Diğeri onu tasdik etti.” diyerek bir gün
önce olan şeyleri bir bir saydı. Dünkü zemmedip kötülediğimiz hâli aynen
anlattı. Sonra bana döndü; “Bu anlattıklarım oldu mu?” buyurdu. Ben de; “Evet
efendim.” diyerek özür diledim. “Hayır olmadı.” diye inkâr etmedim. Sonra;
“Şimdi zemden, kötülemekten vazgeçtim. Dünkü zem hâlimiz geçici bir şeydi. Şimdi
o hâl geçti. Şeytan aramıza girdi. Allahü teâlâ onu sizin vesîlenizle def
eyledi” dedim. Sonra da tasavvuf yoluna dâir bilgiler öğrendim. Bana lüzumlu
bilgileri yazdı. Murâd-ı Münzâvî’nin pek yüksek hâlleri vardı.”
Tâbiîn devrinin yüksek
âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi
teâlâ aleyh) ile ilgili olarak İshâk bin Ammâr şöyle anlatıyor: "Mûsâ
Kâzım Hârun Reşîd tarafından hapsedildiği zaman, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretlerinin iki talebesi olan Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî ziyâretine
gitmişlerdi. Maksadlarından biri de ilmi hakkında bilgi sâhibi olmaktı. İlminden
sorup denemek istiyorlardı. Tam o sırada hapishânenin nöbetçisi yanına geldi ve;
"Ey mübârek efendim, bugünkü nöbetim bitti. Yarın dönüşümde, bir ihtiyâcınız
varsa, getireyim" dedi. İmâm-ı Mûsâ Kâzım; "Bir ihtiyâcım yoktur." dediler.
Sonra, Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî'ye dönerek; "Ben bu adama hayret ediyorum.
Yarın döneceğini zan ediyor ve ihtiyaçlarımı soruyor. Halbuki onun eceli
gelmiştir ve yarın ölecektir" buyurdular. İmâm-ı A'zam hazretlerinin iki
talebesi de Mûsâ Kâzım'ın böyle söylemesine hayret ettiler ve; "Biz, bu zâtı,
zâhirî ilimlerden imtihan etmek istedik. Bu ise, bâtınî ilimden bize haber
veriyor. Bu sözünü deneyelim" diyerek kalkıp gittiler. Adamın evine yakın bir
yere nöbetçi koydular ve ona; "Bu evde bir şey gördüğün zaman, gelip bize haber
ver!" dediler. Gece yarısında evde bir ağlama sesi yükselmeğe başladı. Nöbetçi
gelip hemen haber verdi. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî geldiği zaman ev
sâhibinin öldüğünü gördüler. Mûsâ Kâzım hazretleri için olan hayretleri ve onun
büyüklüğü hakkında zanları bir kat daha arttı.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında, Mecma’ul-Ahbâr’da bildirildiğine göre; birgün şehid sultan
Gıyâseddîn Tuğluk Şah, Mevlânâ Topal Zahîreddîn’e; “Şeyh Rükneddîn’den hiç
kerâmet gördün mü?” diye sordu. Mevlânâ da şöyle anlattı: “Bir Cumâ günü bir
grup kimsenin, Şeyh Rükneddîn’in elini öpmek için toplandıklarını gördüm.
İçimden; “Acabâ Şeyh hazretleri sihirbaz mıdır? Ben de âlimim, bana hiç kimse
gelmez” dedim. Sabahleyin Şeyh’in huzûruna gidip; “Ağzı ve burnu yıkamanın
hikmeti nedir?” diye sorup, onu imtihan edecektim. Gece yatınca, rüyâmda
hazret-i Şeyh, bana bir miktar tatlı verdi ve sabaha kadar onun tadını damağımda
hissettim. “Kerâmet böyle mi olur?” diye düşündüm. “Şeytan, bilmeyenleri bu gibi
şeylerle yoldan çıkarabilir” diye düşünüp, imtihân etmek niyetimden vazgeçmedim.
