SOHBET - 8
Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine "Kimlerin sohbetinden kaçınalım?" dediler. Cevaben
buyurdular ki: "Dünyâyı sever, malı sever ve makâmı sever. Bunlar âlim için
rüsvâylıktır. Böyle olanlardan kaçın!"
TÎMÛR HAN
Bu dünyânın en büyük, devlet
adamlarından,
Âlim ve evliyânın, dostu idi
Timûr Han.
Seyyid Emir Külâl'in
sohbetinde bulundu,
Mânevî evlâtlığa, hem de
kabûl olundu.
Bir ara Semerkand'a,
yerleşince Timûr Han,
Buhâra'ya gitmeği, arzû etti
bir zaman.
Seyyid Emîr Külâl'e,
gönderdi şu haberi;
"Buhârâ'ya gelmeme, var mı
müsâdeleri?
Eğer izin yok ise, oraya
gelmemize,
Lütfedip kendileri,
gelsinler ülkemize,
Hocamızı görmeği, çok arzû
ediyoruz,
Nasıl uygun olursa, tâlimat
bekliyoruz."
Hazret-i Emîr Külâl, bu
haber üzerine,
Oğlu Emîr Ömer'i,
göndermişti yerine,
Buyurdu ki: Ey oğlum, git
söyle Timûr Hâna,
Biz râzıyız kendinden,
duâcıyız çok ona.
Lâkin onun gelmesi, uygun
değil bu yere,
Mümkün değil bizim de,
gitmemiz o yerlere.
Alah'ın rızâsını, istiyorsa
Timûr Hân,
Tembih et, ayrılmasın,
adâlet ve takvâdan.
Eğer bu tembîhimi, yaparsa
iyi olur,
Kıyâmette azaptan, ancak
böyle kurtulur.
Eğer dünyâ malına, meyl
ederse kendisi,
Bizim duâmızın da, hiç olmaz
fâidesi."
Bu haberi alınca, hocasından
Timûr Han,
Oğlu Emir Ömer'e, şöyle dedi
o zaman:
"Söyleyin benden taraf,
lütfen pederinize,
Buhârâ'nın mülkünü, vereyim
emrinize."
Emir Ömer cevâben dedi:
"İzin yok buna."
Timûr Hân bu sefer de, şöyle
söyledi ona:
Öyleyse filân şehiri, size
bağışlayayım.
İnşaallah bu teklifi, kabul
eder üstadım.
Emir Ömer dedi ki: "Bunu da
kabûl etmez,
Babam, dünyâ malına, bir
zerre kıymet ermez."
Timûr Han bu sefer de, dedi
bulunduğunuz,
Köyü bağışlıyayım, budur son
umdumuz.
Emir Ömer cevaben dedi:
"Tahmin ederim,
Bu teklifinizi de, kabûl
etmez pederim.
O bana demişti ki,
ayrılırken oradan,
"Bizleri memnun etmek,
istiyorsa Timûr Han,
Adâletten, takvâdan,
ayrılmasın herhâlde,
Ancak böyle kurtulur,
azaptan Kıyâmette."
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeleriyle olan sohbeti
sırasında; "Bizim yolumuzun esâsı sohbet ve muhabbettir. Sohbet muhakkak
lâzımdır." buyurdular.
"Sohbet, dünyâ
bağlılıklarını keser ve hakîkî îmânı kazandırır. Eshâb-ı kirâmdan bâzılarının;
"Gelin bir saat îmân edelim." sözlerindeki îmândan maksat, sohbettir. (Yâni bir
saat sohbet edelim de îmânımız yenilensin, kuvvetlensin.)"
Sıbgatullah Arvâsî
hazretleri bâzı sohbetlerinde uzun zaman konuşmazdı. Bu yüksek zümrenin
hâllerini bilmeyen bâzı zâhir âlimleri, acabâ Şeyh niçin bize bir şeyler
anlatmıyor dediklerinde; "Sükûtumuzdan istifâde edemeyen, konuşmamızdan da
edemez." buyururdu.
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: "Bir gün
bir hatâ işledim. O hatânın ateşi otuz yıldır içimde durmakta, hatırladıkça
kalbim cayır cayır yanmaktadır. Bir gün Bağdât şehrinde, dükkânımın bulunduğu
semtte yangın çıktı. Bütün dükkânlar yandığı hâlde yalnız benim dükkânım
yanmamıştı. Dükkânımın yanmadığı haberi gelince, "Elhamdülillah" diye Allahü
teâlâya şükrettim. Hemen akabinde, başkalarının zarâr ve ziyânını düşünmediğimi
hatırlayıp, çok tövbe ve istigfâr ettim. Keffâret olarak dükkânımdaki bütün
mallarımı fakirlere dağıttım. Fakat otuz yıldır, kalbimden bunun acısını
silemedim."
