|
SÛ-İ ZAN -
1
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir
mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir
nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kaplayıp,
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek
tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini
sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde;
"Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca
unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki,
hayrette kaldık." dediler.
Evliyânın büyüklerinden
Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Musul’da
Yûnus isminde birisi vardı. Şehrin en büyük âlimi oydu. İnsanların Adiyy bin
Müsâfir’e yöneldiklerini ve ona olan rağbetlerini görüp, hased etti. “Gidip onu
imtihan edeceğim bakalım ilimdeki derecesi nedir?” dedi. Kâdı bin Şehrzûrî ile
birlikte yola çıktılar. Kâdı; “Ben sırf ziyâret için gidiyorum, imtihân etmek
için değil.” dedi. Yûnus ise; “Benim maksadım insanlar arasında onu imtihân edip
hâlini herkese göstermek. Ziyâret için gittiğim yok.” dedi. Adiyy bin Müsafir’in
yanına varınca, Adiyy bin Müsafir, Kâdı’ya iltifât etti fakat Yûnus adlı zâta
iltifât etmedi. O ikisi oturunca Adiyy bin Müsafir Yûnus’a îtikâd ile ilgili
bâzı sualler sordu. İlk suâle cevap verdiyse de diğerlerine cevap veremedi sükût
etti. Sonra; yalnız Kâdı, Adiyy bin Müsâfir’in elini öpüp huzurdan ayrıldılar.
Memleketlerine döndüler. Yolda Kâdı, Yûnus denen zâta; “Hani sen Adiyy bin
Müsâfir’i imtihân edecektin? Sana sordu cevap veremedin. Niçin böyle yaptın?”
deyince, o zat; “Adiyy bin Müsâfir’in sağında ve solunda ağızlarını açmış birer
arslanın, konuşacağım sırada beni yemek istediklerini gördüm. Bu sebeple orada
konuşamadım.” dedi. Bunun üzerine Kadî; “Elbette, o Allahü teâlânın velîsidir.
Onlara îtirâz etmek uygun değildir.” dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hüsn-i zan
hakkında; "Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse,
onun tövbe ettiğine inanır, hakkında kötü zanda bulunmam." buyurdular.
Ahmed Sârbân
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
hocasının vefâtından sonra Hayrabolu’ya geldi. Orada dîn-i İslâmı yayma yolunda
pekçok gayret sarfetti. Talebeler yetiştirdi. Bir gün talebeleri arasından
birinin hallerini anlıyamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu
duyunca:
Evliyâya eğri bakma
Kevn ü mekân elindedir
Mülke hükmün süren oldur
İki cihân elindedir.
Sen ânı şöyle sanursun
Sencileyin bir âdemdir
Evliyânın sırrı vardır
Gizli âyân elindedir.
diyerek, velilerin cenâb-ı Hak
katındaki değerine işâret etti. O talebe çok mahcûb ve perişân olarak özürler
diledi, tövbe etti.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Merv
şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkında
söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp,
kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir
ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her
zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. “Ben üç bin
mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim.” diye
düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhında bulunuyordu. Talebesi
Muhammed Dânişmend’e; “Bakar mısın, bize kimler geliyor?” buyurdu. Mervezî’nin
mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini
bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden
binini, Mervezî’nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm
Atâ’ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin
mesele ile Yesi’ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, “Allah’ın kullarını
doğru yoldan ayıran sen misin?” dedi. Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi.
Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz.” buyurdu. Üç gün sonra
bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm
Atâ’ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî’nin hâfızasından silmesini
emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi.
Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir
meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi.
Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silindiğini gördü. Sahifeler
bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta tövbe etti.
Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok
mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında
beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak
vazifesiyle Horasan’a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa’deddîn,
Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip
aydınlattılar (rahmetullahi teâlâ aleyhim).
Evliyânın büyüklerinden
Ali bin Mustafa Ömerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak, El-Hac İbrâhim Haddâd şöyle anlatır: Ticâret için Beyrut'a gitmiştim.
