SOHBET - 6
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Oruç bana mahsustur. Onun karşılığını ben veririm." buyrulan kudsî hadîste,
hakîkî oruca işâret vardır. Bu ise, mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi
terketmektir." Yine buyurdu ki: "Allahü teâlânın doksan dokuz ismi vardır. Kim
onları sayarsa, Cennet'e girer." buyurulan bu hadîs-i şerîfteki "Ahsa"
kelimesinin bir mânâsı, saymaktır. Diğer bir mânâsı ise, bu ism-i şerîfleri
öğrenip, bilmektir. Bir mânâsı da, bu esmâ-i şerîfenin mûcibince amel etmektir.
Meselâ "Rezzâk" ismini söylediği zaman, rızkı için aslâ endişe etmemeli.
"Mütekebbîr" ismini söyleyince, Allahü teâlânın azametini ve kibriyâsını
düşünmelidir."
Kerâmet sâhibi evliyâ
zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Hasan bin Ali
Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Doğru yoldan ayrılmak
iki türlüdür. Birincisi; iyi niyetli olduğu halde, yanlış iş yapan ve haktan
ayrılan, ayağı kayan kimseye uymak. Bu, insanı helâk eder. İkincisi; hakka karşı
inadcı olmak ve kendinden önce geçen sâlih, müttekî kimselere muhâlefet etmek.
Böyle yapan kimse sapık ve saptırıcıdır. Böyle kimse, ümmet arasında şeytan
gibidir. Kimsenin ona aldanmaması için, onun hâlini insanlara bildirmek
lâzımdır."
Yine buyurdular ki: "Müslümanın
din husûsunda nasîhatı gizlemesi, yapmaması helâl olmaz. Kim nasîhatı yapmazsa,
müslümanlara hîle yapmış olur. Müslümanlara hîle yapan, dîne hîle yapmış olur.
Dîne hîle yapan da, Allahü teâlâya, Resûlullah efendimize ve müminlere ihânet
etmiş olur."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Muâz bin
Cebel'den rivâyetle Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: "Bir kimseyi severseniz
onunla münâkaşa etmeyiniz, birbirinize kızmayınız ve zulmetmeyiniz ve ondan bir
şey istemeyiniz. Belki onun bir düşmanına rastlarsınız da, o; sana onda olmayan
bir şey söyler ve seninle o dostunun arası açılabilir."
Çorum velîlerinden Çerkez
Şeyhi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyük oğlu, askerlikte
öğrendiği fotoğrafçılık mesleğini sivil hayâtında da sürdürmekte idi. Babasının
ne kadar resmini çekmek istedi ise hep filimleri yandı. Bir yaz günü, sabah
kahvaltısı bahçede hazırlandı. Oğlu fotoğraf makinasını da getirmişti. Çerkez
Şeyhi'nin gözleri katarakt sebebi ile çok zor seçiyordu. Bu sebepten hanımının
yardımı ile bahçeye indi. Son basamağa geldiğinde, birden geri dönerek odasına
gitti ve; "Hanım ben resmimin çekilmesini istemiyorum. Çekilenler için de
çıkmaması için Allahü teâlâya yalvarıyoum. Söyle ona, bir daha böyle bir
münâsebetsizliğe sebebiyet vermesin." dedi.
Âlimlerden ve evliyânın
büyülerinden Derviş Ahmed Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
sohbetlerinde devamlı olarak; Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekr-i Şiblî, Ebû Hafs-ı
Haddâd, Ebû Osman Hayrî gibi tasavvuf büyüklerinden anlatırdı. Çok güzel bir
anlatımı vardı. Hitâbeti kuvvetli, sözleri hikmetli idi. İnce mânâlardan,
tasavvufî hakîkatlardan anlatırdı. Derin meseleler üzerinde konuşurdu.
Birgün yine böyle ince
mânâlardan anlatırken, bir kimse ayağa kalkıp; "Böyle hiç kimsenin anlıyamadığı
sözleri anlatmanızda ne mânâ var?" dedi. Derviş Ahmed buna dedi ki: "Bir kimse,
bu tâifenin yüksek sözlerini anlıyamıyorsa, herkesin de anlıyamadığını nereden
anlıyor ki? Tasavvufî hakîkatlerden hiç haberi olmayan birinin bu hâli,
başkalarının yüksekliğine mâni değildir."