Sabah erkenden Şeyh’in huzûruna vardım. Şeyh; “Sizi bekliyordum” deyip konuşmaya
başladı; “Cünüblük iki çeşittir. Biri kalbin, diğeri bedenin cünüblüğü. Bedenin
bu husustaki cünüblüğü bellidir. Kalbin cünüblüğü ise uygun olmayan kimse ile
sohbet etmekten hâsıl olur. Bedenin cünüblüğü su ile giderilip, temizlenir. Ama
kalbin cenâbeti, göz yaşı ile giderilir” buyurduktan sonra şöyle devâm etti:
“Suyun temizlemesi ve cünüblüğü gidermesi için üç sıfat lâzımdır. Bunlar; renk,
tad ve kokudur. Bunun için dînimiz, mazmaza ve istinşâkı, yâni ağza ve burna su
vermeyi abdestte öne aldı. Böylece; tat mazmaza, koku istinşâk ile gerçekleşir”
buyurdu. Rükneddîn’in söze başlaması ile, ter dökmeğe başlamam bir oldu. Sonra
Şeyh; “Şeytan, Peygamberimizin şekline giremediği gibi, hakîkî mürşid-i kâmilin
sıfat ve şekline de giremez. Çünkü onun Peygamber efendimize tam mütâbeatı ve
bağlılığı vardır. Mevlânâ Zahîreddîn’in söz ilminden nasîbi var, ama hâl
ilminden bir şeyi yoktur” buyurdu.”
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir talebesinin
yanında; "Basra'da velîlik derecesine ulaşmış bir fırıncı var." diye söylemişti.
Talebesi bunun üzerine Basra'ya gidip, fırıncıyı görmüştü. Fırıncı, fırınlarda
âdet olan, saçını ve sakalını ateşten korumak ve terinin ekmek üzerine
damlamaması için, yüzüne peçe bağlamıştı. Bunu gören talebe aklından; "Şâyet bu
zât velîlik derecesine ulaşmış olsaydı, ateşten bu kadar sakınmazdı." diye
geçirdi. Sonra selâm verip bir suâl sorunca, fırıncı; "Önce beni küçümseyip
horladığından, artık sözümün sana faydası olmaz." dedi.
Konya'nın büyük velîlerinden
Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
Sultan Rükneddîn, Mevlânâ hazretlerinin evliyâlıktaki üstünlüğünü anlıyamamıştı.
Bir gün Şemseddîn-i İsfehânî’ye; “Senin, Mevlânâ’ya bu kadar bağlı olmanın
sebebi nedir ki, ondan başkasına bu kadar izzet, ikrâmda ve hürmette
bulunmazsın?” diye sordu. O da sultana, Mevlânâ’nın üstünlüğünü anlatmaya
başladı ve sonunda; “Onun büyüklüğünü anlayabilmek için, talebesi Selâhaddîn’e
bakmak lâzımdır. Selâhaddîn’in kemâlâtını, olgunluğunu, derece ve mertebelerini
bilseydiniz böyle söylemezdiniz. Zîrâ Selâhaddîn’e Allahü teâlâ öyle ihsânlarda
bulunup nîmetler vermiştir ki, kalblerdeki bütün gizli sırlara vâkıftır,
bilmektedir.” dedi. Sultan Rükneddîn bu sözlerin doğruluğunu tahkîk etmek için,
gizlice bir hokkanın içine küçük bir yılan yavrusu koydurdu. Bu işi yapana da,
bu durumu kimseye söylememesini tenbih etti. Sonra Konya’daki bütün âlim ve
velîleri saraya dâvet etti. Dâvetliler geldiğinde hokkayı çıkarıp; “Bu hokkanın
ağzını açmadan içindekinin ne olduğu sorulmaktadır.” dedi. Oradakilerden
hiçbirisi cevap vermedi, sustular. Sultan Rükneddîn tekrar; “Bu hokkanın
içindekinin mutlaka anlaşılması lâzım.” diyerek, tekrar tekrar sordu.