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri
şöyle anlatır: "Bir gün Sırrî-yi Sekatî hazretleri'nin yanına gittim.
Bana şunu anlattı: Her gün yanıma küçük bir kuş gelirdi. Elimdeki ekmek
kırıntılarını yerdi. Bir kere bu kuş bana doğru geldi. Fakat elime konup ekmek
kırıntılarını yemedi. Ben kendi kendime; "Ne hatâ işledim?" diye düşündüm. Daha
önce ekmekle berâber bir sebze yemiştim. Bunu hatırladım ve; "Bir daha şüpheli
şeyler yemeyeceğim." diyerek tövbe ettim. Bunun üzerine kuş elime kondu ve
elimdeki ekmek kırıntılarını yedi."
Yine şöyle anlatır: Hocam
Sırrî-yi Sekatî hasta iken, üç günde bir ziyâretine giderdim. Bir
defasında yanına girdim, uyuyordu. Baş ucunda ağlamaya başladım. Göz yaşlarım
yanağına düştü. Gözlerini açıp bakınca; "Bana nasîhat et." dedim. O zaman; "Kötü
kimselerle sohbet etme. İyi kimselerle berâber bulunarak, Allahü teâlâya ibâdet
et." buyurdu.
Şöyle anlatılır: "Sırrî-yi
Sekatî bir bayram günü meşhûr bir zâtla karşılaşmış ve ona güler yüzlü
olmayarak selâm vermişti. "Neden böyle yaptın?" diye sorduklarında, Sırrî-yi
Sekatî; "Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "İki mü'min karşılaştıkları
zaman, yüz rahmet aralarında taksim edilir. Bunlardan doksan rahmet, daha güler
yüzlü olana verilir" buyurmuştur. İstedim ki, o benden daha çok sevap alsın"
diye cevap verdi.
Afyon'da yaşayan büyük
velîlerden Sultan Dîvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
şiirlerinden birisi şöyledir:
Şem-i rûyına cismimi
pervâne düşürdü
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne
düşürdüm
Bir katre iken kendimi
ummâna düşürdüm
Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna
düşürdüm.
Takrîr edemem, derd-i
derûnum elemim var
Mevlâ'yı seversen beni
söyletme gamım var!
Osmanlı velîlerinden
Şa'bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok seven Kürekçi
Mustafa isminde biri anlattı: “Birisine bin iki yüz akçe borcum vardı. Onu
ödemek için çok çalıştığım hâlde bir türlü para biriktirip veremedim. O kimse
de, zaman zaman gelip parasını istiyordu. Ben her defâsında; “Biraz daha mühlet
ver.” diyordum. Bu durumun böyle devâm etmeyeceğini anlayınca, bir velînin
kabrine giderek; “Yâ Rabbî! Enbiyân ve bu evliyân hürmeti için, bana borcum
kadar dünyâlık ihsân eyle!” diye duâ eyledim. Oradan ayrıldıktan sonra, aklıma
Şa'bân-ı Velî hazretleri geldi. Huzûr-i şerîflerine vardığımda yanında kimse
yoktu. Beni görünce, oturduğu minderin altını işâret ederek; “Bunun
altındakileri al!” buyurdu. Elimi uzatıp, bir miktârını aldım. Hepsini
almadığımı görünce, bana; “Hepsini al. Hak teâlâ oradakilerin hepsini senin için
gönderdi.” buyurdu. Bunun üzerine hepsini aldım. Sonra benim için el kaldırıp;
“Yâ Rabbî! Bunu darda koyma.” diye duâ etti. Huzûrundan ayrıldım. Tenhâ bir yere
vardığımda paraları saydım, tam borcum kadardı. Çok sevindim. Hemen gidip
borcumu verdim. O günden beri hiç kimseye borçlanmadım, elhamdülillah.”
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Cimri ile yalancıdan hangisinin Cehennem'in daha derinine atılacağını
bilmiyorum."
Yine buyurdular ki:
"Peygamberlerden sonra ihtilâfa, anlaşmazlığa düşen her ümmette, mutlaka
haksızlar, haklılara gâlip ve üstün gelmiştir."
Hindistan’ın büyük
velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında, Müftî Ahmed
Kâgûrî diyor ki: “Şâh Veliyyullah, aslı (kökü) kendi evinde, dalları ise
müslümanların evlerine kadar uzanmış mübârek bir ağaç gibidir. İlim ve feyzi her
tarafa yayılmıştır.”
