CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

SOHBET - 8

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Kimlerin sohbetinden kaçınalım?" dediler. Cevaben buyurdular ki: "Dünyâyı sever, malı sever ve makâmı sever. Bunlar âlim için rüsvâylıktır. Böyle olanlardan kaçın!"

 

TÎMÛR HAN

 

Bu dünyânın en büyük, devlet adamlarından,

Âlim ve evliyânın, dostu idi Timûr Han.

 

Seyyid Emir Külâl'in sohbetinde bulundu,

Mânevî evlâtlığa, hem de kabûl olundu.

 

Bir ara Semerkand'a, yerleşince Timûr Han,

Buhâra'ya gitmeği, arzû etti bir zaman.

 

Seyyid Emîr Külâl'e, gönderdi şu haberi;

"Buhârâ'ya gelmeme, var mı müsâdeleri?

 

Eğer izin yok ise, oraya gelmemize,

Lütfedip kendileri, gelsinler ülkemize,

 

Hocamızı görmeği, çok arzû ediyoruz,

Nasıl uygun olursa, tâlimat bekliyoruz."

 

Hazret-i Emîr Külâl, bu haber üzerine,

Oğlu Emîr Ömer'i, göndermişti yerine,

 

Buyurdu ki: Ey oğlum, git söyle Timûr Hâna,

Biz râzıyız kendinden, duâcıyız çok ona.

 

Lâkin onun gelmesi, uygun değil bu yere,

Mümkün değil bizim de, gitmemiz o yerlere.

 

Alah'ın rızâsını, istiyorsa Timûr Hân,

Tembih et, ayrılmasın, adâlet ve takvâdan.

 

Eğer bu tembîhimi, yaparsa iyi olur,

Kıyâmette azaptan, ancak böyle kurtulur.

 

Eğer dünyâ malına, meyl ederse kendisi,

Bizim duâmızın da, hiç olmaz fâidesi."

 

Bu haberi alınca, hocasından Timûr Han,

Oğlu Emir Ömer'e, şöyle dedi o zaman:

 

"Söyleyin benden taraf, lütfen pederinize,

Buhârâ'nın mülkünü, vereyim emrinize."

 

Emir Ömer cevâben dedi: "İzin yok buna."

Timûr Hân bu sefer de, şöyle söyledi ona:

 

Öyleyse filân şehiri, size bağışlayayım.

İnşaallah bu teklifi, kabul eder üstadım.

 

Emir Ömer dedi ki: "Bunu da kabûl etmez,

Babam, dünyâ  malına, bir zerre kıymet ermez."

Timûr Han bu sefer de, dedi bulunduğunuz,

Köyü bağışlıyayım, budur son umdumuz.

 

Emir Ömer cevaben dedi: "Tahmin ederim,

Bu teklifinizi de, kabûl etmez pederim.

 

O bana demişti ki, ayrılırken oradan,

"Bizleri memnun etmek, istiyorsa Timûr Han,

 

Adâletten, takvâdan, ayrılmasın herhâlde,

Ancak böyle kurtulur, azaptan Kıyâmette."

 

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeleriyle olan sohbeti sırasında; "Bizim yolumuzun esâsı sohbet ve muhabbettir. Sohbet muhakkak lâzımdır." buyurdular.

"Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmânı kazandırır. Eshâb-ı kirâmdan bâzılarının; "Gelin bir saat îmân edelim." sözlerindeki îmândan maksat, sohbettir. (Yâni bir saat sohbet edelim de îmânımız yenilensin, kuvvetlensin.)"

Sıbgatullah Arvâsî hazretleri bâzı sohbetlerinde uzun zaman konuşmazdı. Bu yüksek zümrenin hâllerini bilmeyen bâzı zâhir âlimleri, acabâ Şeyh niçin bize bir şeyler anlatmıyor dediklerinde; "Sükûtumuzdan istifâde edemeyen, konuşmamızdan da edemez." buyururdu.

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: "Bir gün bir hatâ işledim. O hatânın ateşi otuz yıldır içimde durmakta, hatırladıkça kalbim cayır cayır yanmaktadır. Bir gün Bağdât şehrinde, dükkânımın bulunduğu semtte yangın çıktı. Bütün dükkânlar yandığı hâlde yalnız benim dükkânım yanmamıştı. Dükkânımın yanmadığı haberi gelince, "Elhamdülillah" diye Allahü teâlâya şükrettim. Hemen akabinde, başkalarının zarâr ve ziyânını düşünmediğimi hatırlayıp, çok tövbe ve istigfâr ettim. Keffâret olarak dükkânımdaki bütün mallarımı fakirlere dağıttım. Fakat otuz yıldır, kalbimden bunun acısını silemedim."