Dönüşte Trablusşam tarafına gidecek gemiye bindim. Vapurda Ali Ömerî
hazretleri de vardı. Uğurlayanları çok olduğu için vedâ etmek üzere vapurdan
indi. Uğurlayanlar içinde Beyrut'un eşrâfından kimseler de vardı. O anda içime
bir takım düşünceler geldi ve ona îtirâz olarak;
"Onun bu hâli şöhretten
başka bir şey değil. Hâlbuki bu hâl evliyâ hâli olamaz ve evliyâ tanınmak,
bilinmek istemez, kendini gizlemeye çalışır." diye içimden geçirdim. Bu
düşüncelerim bir müddet devâm etti. Bu esnâda Ali Ömerî hazretlerinin insanlarla
görüşmeyi, vedâyı bırakıp, bana doğru yöneldiğini gördüm. Yanıma geldiler ve;
"Evlâdım! Allahü teâlâya
tövbe et. Af dile yoksa seni edeplendirmemiz îcâb edecek!" buyurdu. Ben
titremeye başladım, sonra; "Efendim tövbe ettim!" dedim ve ellerine sarılıp
öptüm.
Anadolu’daki evliyânın
büyüklerinden Bâlî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır:
“Bir gün hocamın hizmetinde idim. Bir kimse gelip zamânın ileri gelenlerinden
birinden selâm getirdi. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn ibni Arabî
hakkındaki görüşünü sordu. “Füsûs kitabı hakkında ne dersiniz?” dedi. Celâllenen
Ramazan Efendi; “Efendine söyle, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinden alıp
veremediği ne? Her gün haram yemekle karnını dolduran bir kimsenin bâtınî
sırlara ulaşması mümkün müdür? Sel gibi göz yaşı dökmeyenler, hakîkat denizinden
inci-mercan toplamaya muktedir olamazlar. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri o kitabı
yazarken, on beş günde bir defâ yemek yerdi. Îtirâzı bıraksın. Muhyiddîn-i
Arabî’nin adını söylerken, ağzını misk ve anber ile yusun. O mübârek kimsenin
Füsûs adlı inceliklerle dolu kitâbından da elini ve dilini çeksin. Gücünün
yetmediğini bırakıp, anlayabildiği şeylerle uğraşsın.” diye cevap verdi. Biz de
yine sohbetlerine katılmış olmakla; “Efendim, o kimse bu hususta mutaassıptır,
olur ki size zararı dokunabilir.” dedim. Ramazan Efendi; “Korkacak bir şey
yoktur. Gâyesi meclis kurup, bizi tahkîr etmektir. Öyle birşey olursa, işte
şöylece ederiz.” deyip, başını paltosunun içine çekti ve o anda ortadan
kayboldu. Beni bir dehşet kapladı. Bir hayli zaman o hâlde kaldım. Bir saat
kadar geçince, tekrar mübârek yüzlerini görebildim.”
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün
Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine “Bâyezîd-i Bistâmî’nin
yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim.
Böylece onu imtihân etmiş olayım.” diye düşündü. Bu düşünce ile, Bâyezîd-i
Bistâmî’nin bulunduğu yere geldi. Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki; “Biz
kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Saîd Râî’ye havâle ettik. Sen ona git.” Bu
kimse gidip, Ebû Saîd Râî’yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına
da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden tâze üzüm
istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamânı da değildi. Ebû Saîd Râî, asâsını
ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi
tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve tâze
üzüm verdi. Fakat, Ebû Saîd tarafında bulunan üzümler beyaz, gelen kimsenin
tarafında bulunan üzümler siyah idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı
olmasının sebebini sordu. Ebû Saîd Râî; “Ben, Allahü teâlâdan, yakîn yolu ile
istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin. Dolayısıyle, renkleri de
niyetlerimize uygun olarak meydana geldi.” buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye
edip, kaybetmemesini tenbih etti. O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat,
kilimi, Arafat’da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac dönüşünde, Bistâm’a,
Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Bâyezîd-i
Bistâmî’nin önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir
zâttan, kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istigfâr edip, Bâyezîd-i
Bistâmî’nin talebeleri arasına katıldı.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ’nın
bir köyüne gitmişti. Şeyh Hüsrev adında bir zâtın evinde misâfir oldu. O akşam
Şeyh Hüsrev, o köyde bulunan bütün âlimleri ve ileri gelenleri evine dâvet etti.
Hep birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri, ev
sâhibi Şeyh Hüsrev’e; “Git kapıya bak kim var?” buyurdu. Gidip baktı ki, köy
halkından Yûsuf adında biri, bir kap içinde armut getirmiş kapıda bekliyordu.