Hindistan evliyâsının
tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
Mektûbât'ı vardır. Bu Mektûbât'tan bir bölüm aşağıya yazılmıştır:
"Ömrüm boşa geçti. Ma'şûkun
kokusunu alamadım. Hayret sahrâsında ve hasret meydanında başı boş top gibi
döndüm durdum.
Beyt:
Bu ne
biçim gece ki, sabah yaklaşmaz ona,
Bahtımın sabahı yok, sabahın günâhı ne?
Yaş altmışı geçti, ok elden
çıktı. Nefs-i emmârenin şerrinden kurtuluş olmadı. Elde hava, ciğerde ateş,
gözde yaş kaldı. Pişmanlık ve mahcûbiyetten başka kazanç, dert ve âhdan başka
yol yok. Ne kadar çırpındıysak da maksada kavuşamadık. Rubâ'î:
Murâda
erem dedim, hiç müyesser olmadı.
Yâr
cefâsından pişmân olur dedim, olmadı.
Dedim
ki belki zaman, bana yardımcı olur.
Bahtım
belki açılır, dediysem de olmadı.
Dünyâ aldanma yeri, nefs
ziyânkâr, Hak ise çok gayretlidir. O hâlde kalbde nasıl neşe olabilir. Allahü
teâlâ Dâvûd aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: "Ey Dâvûd! Günahkârlara müjde ver
ki, ben gafûrum (çok magfiret ediciyim). Sıddîkları da korkut ki, ben gayûrum
(çok gayretliyim)."
Gaziantep velîlerinden
Şeyh Saçaklı (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Antep ile Maraş
arasındaki bir yolculuğu sırasında H.1145 senesinde vefât etti. Her iki şehir
halkı arasında cenâzenin kendi şehirlerine defnedilmesi husûsunda ihtilaf çıktı.
İşin uzamaması için bir hakem tâyin edildi. Hakem; "Cenâze hangi şehre yakınsa
oraya defnedilmesi uygundur." deyince, cenâzenin her iki şehre olan uzaklığı
ölçüldü. Antep'e daha yakın olduğu anlaşılınca, Antep mezarlığına defnedildi.
Türbesi bugün evler arasında kalmıştır. İbâdethânesi olarak bilinen yer, Aynî
Bedreddîn Caddesi 29 numaralı evin içinde bulunmaktadır.
Tâbiînin büyüklerinden, âlim
ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Şaşılır şu kimseye ki, kalbi âhirete bağlı iken kendisine ufak bir şey tesir
etse veya pire ısırsa, âhireti hemen unutuverir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Nefehât gibi bâzı
kitaplarda, bâzı evliyâ için (kuddise sirruh) bâzıları için (rahmetullahi aleyh)
deniyor; hikmeti nedir?" diye suâl edince, şöyle buyurdular: "Birincisi,
nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden bir şeyler kalanlar
içindir. Nefsden tamâmen kurtulmak, irşâdın şartı değildir. (Rahmetullahi aleyh)
denenlerden de bir çoğu, irşâd makâmına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup,
faydalı olmuşlardır."
Anadolu'da yaşayan büyük
âlim ve velîlerden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri buyurdular ki: "Bizim
yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."
Tâbiînden, meşhûr hadîs
âlimi ve velî Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
“Evinizden hiç çıkmıyorsunuz, hikmeti nedir?” diye sorduklarında; “İdâreciler
adâletten ayrıldı, halk fesâda uğradı. Peygamberimizin yolu unutuldu. Bunun için
dışarı çıkamıyorum. Bir kimse, kölesiyle evlâdına aynı muâmeleyi yapamıyorsa,
adâletten ayrılmıştır” dedi.
Evliyâdan ve büyük İslâm
âlimlerinden Vekî' bin Cerrâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Hak ehline târif edilen yol, esas gâyedir. Ona girmek ve ötelere ulaşmak için,
sâdık olmak lâzımdır. Başka türlü olmaz."
Büyük velîlerden Yûsuf
bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bütün hayırların
hepsi, bir ev gibidir. Anahtarı da tevâzudur. Bütün kötülüklerin hepsi de, bir
ev gibidir. Onun anahtarı da kibirlenmektir. Nitekim, Âdem aleyhisselâmın
zellesinden dolayı tevâzu etmesi ile affa ve ikrâma kavuşması ve İblis’in
kibirlenmesi, kendisine hiçbir şeyin fayda vermeyip zelîl olması buna delildir.”
Evliyânın büyüklerinden ve
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir
mektubunda şöyle yazdı: “Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salâttan sonra;
Ahmed’den, oradaki gönül ehli kardeşlerime. Allahü teâlâ onlara iyilikler
versin. Kendisine itâatte yardım eylesin. Allahü teâlâ, fadlı ve rahmeti ile,
gönül ehli olan tasavvuf erbâbını üstün kıldı. O, dilediği şeye muktedirdir.