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle anlatır: "Bir gün Sırrî-yi Sekatî hazretleri'nin yanına gittim. Bana şunu anlattı: Her gün yanıma küçük bir kuş gelirdi. Elimdeki ekmek kırıntılarını yerdi. Bir kere bu kuş bana doğru geldi. Fakat elime konup ekmek kırıntılarını yemedi. Ben kendi kendime; "Ne hatâ işledim?" diye düşündüm. Daha önce ekmekle berâber bir sebze yemiştim. Bunu hatırladım ve; "Bir daha şüpheli şeyler yemeyeceğim." diyerek tövbe ettim. Bunun üzerine kuş elime kondu ve elimdeki ekmek kırıntılarını yedi."

Yine şöyle anlatır: Hocam Sırrî-yi Sekatî hasta iken, üç günde bir ziyâretine giderdim. Bir defasında yanına girdim, uyuyordu. Baş ucunda ağlamaya başladım. Göz yaşlarım yanağına düştü. Gözlerini açıp bakınca; "Bana nasîhat et." dedim. O zaman; "Kötü kimselerle sohbet etme. İyi kimselerle berâber bulunarak, Allahü teâlâya ibâdet et." buyurdu.

Şöyle anlatılır: "Sırrî-yi Sekatî bir bayram günü meşhûr bir zâtla karşılaşmış ve ona güler yüzlü olmayarak selâm vermişti. "Neden böyle yaptın?" diye sorduklarında, Sırrî-yi Sekatî; "Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "İki mü'min karşılaştıkları zaman, yüz rahmet aralarında taksim edilir. Bunlardan doksan rahmet, daha güler yüzlü olana verilir" buyurmuştur. İstedim ki, o benden daha çok sevap alsın" diye cevap verdi.

Afyon'da yaşayan büyük velîlerden Sultan Dîvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin şiirlerinden birisi şöyledir:

 

Şem-i rûyına cismimi pervâne düşürdü

Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm

Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düşürdüm.

Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim var

Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım var!

 

Osmanlı velîlerinden Şa'bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok seven Kürekçi Mustafa isminde biri anlattı: “Birisine bin iki yüz akçe borcum vardı. Onu ödemek için çok çalıştığım hâlde bir türlü para biriktirip veremedim. O kimse de, zaman zaman gelip parasını istiyordu. Ben her defâsında; “Biraz daha mühlet ver.” diyordum. Bu durumun böyle devâm etmeyeceğini anlayınca, bir velînin kabrine giderek; “Yâ Rabbî! Enbiyân ve bu evliyân hürmeti için, bana borcum kadar dünyâlık ihsân eyle!” diye duâ eyledim. Oradan ayrıldıktan sonra, aklıma Şa'bân-ı Velî hazretleri geldi. Huzûr-i şerîflerine vardığımda yanında kimse yoktu. Beni görünce, oturduğu minderin altını işâret ederek; “Bunun altındakileri al!” buyurdu. Elimi uzatıp, bir miktârını aldım. Hepsini almadığımı görünce, bana; “Hepsini al. Hak teâlâ oradakilerin hepsini senin için gönderdi.” buyurdu. Bunun üzerine hepsini aldım. Sonra benim için el kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bunu darda koyma.” diye duâ etti. Huzûrundan ayrıldım. Tenhâ bir yere vardığımda paraları saydım, tam borcum kadardı. Çok sevindim. Hemen gidip borcumu verdim. O günden beri hiç kimseye borçlanmadım, elhamdülillah.”

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Cimri ile yalancıdan hangisinin Cehennem'in daha derinine atılacağını bilmiyorum."

Yine buyurdular ki: "Peygamberlerden sonra ihtilâfa, anlaşmazlığa düşen her ümmette, mutlaka haksızlar, haklılara gâlip ve üstün gelmiştir."

Hindistan’ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında, Müftî Ahmed Kâgûrî diyor ki: “Şâh Veliyyullah, aslı (kökü) kendi evinde, dalları ise müslümanların evlerine kadar uzanmış mübârek bir ağaç gibidir. İlim ve feyzi her tarafa yayılmıştır.”