Tasavvuf ehlinin büyüklerini
iyi anlıyan kimseler, Derviş Ahmed'in vâzlarına çok kıymet verirler, çok
istifâde ederlerdi. Anlıyamadıkları sözler olursa, îtirâz etmezler; "Derviş
Ahmed boş söz konuşmaz. Çünkü o, kendi irâdesi ile konuşmuyor, muhakkak
konuşmalarında bir hikmet vardır." derlerdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, sohbet edilecek ve
berâber bulunulacak kimseyle alâkalı olarak; "Ehil olmayan bir kimse ile
oturmak; insanı, dar bir zindanda olmaktan daha çok sıkar." buyurdu.
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi ve
dâmâdı Ebû Osman Hîrî Nişâbûrî anlatır: Bir gün ona; "Aklı başında bir kimse,
kendisine zulmeden birini mâzur görebilir mi?" diye soruldu. O da; "Evet,
mümkündür. Ama o zulmedeni, kendisine Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir
nîmet olarak bilirse!.." buyurdular.
Evliyânın önde gelenlerinden
Ebü'l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbet
arkadaşı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır: "Bir gün Ebü'l-Fadl'ın
yanında bir dervişi övdüm. Bana; "Beni onunla buluştur. Görmek isterim."
buyurdu. Birlikte gittik. Dervişi bulduk. Derviş Ebü'l-Fadl'ı görünce, korkudan
çeşitli hallere girdi. Neredeyse aklı başından gidecekti. O zaman Ebü'l-Fadl
hazretleri; "Bu ne bulursa yer. Verâ, haram ve şüphelilerden kaçma hâli yoktur."
buyurdu. Sonra meâlen; "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden) şeytan çarpmış
kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar." (Bekara sûresi: 275) âyet-i
kerîmesini okudu."
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın, yanında
bulunanlarla tatlı tatlı sohbet etmesi, onlara güzel ahlâk ile davranması,
geceleri sabaha kadar ibâdet ile, gündüzleri hep oruçlu geçirmesinden
hayırlıdır."
Harput'un büyük velîlerinden
Hacı Tevfik Rıfkı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine halktan
bâzıları; "Bu kadar ilim öğrendin, ama sonunda bir mektebe hoca oldun."
dediklerinde; "Siz benden ne bekliyordunuz? Bir köşede oturup, ciltler dolusu
kitap yazmamı mı? Yoksa kulluk borcunu dahi yerine getirmekten âciz olan
insanlar gibi meydanlara çıkıp; "İslâmiyeti kuralım." diyerek nârâ atıp
dolaşmamı mı? Yine cevâbını vereyim. Eser yazmaya gelince, bize öğretenler bile
buna cüret göstermedi ki, biz onlardan öğrendik. Yüce mukaddes kitabı okuyup,
bunu tefsîr etmemi bekliyorsanız bu câhilliktir ve aptallıktır. Çünkü buna şu
Tevfik'in gücü yetmez. Kafasına göre tefsîr eden ve o ufacık beyni ile
anladıklarını yorumlayan, anlatan ve kendinden bir şeyler katan ise îmânsız
olur. Onun için derim ki, bu dünyâda en büyük hüner, insan yetiştirmektir. Yok
eğer meydanlarda, din elden gidiyor, diye nutuk atmamı istiyorsanız, işte bu en
büyük aptallıktır. İslâmiyeti kurtarmayı bırakalım, İslâmiyetle kurtulmaya
bakalım. Siz ve biz kimiz ki? O yüce dînin koruyucusu ve gözeticisi yüce
Mevlâ'dır. O, bu dîni insanların kurtuluşu için göndermiştir. Ama bu yolda cihâd
ayrı bir husustur. Mücâdeleyi elden bırakmak anlamına yormayınız. Çalışınız,
öğreniniz, yaşayınız ve çalıştırınız, öğretiniz ve yaşatınız. Bunları
yapabiliyorsak, bizler çok bahtiyar ve mesuduz." buyurdular.
Hacı Tevfik Efendi, uzun
boylu, zayıf bir bünyeye sâhipti. Yüzündeki tebessümü hiç eksik etmezdi. En
sıkıntılı ve en kederli anlarında bile; "Ben kederli isem elâleme ne?" diyerek
kendi dert ve elemi ile başkalarını huzursuz etmez ve üzmezdi. O sıkıntılı hâli
ile başkalarına sert muâmele etmekten dâimâ kaçardı. Şefkatli nazarları ile
karşısındakileri kendisine çeken mânevî bir kuvvete sâhipti.
O, bilgisi ve ilmi az olan
kimselerle konuştuğu zaman onların seviyesine inerek, anlayacakları dilde
nasîhat ederdi. Bu durum karşısında ahâliden bâzıları; "Efendi siz âlim
birisiniz. Bu câhillerle neden oturuyorsunuz? Siz bunları adam edemezsiniz."
demeleri üzerine çok üzülen Tevfik Efendi; "İnanan ve îmânı olan kimselere câhil
denilemez. Hakka ve hakîkate inanmayan en büyük câhildir. Öğrenmeyen olmasaydı
öğretene ne iş düşerdi." buyurdular.