Oradakilerden hiçbirisi buna cevap vermediler. Ancak Mevlânâ Celâleddîn
hazretlerinin işâret ederek izin vermesi ile, Selâhaddîn Zerkûb söze başladı ve;
“Ey Sultan! Allahü teâlânın sevdiği kulları olan velîler, kerâmet göstermekten
hayâ ederler. Onun için hiçbirimiz bu hokkanın içinde ne olduğunu söylemek
istemedik. Evliyâya cenâb-ı Hak öyle nîmetler ihsân etmiştir ki, onlara, değil
bu gözle görünen hokkaların içindekini, yedi kat göklerde ve yerlerde mahrem
olan gizli sırlar bile bildirilir. Doğuda ve batıda olan her şey onlara
mâlûmdur. Bunu kısa olan akıllar elbette anlıyamaz. Bizi bu basit şey için
imtihan etmeniz uygun mudur? Ve bu hokkanın içine zavallı yılan yavrusunu
hapsedip, havasız ve yiyeceksiz bırakmanız doğru mudur?” dedi. Bu sözleri
hayretle dinleyen Sultan Rükneddîn, yaptığı hatânın büyüklüğünü anlayıp,
Mevlânâ’dan özür diledi. Orada hazır bulunan Şemseddîn İsfehânî, Sultan’a;
“Gördüğünüz gibi, talebesi böyle olursa, hocası kimbilir nasıl olur?” dedi.
Bunun üzerine Sultan Rükneddîn, Mevlânâ’ya candan bağlananlar arasına katıldı ve
onun talebesi oldu.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
meclisinde bulunan kimselerden birisinin hatırından; “Şeyh çok büyükleniyor.”
diye geçti. Bu durum, Muhammed Seyfeddîn’e Allahü teâlânın yardımıyla zâhir
olunca, ona; “Benim bu hâlim, Allahü teâlânın kibriyâ sıfatının tecellîsidir.”
buyurdu.
Büyük velîlerden Seyyid
Emîr Külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sohbet ederken, kendisini bir
hâl kapladı. Bu sırada hac yapanların hâllerin, nerede ve ne yapmakta
olduklarını gördüğünü söyleyerek, anlatmaya başladı. Meclisinde bulunanlardan
biri; “Kâbe’yi nasıl görüp de anlatıyor? Kâbe buraya çok uzaktır.” diye düşündü.
Biraz sonra Emîr Külâl, böyle düşünen kimsenin yanına yaklaşıp, elinden tuttu
ve; “Gözlerini yum, başını kaldır, bak ne göreceksin.” buyurdu. O da söylediği
gibi yaptı. Birden gözüne Kâbe ve tavaf edenler göründü. Emîr Külâl’i de tavaf
edenler arasında gördü. Bunun üzerine adam hayretler içinde kalıp, Emîr Külâl’in
ellerine kapandı, yanlış düşüncelerinden dolayı af diledi. Bundan sonra Seyyid
Emîr Külâl; “Ey câhil kişi, bir kimse, kendisinde bir şey olmazsa, başkasında da
yok zanneder. Gönül aynası açılmadıkça da, hiçbir şeyi görmez, idrâk edemez.”
dedi. O kmise tövbe edip, sâlih ve makbûl kimselerden oldu.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yakın
talebelerinden biri anlattı: "Abdürrahmân Tâhî (Tâgî), henüz hocamıza bağlanıp
talebesi olmak şerefine kavuşmamıştı. Hocamızın, zamânın gavsı olup olmadığı
hakkında tereddüdü vardı. Bir gün gavslık alâmetlerini kitaptan okuyarak
huzûruna gitmeyi, bu alâmetlerin üzerinde olup olmadığını görmeyi arzu etti.
Kitapta; "Gavs olanın üzerine yağmur yağmaz." ibâresi vardı. O, kitaplarla
meşgûl iken evine bir talebe geldi ve; "Hocam Sıbgatullah hazretlerinin selâmı
var; "Misâfirlerimin kalabalık olması sebebiyle ziyâretine gelemiyorum. Lütfen
kendisi buraya kadar zahmet etsin." buyurdu." dedi. Abdürrahmân Tâhî de; "Ben de
onu ziyâret etmeyi düşünüyordum. Bugün bizde misâfir ol da yarın berâber
gideriz." dedi. Sabahleyin yola çıktılar. Seyyid Sıbgatullah, onların gelmekte
olduklarını haber alınca, talebeleriyle kasabanın dışına çıkıp, bir tepenin
başında beklemeye başladılar. Mevsim ilkbahardı, gökyüzünde hiç bulut yoktu.