İçeri girmesine müsâade edildi. O da içeri girip, elindeki armut dolu kabı
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî; “Bu armutları
nereden aldın?” dedi, o da aldığı yeri söyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir
müddet susup, sonra ev sâhibine; “Bu armutları büyük bir kaba boşalt gel.” dedi.
Ev sâhibi armutları büyük bir kaba boşaltıp ortaya koydu. Behâeddîn Buhârî,
armutlardan birini alıp getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların orada
bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra; “Hiç kimse kendine
verilen armudu yemesin, beklesin.” buyurdu. Sonra armutları getiren Yûsuf adlı
köylüye dönüp; “Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?” dedi.
Getiren kimse; “Efendim, bana köyümüze keşf ve kerâmet sâhibi bir zât geldi
dediler. Ben de sizi görmekle şereflenmek için, bu armutları satın alıp, size
hediye getirdim. Fakat küstahlık edip, armutların içinden birine bir işâret
koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zât evliyâ ise, bu armudu bulup bana
verir diye düşündüm.” dedi. “Öyleyse elindeki armuda bak, o işâret koyduğun
armut mu?” buyurdu. “Evet efendim. O armuttur.” dedi. Bundan sonra Behâeddîn
Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlânın evliyâ bir kulunu, bir kimsenin
denemesi uygun değildir. Fakat işâretlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen
bizden uzak kalır ve çok zarar görürdün. Resûlullah efendimizin bildirdiği yolda
bulunan kimseyi imtihâna hâcet yoktur.” Armutları getiren kimse, yaptığı işten
çok pişmân olup, Behâeddîn Buhârî hazretlerinden af ve özür diledi
Talebelerinden biri anlatır:
Şeyh Ârif-i Dikgerânî Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin halîfelerinin
büyüklerindendi. O anlatır: “Bir gün, Behâeddîn Buhârî hazretlerini, Kasr-ı
Ârifân’da ziyârete gittik. Buhârâ’ya döndüğümüzde, oranın fakirlerinden bir grup
da bizimle berâberdi. Onlardan biri, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin aleyhinde
konuştu. Sen onu tanımıyorsun, Allah’ın evliyâsına karşı sû-i zan ve sû-i
edepte, kötü zan ve edepsizlikte bulunman uygun değildir dedik. Susmadı. Bir
eşek arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı.
Bu, o büyük zâta edepsizliğinin cezâsıdır dedik. Çok ağladı, pişmân oldu, tövbe
etti. Ona karşı îtikâdını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.
Irak'ta yetişen evliyâdan
Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini zamânında bulunan
fıkıh âlimlerinden üçü, bir akşam ziyârete geldiler. Yatsı namazını onun
arkasında kıldılar. Namazdaki kırâatini, okumasını, arzu ettikleri gibi
bulmadılar. Sû-i zânda bulunup, hakkında kötü şeyler düşündüler. O gece, Bekâ
bin Batû hazretlerinin talebelerinin yanında misâfir olarak kaldılar. Üçü de o
gece ihtilâm oldu. Yakında bulunan nehirde gusletmek için, tekkenin kapısından
çıktılar. Nehre indiler. Guslediyorlardı. Bir de baktılar ki, büyük bir arslan
gelip bunların elbiselerinin üzerine yattı. Soğuğun da çok şiddetli olduğu bir
geceydi. Donacaklarını iyice anlamışlardı ki, tam o sırada Bekâ hazretleri
tekkeden çıktı. Arslan onu görünce hemen yanına koştu. Yüzünü ayaklarına sürmeye
başladı. O kimseler bu hâli görünce kabahatlerini anlayıp, tövbe ve istigfâr
ettiler. Bekâ hazretleri hakkında yanlış düşündüklerini anladılar. Onun bu
kerâmetini görünce, ona olan sû-i zanları muhabbete dönüştü. Bundan sonra
kendisini çok sevdiler. Allahü teâ lânın velî kullarından birisi hakkında sâdece
kalpten yanlış düşünen kimseye, büyük bir arslan musallat olursa, evliyâya
açıktan muhâlefet ve düşmanlık edenlerin hâllerinin ne kadar tehlikeli olduğunu
düşünmelidir dediler.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
zamânında, Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe
dâvet etti. Dâvetliler arasında Mevlânâ hazretleri de vardı. Herkese yemekler
geldi. Mevlânâ hazrelerine husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese
altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu.
Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi için;
"Helâl lokmadır, buyurunuz efendim." diye ısrâr edince, Muînüddîn'e; "Altın
tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz
için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi. Bu sözleri duyan ev sâhibi, pek
mahcûb olarak Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl
etmesini istirhâm etti. Mevlânâ'ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile
en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.
Tebrizli bir tüccar, ticâret
için Konya’ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; “Burada evliyâdan bir kimse var
mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım.” dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ’nın
kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ’nın
nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ’nın dergâhına gittiler. Tüccâr
huzûra çıktığında; “Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp,
yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor.
Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir
türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum.” dedi. Mevlânâ, şöyle
bir murâkabeden sonra: “Ey Tâcir! Sen, Magrib’de bir yol üzerinde, Allahü
teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin
hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz
şuraya bakın.” diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında,
bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o
velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek;
“Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına
kavuşmaktır.” buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra;
“Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle.”
dedi. Tâcir; “Peki efendim!” deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu.
Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ’nın selâmını söyledi.
Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek
zât; “Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki,
reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini
görmek istersen şuraya bak.” deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ’yı
gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya’ya geldi
ve Mevlânâ’nın talebesi oldu.
Basra velîlerinin
büyüklerinden Ebû Muhammed el-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak; Menâvî hazretleri kendisini sevenlerden birinin şöyle
naklettiğini haber vermektedir: Ebû Muhammed-i Basrî hazretlerini ziyâret için
Basra'ya gelmiştim. Geçtiğim yerlerde hayvan sürüleri, arâziler, hurmalıklar
gördüm. Bunların kime âit olduğunu sordum. Ebû Muhammed hazretlerine âit
olduğunu söylediler. Hatırıma, bunlar hükümdarların işidir diye geldi. Acabâ
Allah adamlarından birisi, kalbini böyle şeylerle niye meşgûl ediyor? Bu
düşüncelerle yoluma devâm ettim. Kur'ân-ı kerîmden En'âm sûresini okuyordum.
Kalbimden öyle niyet ettim ki, o zâtın kapısına vardığım zaman hangi âyet-i
kerîmeyi okuyor olursam, o âyet benim hâlimi bildirsin. Bu niyetlerle ve En'âm
sûresini okuyarak, o zâtın dergâhının eşiğine ayağımı koyduğumda, En'âm
sûresinin; "Onlar ki, Allahü teâlânın kendilerini hidâyetine eriştirdiği
kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü..." meâlindeki 90. âyetini
okuyordum. Ben henüz içeri girmek için izin istemeden, hizmetçi acele ile çıkıp
beni karşıladı ve Ebû Muhammed hazretlerinin yanına götürdü. Bu hâle çok hayret
ettim. Ebû Muhammed hazretleri, ismim ile hitâb ederek: "Yâ Ömer! Benim malım
diye yeryüzünde gördüğün şeylerin hepsi emânettir. Onlara âid en ufak bir
muhabbet, bu kulun kalbinde yoktur. Allah adamları bunları, Allahü teâlânın
dînine hizmet ve O'nun kullarına yardım için ellerinde bulundurur. Ama zerre
kadar bunlara muhabbet etmez ve bunlarla kalbini meşgûl etmez. Zâten, kalbinde
zerre kadar dünyâ düşüncesi bulunan kimseye, Allahü teâlâyı tanımak nasîb olmaz.
Nerede kaldı ki, bunlara gönül vermiş olsunlar." Bu hâli görünce, hayretim ve
Ebû Muhammed hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığım daha da arttı.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken bir defâsında zamânın sultanı,
hizmetçilerine, bir tavuğu kesmelerini, başka bir tavuğu kesmeden
boğazlamalarını, sonra ikisini de aynı kazanda pişirmelerini emretti.
Hizmetçiler, sultânın dediği şekilde tavukları pişirip hazırladılar. Bu sırada
Ebü’l-Abbâs hazretleri de orada idi. Sultan, Ebü’l-Abbâs’ın rahmetullahi aleyh
velî bir zât olup olmadığını anlamak için, o tavukları, yemek olarak Ebü’l-Abbâs’a
ikrâm etti. Ebü’l-Abbâs hazretleri hizmetçiye, boğulmuş tavuğu göstererek
kaldırmasını emredip; “Bu, leştir yenmez.” buyurdu. Kalan tavuk için ise; “Bu,
leş değildir. Fakat leş olan tavuğun suyunda, o tavuk ile berâber aynı kapta
piştiği için, bu da necis oldu. Onun için bu da yenmez.” buyurdu. |
|