Herkesin size muhabbet göstermesi, Allahü teâlânın lutf u ihsânıdır. Hamd,
Allahü teâlâ içindir. O’na çok şükrediniz. Devâm üzere de ibâdet ediniz. Allahü
teâlâ bizi ve sizleri âhirette sevdikleriyle birlikte bulundursun. İleride
İnşâallahü teâlâ yanınıza gelip bir müddet kalacağım...”
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bitlis’te iken bâzı
Siirtliler yanına gelerek İslâmiyeti anlatmasını istediler. Onların ısrarlı
istekleri karşısında; “Havalar soğuk olduğu için şimdi sizin oralara gelemem.
Fakat ecel mühlet verirse Şubat ayında inşâallah geliriz.” buyurdu. Bitlis’e
gidip büyüklerin kabirlerini ziyâret ettikten sonra Nurşin’e döndü. Şeyh
Abdurrahmân Bilvânisî onun ziyâretine geldi. Bir müddet kaldıktan sonra geri
dönmek niyeti ile vedâlaşıp ayrılırken ona; “Eğer gelmek istiyorsan Şubat ayının
başında gel, yoksa gelme." diyerek o târihten sonra gelirse kendisini sağ
bulamayacağını işâret etti.
Ziyâeddîn Nurşînî
hazretleri, vefâtına bir aydan az bir zaman kala kızkardeşinin oğlu Muhammed
Bâkî’nin evinde babası Üstâd-ı Âzam Abdurrahmân Tâgî hazretlerinin evinin güzel
idâre edildiğini, orada çok sayıda âlim ve tasavvuf talebesinin barındığını,
aynı zamanda her yöreden pek çok kimsenin Nakşibendiyye yoluna girmek üzere
başvurduğunu anlattıktan sonra buyurdu ki: “Bu zamanda böyle durum büyük bir
nîmettir. Çok şükretmek gerekir. Ama biz şükür borcunu yerine getiremiyoruz.
Ziyâeddîn Nurşînî
hazretlerinin tek oğlu olan Fethullah Efendi, kendisinden sekiz gün önce vefât
etti. Onun vefâtı üzerine; “Senden önce vefât edeceğimi ve senin geride
kalacağını sanıyordum. Fakat Allahü teâlâ böyle diledi. Böyle oluşunun hikmetini
o bilir?” buyurdu. Oğlu defnedildikten sonra hastalandı. Hastalığının ilk
günlerinde; “Molla Fethullah gitti. Görünen o ki, onun arkasından ben de kalıcı
değilim, böylece dünyâ yıkılıyor.” buyurdu.
Son günlerinde Nakşibendiyye
yüksek yolunun fazîletini anlatarak buyurdu ki: “Bütün gücünüzü ve
gayretlerinizi sonuna kadar kullanarak Nakşibendî nisbetine sâhib olunuz. Bu
nisbet en pahalı mücevherlerden daha değerlidir. Bu nisbet şu yöreden kalkmadan
önce onu elde ediniz. Eğer bu yöreden kalkacak olursa bir daha Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri gibi biri bulunmaz ki Hindistan’a gitsin ve o nisbeti alıp
getirsin.”
Son günlerinde hastalığı
ilerlemiş olmasına rağmen Kur’ân-ı kerîm okumayı ve sohbetleri terk etmiyordu.
Hastalığının ve ağrılarının şiddetlenmesine rağmen son günlerinde kendini
tamamen Rabbine verdi ve bütün şuuru ile Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için
gayret etti. Sık sık âile fertlerine ve diğer bağlılarına İslâmiyetin emir ve
yasaklarından ayrılmamalarını, Nakşibendiyye yoluna bağlı kalmalarını, bütün
bunları yaparken de ihlâs ve sağlam bir niyete önem vermelerini tavsiye etti. Ev
halkından birine yukarıdaki tavsiyeleri bildirince, ona; “Peki bu konuda bize
kim rehberlik edecek, bizi kim terbiye edecek?” diye soruldu. Soran kimseye
hitâben buyurdu ki: “İnsanın niyeti hâlis, maksâdı sâdece Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmak olunca, O kolaylık ihsân ederek kendisine ulaştıracak yolları
nasılsa buldurur. Fakat hâlis niyet olmazsa O’nun desteğinden ve yardımından
mahrum kalınır.”
Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî
hazretleri son saatlerinde yalnız kalmayı tercih ediyor, çok az konuşarak
kalbini bir noktaya bağlamak istiyordu. Yanına girmek isteyen dostlarına ve
ziyâretçilerine izin verirken; “Buyursunlar, fakat beni çok konuşmaya
zorlamasınlar.” buyuruyordu. |