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
birgün "Îsâr nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Başkalarının lezzetini ve
rahatlığını, kendi lezzet ve rahatlığına tercih etmektir." buyurdular.
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe-i Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâ malına
tamah edenlere; "Altın alma, duâ al. Duâ altından daha kıymetlidir." buyururdu.
Hiç kahkaha ile gülmezdi. Kahkaha atanları gördüğünde; "Sıratı geçmeden nasıl
gülebiliyorsunuz, şaşıyorum. Müslüman sıratı geçtikten sonra güler." derdi.
Birisi halk arasındaki âdete dayanarak; "Gece tırnak kesmede mahzur var mıdır?"
diye sorunca; "Pislik, görüldüğü anda yok edilir." buyurdu.
Muînüddîn-i Çeştî’nin
talebelerinden Hamîdüddîn Nâgûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
bir gün hocası; "Sen dünyâ ve âhirette muazzez ve mükerrem olmayı ister misin?"
buyurdu. Hamîdüddîn; "Kulun isteği olmaz, Mevlânın isteği olur." dedi. Ondan
sonra Hâce Muînüddîn, Hâce Kutbüddîn'e de hitâbla aynı sözleri söyledi. O da
cevâbında; "Kulun ihtiyârı, yâni isteği yoktur, hüküm olunan sizin
ihtiyârınızdır." diye arz etti. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî buyurdu ki;
"Dünyâyı terk eden, âhireti düşünmeyen Sultân-ı târikîn, yâni terk edenlerin
sultânı Hamîdüddîn Sûfî'dir." Bu günden sonra lakabı, Sultân-ı târikîn kaldı.
Hamîdüddîn-i Sûfî, Behâüddîn Zekeriyyâ'ya yazdığı bir mektubunda buyuruyor ki:
"Âlimlerimizin söz birliği ile, nassların ve hadîs-i şerîflerin beyânına göre,
dünyâ ve dünyâlıklar Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya mânidir. Allahü teâlâ
ile kul arasında perdedir."
Anadolu'da yaşayan evliyânın
ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) için şiir, bir vâsıtadır. Ona göre şiir Hakk'ı anlatmalıdır. Edebi
bildirmelidir. Hakk'ı anlatmak için, kalemin âşıkın elinde olması gerekir. Ancak
o zaman Hak âşığı, Hakk'ı anlatacaktır. Şiirde sevgiliye (Allahü teâlâya) yer
verilince, o kıymet kazanır. Sevgiliden bahsetmeyen şiirde güzellik aramak
boşunadır. Şiir böyle olunca hikmettir.
Şiirleri, Dîvân'ında ve yer
yer Mârifetnâme'sinde yer almaktadır. Mârifetnâme'deki şiirlerin pek çoğu
dîvânından alınmıştır. Yalnız bu eserde yer alan ve mevzûları toplayarak
anlattığı şiirler, öğretmek içindir ve bir bakıma işlediği konuların özeti
durumundadır. O, bu şiirlerinde hep Hakkî mahlasını kullanmış ve hep kendisine
öğütlerde bulunmuştur. Şiirlerinin büyük bir kısmını Türkçe ile yazmıştır.
Ayrıca Arapça ve Farsça ile yazdığı şiirleri de vardır. Daha çok bu şiirlerde;
Hakkî yanında Ferdî mahlasını da kullanmış olmasına rağmen, en fazla Fakîrî
mahlasına yer vermiştir. İbrâhim Hakkı'nın bu mahlası kullanması hocasına olan
bağlılığının tezâhürüdür. Bir de insanın aczini bu kelimede görmüştür.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hâllerini çok gizlerdi. Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek
derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi. Hattâ
talebelerinden bâzıları; "Efendimiz! Bu kadar sırlar ve vâridât yâni mânevî
hâller içerisinde bulunduğunuz hâlde, bunları bu kadar örtüp, gizlemenizdeki
sebep nedir?" diye arz ettiler. Cevâbında; "Söylenmesi ve yazılması doğru ve
lâzım olanlar, hazret-i Müceddîd-i elf-i sânî ve Urvet-ül-vüskâ (yüksek dedem ve
babam) tarafından söylenmiş ve yazılmışlardır. Bu zamanda onların söyleyip
yazdıklarından daha iyi söz söyleyecek kimse yoktur." buyurdu.