Nihâyet beklenen misâfirler geldiler. Tepenin başında güzel bir sohbet başladı.
Bu sırada masmâvi olan gökyüzünde bulutlar birikmeye, şimşekler çakıp gök
gürlemeğe başladı. Derken sağnak halinde şiddetli bir yağmur başladı.
Abdürrahmân Tâhî, kitaptan okuduğu gavs olanın alâmetlerini hatırladı ve
dikkatle Sıbgatullah hazretlerini tâkib etmeye başladı. Semâdan inen yağmur
tâneleri mübârek Seyyid'in üzerine inmeden etrâfına meylederek yere düşüyor, hiç
üzerine yağmıyordu. Herkes sırılsıklam ıslandığı hâlde onun üzeri kupkuru idi.
Abdürrahmân Tâhî, bu hâli görünce bir anda kendini kaybederek bayıldı.
Oradakiler telâşa kapıldılar ve; "Herhâlde öldü." diyorlardı. Seyyid Sıbgatullah
ise; "Korkmayın, telâşa kapılmayın, Allahü teâlânın sevdiği velî kullarının
himmeti bereketli, yardımı kuvvetlidir." buyurdu. Biraz sonra Abdürrahmân Tâhî
kendine geldi ve hocamın büyüklüğünü kabûl ederek, en önde gelen talebelerinden
oldu.
Şam'da yetişen velîlerden
İbrâhim Sumâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ahmed
Meydânî dedi ki: “Birgün Emevî Câmiinde İbrâhim Sumâdî’yi gördüm. Bir çocukla
ilgilendi ve yanağını tuttu. Ben bu hâli iyi görmeyip; “Âlim bir zât böyle yapar
mı?” diye içimden geçirdim ve oradan ayrıldım. Gece bir rüyâ gördüm. Rüyâmda
İbrâhim Sumâdî bir at üzerinde idi. Etrafını âlimler kuşatmıştı. Ben de elini
öpmek için yaklaştım. Bana dönüp; Îtirâzından vazgeç. Allahü teâlânın sevgili
kulları hakkında sû-i zanda bulunma!” buyurdu. Sabahleyin doğruca huzûruna
koştum. Beni gülerek karşıladı ve; “Herhalde düşüncenden vazgeçtin” buyurdu.
Îtiraf edip özür diledim.”
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A'lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbet
meclisinde bulunuyordu. Şehrin ve civârın ileri gelenleri de oradaydı. Mirzâ
Muhammed Sâkin de onun yakınında oturmuş biriyle konuşuyordu. Bir ara; “Bugün
hakîkî bir evliyâ yoktur.” dedi. Şeyh Abdüsselâm bunu duydu ve; “Ne dedin?”
buyurdu. “Hiç.” dedi. “İnkâra lüzûm yok, söylediğini bir daha söyle.” buyurdu.
Mirzâ ister istemez tekrar söyledi. Şeyh buyurdu ki: “Bu sözden tövbe et! Sakın
bundan sonra da kalbinden böyle bir şey geçirme! Zîrâ âlemin ayakta durması
evliyâ iledir. Onlar olmazsa, bütün dünyâ altüst olur.” Mirzâ; “Şeyh Abdüsselâm
doğru söylüyor. Bu fakîr bunu inkâr etmiyorum. Lâkin görünüşe göre, böyle birisi
yoktur.” dedi. Şeyh Abdüsselâm sükût etti. Mirzâ o anda yere düştü ve
yuvarlanmaya başladı. Oradakiler Mirzâ’yı kaldırıp götürdüler. Sabah erken Mirzâ
tövbe ve tam bir muhabbet ile Şeyh’in huzûruna geldi ve özür diledi. Şeyh
Abdüsselâm, ona şefkatle muâmele etti ve buyurdu ki: “Rahat ol, bundan sonra
evliyâ için uygunsuz söz, sakın söyleme! Eğer dalgınlıkla ağzından çıkarsa,
istiğfâr et ve evliyâdan yardım iste!”