Hindistan evliyâsının tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Mektûbât'ı vardır. Bu Mektûbât'tan bir bölüm aşağıya yazılmıştır:

"Ömrüm boşa geçti. Ma'şûkun kokusunu alamadım. Hayret sahrâsında ve hasret meydanında başı boş top gibi döndüm durdum.

Beyt:

Bu ne biçim gece ki, sabah yaklaşmaz ona,

Bahtımın sabahı yok, sabahın günâhı ne?

 

Yaş altmışı geçti, ok elden çıktı. Nefs-i emmârenin şerrinden kurtuluş olmadı. Elde hava, ciğerde ateş, gözde yaş kaldı. Pişmanlık ve mahcûbiyetten başka kazanç, dert ve âhdan başka yol yok. Ne kadar çırpındıysak da maksada kavuşamadık. Rubâ'î:

 

Murâda erem dedim, hiç müyesser olmadı.

Yâr cefâsından pişmân olur dedim, olmadı.

Dedim ki belki zaman, bana yardımcı olur.

Bahtım belki açılır, dediysem de olmadı.

 

Dünyâ aldanma yeri, nefs ziyânkâr, Hak ise çok gayretlidir. O hâlde kalbde nasıl neşe olabilir. Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: "Ey Dâvûd! Günahkârlara müjde ver ki, ben gafûrum (çok magfiret ediciyim). Sıddîkları da korkut ki, ben gayûrum (çok gayretliyim)."

Gaziantep velîlerinden Şeyh Saçaklı (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Antep ile Maraş arasındaki bir yolculuğu sırasında H.1145 senesinde vefât etti. Her iki şehir halkı arasında cenâzenin kendi şehirlerine defnedilmesi husûsunda ihtilaf çıktı. İşin uzamaması için bir hakem tâyin edildi. Hakem; "Cenâze hangi şehre yakınsa oraya defnedilmesi uygundur." deyince, cenâzenin her iki şehre olan uzaklığı ölçüldü. Antep'e daha yakın olduğu anlaşılınca, Antep mezarlığına defnedildi. Türbesi bugün evler arasında kalmıştır. İbâdethânesi olarak bilinen yer, Aynî Bedreddîn Caddesi 29 numaralı evin içinde bulunmaktadır.

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şaşılır şu kimseye ki, kalbi âhirete bağlı iken kendisine ufak bir şey tesir etse veya pire ısırsa, âhireti hemen unutuverir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Nefehât gibi bâzı kitaplarda, bâzı evliyâ için (kuddise sirruh) bâzıları için (rahmetullahi aleyh) deniyor; hikmeti nedir?" diye suâl edince, şöyle buyurdular: "Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden bir şeyler kalanlar içindir. Nefsden tamâmen kurtulmak, irşâdın şartı değildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makâmına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, faydalı olmuşlardır."

Anadolu'da yaşayan büyük âlim ve velîlerden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri buyurdular ki: "Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."

Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Evinizden hiç çıkmıyorsunuz, hikmeti nedir?” diye sorduklarında; “İdâreciler adâletten ayrıldı, halk fesâda uğradı. Peygamberimizin yolu unutuldu. Bunun için dışarı çıkamıyorum. Bir kimse, kölesiyle evlâdına aynı muâmeleyi yapamıyorsa, adâletten ayrılmıştır” dedi.

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî' bin Cerrâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hak ehline târif edilen yol, esas gâyedir. Ona girmek ve ötelere ulaşmak için, sâdık olmak lâzımdır. Başka türlü olmaz."

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bütün hayırların hepsi, bir ev gibidir. Anahtarı da tevâzudur. Bütün kötülüklerin hepsi de, bir ev gibidir. Onun anahtarı da kibirlenmektir. Nitekim, Âdem aleyhisselâmın zellesinden dolayı tevâzu etmesi ile affa ve ikrâma kavuşması ve İblis’in kibirlenmesi, kendisine hiçbir şeyin fayda vermeyip zelîl olması buna delildir.”

Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir mektubunda şöyle yazdı: “Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salâttan sonra; Ahmed’den, oradaki gönül ehli kardeşlerime. Allahü teâlâ onlara iyilikler versin. Kendisine itâatte yardım eylesin. Allahü teâlâ, fadlı ve rahmeti ile, gönül ehli olan tasavvuf erbâbını üstün kıldı. O, dilediği şeye muktedirdir. Herkesin size muhabbet göstermesi, Allahü teâlânın lutf u ihsânıdır. Hamd, Allahü teâlâ içindir. O’na çok şükrediniz. Devâm üzere de ibâdet ediniz. Allahü teâlâ bizi ve sizleri âhirette sevdikleriyle birlikte bulundursun. İleride İnşâallahü teâlâ yanınıza gelip bir müddet kalacağım...”

Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bitlis’te iken bâzı Siirtliler yanına gelerek İslâmiyeti anlatmasını istediler. Onların ısrarlı istekleri karşısında; “Havalar soğuk olduğu için şimdi sizin oralara gelemem. Fakat ecel mühlet verirse Şubat ayında inşâallah geliriz.” buyurdu. Bitlis’e gidip büyüklerin kabirlerini ziyâret ettikten sonra Nurşin’e döndü. Şeyh Abdurrahmân Bilvânisî onun ziyâretine geldi. Bir müddet kaldıktan sonra geri dönmek niyeti ile vedâlaşıp ayrılırken ona; “Eğer gelmek istiyorsan Şubat ayının başında gel, yoksa gelme." diyerek o târihten sonra gelirse kendisini sağ bulamayacağını işâret etti.

Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri, vefâtına bir aydan az bir zaman kala kızkardeşinin oğlu Muhammed Bâkî’nin evinde babası Üstâd-ı Âzam Abdurrahmân Tâgî hazretlerinin evinin güzel idâre edildiğini, orada çok sayıda âlim ve tasavvuf talebesinin barındığını, aynı zamanda her yöreden pek çok kimsenin Nakşibendiyye yoluna girmek üzere başvurduğunu anlattıktan sonra buyurdu ki: “Bu zamanda böyle durum büyük bir nîmettir. Çok şükretmek gerekir. Ama biz şükür borcunu yerine getiremiyoruz.

Ziyâeddîn Nurşînî hazretlerinin tek oğlu olan Fethullah Efendi, kendisinden sekiz gün önce vefât etti. Onun vefâtı üzerine; “Senden önce vefât edeceğimi ve senin geride kalacağını sanıyordum. Fakat Allahü teâlâ böyle diledi. Böyle oluşunun hikmetini o bilir?” buyurdu. Oğlu defnedildikten sonra hastalandı. Hastalığının ilk günlerinde; “Molla Fethullah gitti. Görünen o ki, onun arkasından ben de kalıcı değilim, böylece dünyâ yıkılıyor.” buyurdu.

Son günlerinde Nakşibendiyye yüksek yolunun fazîletini anlatarak buyurdu ki: “Bütün gücünüzü ve gayretlerinizi sonuna kadar kullanarak Nakşibendî nisbetine sâhib olunuz. Bu nisbet en pahalı mücevherlerden daha değerlidir. Bu nisbet şu yöreden kalkmadan önce onu elde ediniz. Eğer bu yöreden kalkacak olursa bir daha Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri gibi biri bulunmaz ki Hindistan’a gitsin ve o nisbeti alıp getirsin.”

Son günlerinde hastalığı ilerlemiş olmasına rağmen Kur’ân-ı kerîm okumayı ve sohbetleri terk etmiyordu. Hastalığının ve ağrılarının şiddetlenmesine rağmen son günlerinde kendini tamamen Rabbine verdi ve bütün şuuru ile Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti. Sık sık âile fertlerine ve diğer bağlılarına İslâmiyetin emir ve yasaklarından ayrılmamalarını, Nakşibendiyye yoluna bağlı kalmalarını, bütün bunları yaparken de ihlâs ve sağlam bir niyete önem vermelerini tavsiye etti. Ev halkından birine yukarıdaki tavsiyeleri bildirince, ona; “Peki bu konuda bize kim rehberlik edecek, bizi kim terbiye edecek?” diye soruldu. Soran kimseye hitâben buyurdu ki: “İnsanın niyeti hâlis, maksâdı sâdece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak olunca, O kolaylık ihsân ederek kendisine ulaştıracak yolları nasılsa buldurur. Fakat hâlis niyet olmazsa O’nun desteğinden ve yardımından mahrum kalınır.”

Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri son saatlerinde yalnız kalmayı tercih ediyor, çok az konuşarak kalbini bir noktaya bağlamak istiyordu. Yanına girmek isteyen dostlarına ve ziyâretçilerine izin verirken; “Buyursunlar, fakat beni çok konuşmaya zorlamasınlar.” buyuruyordu.