Büyük velî, fıkıh, tefsîr,
hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her
düşmanlığın kalkması ümid edilir. Yalnız kıskançlıktan sonra düşmanlık edenin
düşmanlığının kalkması ümid edilmez.
Tebe-i tâbiînin ve evliyânın
büyüklerinden olup, Mısır'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden Leys
bin Sa'd (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatıyor: Bir zamanlar halife
Hârun Reşîd'in yanına gittim. Bana; "Ey Leys! Sizin memleketinizin insanları ne
hâldedir?" diye sordu. Ben; "Memleketimizin hâli, Nil nehrinin hâli gibidir.
Nasıl Nil nehrinin rengi, onun kaynağına, başına bağlı ise, bizim iyiliğimiz,
başımızdaki reisimize bağlıdır. Eğer Nil nehrinin kaynağı bulanık olursa, Nil
nehri de bulanık akacaktır. Fakat nehrin başı saf ve berrak akarsa, Nil nehri
de, o zaman saf ve temiz akacaktır." dedim. Bunun üzerine halife: "Çok doğru
söyledin, ey Ebû Hâris (Leys)!" dedi.
Medîne-i münevverede yaşayan
âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında, Zehebî şöyle anlatır: "Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe,
parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivâyet, diyânet,
adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi, fıkıhta, fetvâda kâidelerin sıhhatinde önde
gelen bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum"
derdi. Ve; "İlmin kalkanı bilmiyorum demekdir." buyururdu.
Birgün Halife Hârûn Reşîd;
"Yâ İmâm senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin bunlara
uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emir edeceğim." dedi. İmâm-ı Mâlik; "Yâ
halîfe, hadîs-i şerîfte; "Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı rahmettir" buyruldu.
Âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir.
Müslümanlar bu rahmetten mahrum bırakılamaz. buyurdu" Bunun üzerine halîfe bu
arzusundan vazgeçti.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sanatı
olmayan kişiyi sevmem. Zîrâ herkesi dilenmekten kurtaracak şey, onun sanatıdır.”
Büyük velîlerden Muhammed
bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Errahmân demek;
Allahü teâlânın, dünyâda iyi ve kötü herkese ihsân etmesi demektir."
Muhammed bin Fadl
hazretleri; Hacca giderken Nişâbûr'a uğradığında, sohbet etmesini istediler.
Muhammed bin Fadl, Kürsiye çıkarak; "Allahü teâlâ büyüktür. Allahü teâlânın
zikri büyüktür. Rızâ, en büyük olan Allahü teâlâdandır." dedi ve kürsiden indi.
Tâbiîn devrinin
meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Ka’b el-Kurezî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Yeryüzü iki kişi için göz yaşı döker: Birincisi,
üzerinde Allahü teâlâya ibâdet edip, sâlih amel işleyen, ikincisi de üzerinde
Allahü teâlâya günâh ve isyânla vakit geçiren kimse içindir. Zîrâ günah işleyen
ona çok ağırlık verir.”
Tâbiînden Muhammed bin
Sûka (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Muhammed bin Münkedir, sordu:
“Yâ Ebâ Abdullah! Sana en hoş gelen amel hangisidir?” Muhammed bin Sûka
hazretleri de “Mümini sürûra boğmaktır.” buyurdular. “Ondan sonra hangisidir?”
dedi. “Kardeşlere ikrâm etmektir.” buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Şüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nafakasını temin etmek için
Eşmûn beldesinde devecilik yapardı. Hasad zamânında, ücret ile istiyenlerin
buğdaylarını taşırdı. Fakat, devesine başkaları gibi çok yük yüklemez, az birşey
yüklerdi. Bu yüklediği az bir buğday un yapıldığında, diğerlerinin çok
buğdayından daha bereketli olurdu.
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) herkesin
kendi aybını görmesini isterdi. Eğer insan kendi ayıblarıyla meşgul olursa;
başkalarının ayıblarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamayacağını beyan
eder ve “İnsanların pek çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarını unutup,
başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir.”
buyurdular.
İstanbul velîlerinden Seyyid
Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tefsîr ve fıkıh
ilmi, en üstün ilimlerdir. Bunlardan sonra tasavvuf ilmi gelir. Tasavvuf, nefsi
ve kalbi temizlemek demektir. Cenâb-ı Hakk'ı, bütün hakîkatiyle bilmek kâbil
değildir. Peygamber efendimiz, "Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerini tefekkür ediniz.
Zât-ı ilâhiyyeyi tefekkür etmeyiniz. Çünkü zât-ı ilâhiyyenin kadrini takdir
edemezsiniz."
|