Şâh-ı A’lâ hazretlerini bir
grup kimse ziyârete geliyorlardı. Bunlardan her biri, akıllarından birşey tutup;
“Bana şunu ikrâm etsin. Bana da şunu versin” diye kalblerinden geçirdiler.
Birbirlerine de söylediler. Fakat bunların tuttukları şeylerin hepsi mevcût
olan, bulunan şeylerdi. Gelenler arasında îtikâdı bozuk bir kimse vardı ki, o;
“Arkadaşlar, hep olacak şeyler tuttunuz. Ben ise isterim ki, eğer o hakîkaten
evliyâ bir zât ise, bana Hindistan’da bulunmayan bir kavun versin. Şimdi mevsimi
değildir, yakın muhitte de bulunmaz. Ama bakalım verebilecek mi?” dedi.
Arkadaşları, böyle yapmaması için onu ikâz ettiler ise de o hiç aldırmadı.
Nihâyet Şeyhin huzûruna
vardılar. Buyurun, oturun denip yer gösterildi. Oturdular. Şâh-ı A’lâ,
gelenlerin hepsine niyet ettikleri şeyleri ikrâm etti. Sıra bozuk îtikâdlı
kimseye geldiğinde, ona da; “Oğul, sen burada bulunmayan birşey istedin. Ama
üzülme az sonra inşâallah o da gelir” buyurdu.
Bu sırada Şâh-ı A’lâ’nın
talebelerinden biri, bir iş için uzak bir yere gitmişti ve oradan dönüyordu.
Dönerken, vakti geçtiği hâlde hocasına câzip bir hediye olsun diye kavun satın
alıp getirmişti. O talebe, hocasının huzûruna girdi ve getirdiği kavunu hocasına
arzetti. O da kavunu, bozuk îtikâdlı kimseye verdi. Bir müddet sohbetten sonra
gitmek için izin istediler. O da izin verince ayrıldılar. Dışarı çıktıktan sonra
herkes o büyük zâttan hürmet ve medh ile bahsederken, o edebi kıt kimse yine
alaylı alaylı konuşmaya başladı. Arkadaşları onu ayıpladılar ve; “Ey kafasız
herif! İstigfâr et. Hâline tövbe et. Yoksa rezil ve helâk olursun. Böyle bir
kâmil zât için uygun olmayan sözler söyleme...” dediler. O bedbaht, kimseyi
dinlemedi ve bozuk sözler sarfetmekte ısrâr etti. Nihâyet bu hâdiseden beş-on
gün sonra hastalandı. Gün be gün hastalığı arttı. Hiçbir ilâç fayda vermedi.
Sonunda herkese ibret olacak bir şekilde öldü.
Anadolu velîlerinden Şeyh
Mehmed Emin (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin talebelerinden Şeyh
Sabri Efendi şöyle anlatmıştır: "Şeyh Ramazan Efendi, köyümüz Navyan'a
gelecekti. Gelmeden önce aramızda konuşup bu köye ilk defâ geliyor; "Eğer velî
biri ise köyümüzün girişindeki mezarlıkta üç velî zâtın kabirleri var. Bilmediği
bu kabirleri ziyâret edip Fâtiha-yı şerîfe okur." dedik. Köyümüze gelince, önce
kabristana gitti. O üç velîyi bulup ziyâret ederek Fâtiha okudu. Sonra köy
halkının arasına geldi ve; "Rûhları için Fâtiha okuyacağımız üç büyük evliyâmız,
meşâyıhımız var!" dedi. Daha sonra câmiye gidip halka vâz ve nasîhat etti. Bu
vâzı sırasında da üstün halleri görüldü."
Talebelerinden Hacı Muzaffer
adında biri de şöyle anlatmıştır: "Daha ona talebe olmadan önce bir defâsında
talebeleri ile köyümüze gelmişti. Birisini helalden birisini de haramdan iki
koyun kestim. "Eğer gerçekten evliyâ ise bu durumu anlar." diyerek önce haramdan
olan koyunun etini ikrâm ettim. Bu koyunun etini sofraya koyunca; "Kimse bu
etten yemesin. Bu et haramdır! Evde başka helal et var. Evin sâhibi o eti
getirsin." dedi. Gidip helal eti getirdim. Gerçekten şeyh olduğunu anladım ve
derhal talebesi oldum. Beni talebeliğe kabûl edip; "Bir daha böyle bir iş
yapma!" buyurdu."
Son asır Anadolu
velîlerinden Şeyh Seydâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
üstünlüğünü, devlet adamları dahi kabûl ederlerdi. Birgün Cizre kaymakamı,
belediye başkanı, hâkim ve diğer vazîfelilerden bâzıları anlaşarak Şeyh Seydâ'yı
ziyârete karar verdiler. Serhadlı köyüne ziyârete gittiler. Yolda giderken;
"Eğer bu kimse hakîkaten velî ise bize şunu şunu yedirsin." diye her birisi ayrı
ayrı şeyler istediler. Öğleden sonra köye ulaştılar. Şeyh Seydâ'nın evine
gittiler. Oturup sohbet etmeye başladılar. Bu sırada yemekler geldi. İstedikleri
yemekler geldikçe orada bulunanlar biribirlerinin gözüne bakmaya başladılar.
Yemekler yendikten sonra ikindi vakti girdi. Şeyh Seydâ ziyârete gelenlerden
biri hâriç diğerlerine; "Haydi abdest alın namaz kılalım." dedi. Ayağında çizme
olan misâfire ise; "Sen dur, senin çizmelerini çıkarman zor olur." dedi. Namaz
kılındıktan sonra misâfirler müsâde istediler ve oradan ayrıldılar. Yolda
giderken namaz kılmayan misâfir dedi ki: "Ben pis idim. Şeyh Efendi, benim
durumumu anladı. Bana onun için "Sen dur." dedi. Yoksa çizmelerimi çıkarıp
giymek zor değildir." Ekseriya bu şekilde gezmeyi âdet edinen o şahıs, bu
hâdiseden sonra kötü hareketini terk etti.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden biri şöyle anlatır: "Bir defâsında hocamızla bir yerde
oturuyorduk. O, feyz saçılan ağızlarından sanki inci ve mercan dökülüyor,
tasavvufa âit ince mârifetlerden, yüksek hakîkatlerden anlatıyordu. Bâzan da,
talebelerin dikkatlerinin dağılmaması ve usanmamaları için, arada bir latîfe ve
şaka yapıyordu. Talebelerden birinin gönlünden; "Böyle yüksek bir zâtın, böyle
latîfe ve şaka ile de meşgûl olması münâsib değildir." diye geçti. Allahü
teâlânın izni ile, kerâmet olarak o talebenin kalbinden geçenleri anlayan
Tâcüddîn hazretleri buyurdu ki: "Mîzâh (latîfe, şaka yapmak), Resûlullah
efendimizin sünnetlerindendir. Çünkü O, aşırı olmamak ve yalan olmamak şartı ile
Eshâb-ı kirâm ile şakalaşırdı." Bunun üzerine, kalbine öyle düşünceler gelen
talebe, düşüncelerinde hatâlı olduğunu, hocasının yaptığının uygunsuz olmadığını
anlıyarak, o hâline tövbe etti.
Tanınmış velîlerden Üveys
Medenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Karaman’da fetvâ işlerine bakar, bir
taraftan da halkın irşâdı ile meşgûl olurdu. Bu hizmeti yaptığı sırada
Karaman’da bulunan müderrislerden Mevlânâ Dâvûd, Üveys Efendinin kerâmet sâhibi
bir zât olduğunu işitince onu halkın gözünden düşürmek için imtihan etmek
maksadı ile yanına gitti. Konuşmaya başladılar. Üveys Efendi sohbetiyle
müderrisi hayran bıraktı. Onun hatırında olan nice müşkül meseleleri daha o
sormadan cevaplandırdı. Cevapları ve îzâhları son derece iknâ edici ve
rahatlatıcıydı. Müderris Mevlânâ Dâvûd’un merak ettiği meselelerden biri de şu
idi. Namazdan sonra tesbih çekerken neden önce, “Sübhânallah” sonra
“Elhamdülillah” sonra da “Allahü ekber” deniliyor, bunun hikmeti nedir? Niçin
önce “Allahü ekber” denmiyor diye düşünüyordu. Bu hususta tatmin edici bir îzâh
da bulamamıştı. Üveys Medenî hazretleri onun bu müşkülüne şöyle cevap verdi:
“Kulların kalpleri mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisinden
temizlenmedikçe (ki bu da “Sübhânallah” demekle olur) nîmetlerine şükredemez.
Şükretmeyen de yâni “Elhamdülillah” demeyen de O’nun azâmetini, büyüklüğünü
anlayamaz. Bundan sonra da; “Allahü ekber” der. Bu sebeple tesbih bu tertib
üzeredir.” buyurdu.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Kocaeli’nde
Hacı Ali Efendi isminde takvâ sâhibi, dergâhı olan bir zât vardı. Hacı Ali
Efendi, Yahyâ Efendi hazretlerinin büyüklüğünü ve güzel hallerini
işitmişti. Bir gün onu görmek için yola çıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahyâ
Efendinin dergâhına geldi. Hizmetçilere hitâben; “Yahyâ Efendiyi ziyârete
geldik.” dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler. Hacı
Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, söyleyin.” dedi. Hizmetçiler de;
“Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin Yeniköy yakınında bir bağı var, oraya
gitti.” dediler. Hacı Ali Efendi bunun üzerine yanındakilere; “Gidip onu
bulalım.” dedi. Sonra Yeniköy’e geçtiler ve Yahyâ Efendinin bağını buldular.
Hacı Ali Efendi bahçıvana; “Yahyâ Efendiye haber verin. Onu ziyâret için
geldik.” dedi. Bahçıvan; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya
gelip, bir müddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” dedi. Hacı Ali Efendi
bunları duyunca; “Tövbeler olsun! Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde
evliyâlıktan bir eser göremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu? Arzusu
peşinde koşuyor. Bu işler hiç evliyânın işi mi? Hani zikirler, hani dergâhta
sohbet, hani ibâdet, hani virdler, zikirler, hani elbise ve külâh? O ise
tenhalarda yollara düşüp bağdan bağa koşuyor. Bu dünyâya bu derece heves bir
velîde olur mu? Biz onu daha görmeden niyetlerini bir güzel anladık. Âşikâre
apaçık ne olduğu meydana çıktı. Dünyâya düşkün olan, âhiret adamı olamaz. Âhiret
adamı olan çok kere fakir olur. Nerede Yahyâ Efendide bunlar?” diye söylendi.
Geriye dönmeyi düşündü. Fakat vazgeçti. “Bu kadar zahmet çekip tâ Kocaeli’nden
buralara kadar geldim. Görmeden gitmek, bu kadar zahmeti boşa çekmek olur.
Emeğim boşa gitmesin. Onu görmeden dönmek akıllıca bir iş olmaz. Onu bir bulup
imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile Kavak yönüne doğru yola çıktı. Kayıkla
giderken yolda Yahyâ Efendi ile karşılaştı. Yahyâ Efendi onu görünce,
tebessümle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa,
onun elinde bulunan dünyâlıklar âhirette şeref ve îtibâr bulmasına mâni olmaz.
Biz dünyâ ehlinden uzak olmak için bu dağ ve bahçeleri mesken edindik. Lâkin biz
nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.” buyurdu. Sonra şu
beyti okudu:
“Yâ İlâhî! Kulunum. Emrine
itâat ederim, anarım seni
Beni ne yaparsan yap, yeter
ki yapma dünyâ delisi.”
Hacı Ali Efendi bu sözleri
duyunca, onun gerçek hâlini anladı ve söylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan
ömrünü Allahü teâlânın bu sevgili kuluna muhabbet ederek geçirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın
vefâtından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta geçmişti. Bir
gün saltanat kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bâzı
yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine; “Efendim
burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ
etmiştir.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye
sordu. Ona; “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin süt
kardeşi idi. Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han;
“Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse
babam şüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemişti.
Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat ettiğine göre
görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan için onu bir yere dâvet
edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla
Yahyâ Efendiyi buraya dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi
gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayığıyla çıkageldi. Sultan Selîm
Han, Yahyâ Efendiyi görünce tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat
etti. Yahyâ Efendi ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.”
buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanın iki kulağını tutup
büktü ve; “Abdestin var mı? Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest
alayım.” dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. Söylediğim tövbe
abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden
öpüp, hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduğuna iyice inandı.
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden Aziz Bey anlatır: “Bir gün hocam Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretlerini ziyâret etmek için yola çıktım. Giderken bir tanıdığın evine
uğradım. İçeride tanımadığım birkaç kişi vardı. Selâm verdim ve güler yüz
gösterdim. Bu hâlimden ev sâhibi çok memnun oldu. Bana nereye gittiğimi sordu.
Ben de; “Niyetim büyük velî mübârek hocamı ziyâret etmekti.” dedim. Orada
bulunanlardan biri; “Kimdir o zât?” dedi. Ben de; “Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretleridir.” dedim. Meğer onlar, Ahmed Ziyâeddîn hazretlerine karşı nefsiyle
mağrur kimselermiş. Benim bu cevâbım üzerine dayanamayıp; “Demek seni de
aldatmış o!” dediler. Bu sözüne dayanamayıp ona; “Sus ey inkârcı kişi! Hocam
aleyhinde konuşma!” dedim ve o kızgınlıkla yanlarından ayrılıp hocamın yanına
gittim. Elini öpüp edeple huzurlarında oturdum. Hocam bana bakıp; “Evlâdım
nereden geliyorsun bana anlat!” buyurdu. Bunun üzerine ben edeple; “Evden
geliyorum efendim.” dedim. O tekrar bana; “Gelirken bir yere uğramadın mı? Bir
kimse görmedin mi?” buyurdu. Ben hayret edip; “Efendim! Bir tanıdığım olan
Tahsin Beye uğradım.” dedim. O; “Keşke uğramasaydın ve oradaki inkârcı kimseleri
hiç görmeseydin.” buyurdu. Sonra da; “Evlâdım! İt ürür kervan yürür. Bu hakîkatı
şüphesiz herkes görmektedir. Sana söylenen sözlerden hiç incinme ve sabret. Zîrâ
meyveli ağaç taşlanır.” diyerek, bana nasîhatlerde bulundu.”
Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretleri bir talebesinin evine misâfir olmuştu. Bu sırada birisi bir sepet
tâze üzüm getirdi ve ev sâhibine; “Bunlar kendi mahsûlümdür ve helâldir. Kendi
ellerimle topladım. Ziyâeddîn Efendi hazretlerine mahsus bir meyvedir.” dedi. Ev
sâhibi üzümleri alıp Ziyâeddîn hazretlerine ikrâm etti. Ziyâeddîn hazretleri
üzümleri görünce; “Bunlar haramdır. Ben böyle üzümleri yemem. Zîrâ bunun bağı
yetim malıdır. Fidanlar gasb edilmiştir. Şu üzümler çalınmış olduğunu bana haber
vermektedir.” buyurdular. Orada bulunanlar buna hayret ettiler. Ev sâhibi daha
sonra o üzümlere helal olan üzümler karıştırdı ve işâretledi. Yemekten sonra
Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerine takdim etti. Ziyâeddîn hazretleri o
üzümlerden sâdece helal olanları yedi. Sonra da; “Allahü teâlânın yardımıyla biz
haram ve helâli biliriz. Haramlarda zulmet, karanlık görürüz. Demek sen bizi
imtihan edersin. Bu şekilde hareket hatâdır. Tövbe et de Allahü teâlâ seni
affetsin. Allah adamlarına gizliler âşikâr olur.” buyurdular. |
|