SOHBET - 5
Evliyânın büyüklerinden ve
hadîs âlimi Abdullah bin Hâzır (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak Yûsuf bin Hüseyin şöyle anlatır: "Mısır'a Zünnûn-i Mısrî'nin
yanına gittikten sonra, Rey şehrine dönüyordum. Bağdâd'a vardım. Dayım
Abdullah bin Hâzır orada idi. Hacca gidecekmiş, yanına gittim:
-Nereden geldin? diye sordu:
-Mısır'dan gelip, Rey'e
gidiyorum. Bir nasîhat etmenizi isterim, dedim.
Buyurdu ki:
-Kabûl etmezsin!
-Ederim. dedim.
O yine,
-Kabûl etmezsin! buyurdu.
Ben tekrar;
-Belki kabûl ederim, dedim.
Yine;
-Biliyorum kabûl etmezsin!
buyurdu.
-İhtimâl ki kabûl ederim,
dedim.
Buyurdu ki:
-Gece olduğunda git Zünnûn-i
Mısrî'den ne yazmış isen, hepsini Dicleye bırak.
-Bir düşüneyim, dedim.
O gece düşünce bastı ve hiç
uyuyamadım. Gönlüm bir türlü râzı olmadı. Ertesi gün gidip;
-Gönlüm bu işe râzı olmadı,
dedim.
-Zâten ben sana kabûl
etmiyeceğini söylemiştim, buyurdu.
-Bir şey daha söyler
misiniz? dediğimde;
-Onu da kabûl etmezsin,
buyurdular.
-Kabûl ederim, diye ısrar
ettim. Bu sefer;
-Rey şehrine gittiğinde, ben
Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm deme, buyurdular.
Bu sözü uzun müddet
düşündüm. Evvelki sözlerinden daha zor geldi. Tekrar ona gittim. Dedim ki:
-Bu dediğiniz iş zordur.
Buyurdu ki:
-Sana, senin için gâyet
lüzumlu olan bir şey söyleyeceğim.
-Buyurun söyleyin, dedim.
-Şimdi evine gittiğin zaman,
insanları kendine dâvet etme. Allahü teâlâya dâvet ederken öyle yaşa ki, Allahü
teâlâdan bir an gâfil olup, O'nu unutmayasın, buyurdu. (Abdullah bin Hâzır'ın bu
sözleri yanlış anlaşılıp, Zünnûn-i Mısrî'yi beğenmiyor sanmamalıdır. Onun
maksadı: Zünnûn-i Mısrî tevhîd deryâsına dalmış, garîb hâlleri ve halkın
anlayamıyacağı tasavvufî sözleri olan bir velî olduğundan, halkın, bu Allah
dostuna düşman olmamaları içindir.)
Abdullah bin Hâzır'ın bu
sözünü, Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî şu sözle izâh etti:
Allahü teâlâ Mûsâ
aleyhisselâma; "Ey Mûsâ! Dilin her zaman beni zikretsin. Bulunduğun her yerde
benimle ol." buyurdu.
Bu iki büyük velî bu söz ve
îzâhlarıyla, her an Allahü teâlâyı hatırlayıp, O'nu bir an unutmamağı tavsiye
buyurmuşlardır. Bu da dostluğa ve kulluğa yakışan şeydir.
Kendisine insanın îmânının
nasıl kâmil olacağı sorulduğunda Ahmed bin Hanbel tarîkıyla rivâyet ettiği şu
hadîs-i şerîfle, cevab verdi: "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiğini mümin
kardeşi için de sevmedikçe, îmânı kâmil olmaz".
Kadınların kocalarına karşı
nasıl davranmaları sorulduğunda; erkeğin kadını üzerinde olan haklarını uzun
uzun anlattıktan sonra Şâz bin Feyyâz, Amr bin İbrâhim, Katâde, Sa'îd bin
Müseyyib, Abdullah bin Amr'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudular.
Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kocasına teşekkür etmeyen (ona
nankörlük eden) ve onunla yetinmeyen, iktifâ etmeyen kadına nazar etmez."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında, Fudayl bin Iyâd'ın oğlu Muhammed şöyle anlattı: Abdullah bin
Mübârek'i rüyâmda gördüm. Ona; "En üstün amel nedir?" dedim. "İçinde
bulunduğundur." buyurdu. "Hudud boylarında beklemek de cihâd mıdır?" dedim.
"Evet." buyurdu. "Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı?" dedim. "Beni sonsuz
mağfireti ile mağfiret edip, izzet ve ikrâmlarda bulundu" dedi.
On dokuzuncu yüzyılın büyük
velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak buyurdular ki: Yolumuz sohbet
yoludur. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet
meclisine katılmazlar, niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Halbuki
sohbet ehlinin ev sâhibi Allahü teâlâ, teşrîfâtçısı hazret-i Ali, sâkîsi yâni su
dağıtanı Hızır aleyhisselâmdır. Şâyet sohbet etmek için yedi kişi bir araya
gelse, yüksek makamlara erişirler ki, Aralarında bir Allah dostunun varlığı
umulur.
Cehrî, açıktan Kur'ân-ı
kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan evin
sâhibi bildiği sûreleri açık olarak okusun.
Sohbet peşinde koşmayı
severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün mertebe hiç bir
dervişin sohbetini kaçırmak istemem."
Hindistan'da yaşayan
evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülvehhâb Buhârî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurmuştur ki: Hâllerin kalpten kalbe geçişinin hikmetine gelince;
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı ülfet, rahmet ve keremle yarattı. Onu kendi
ahlâkıyla ahlâklandırdı. Bu ahlâkdan biri şevktir. Resûlullah efendimiz, Allahü
teâlâdan bildirerek buyurdu ki: "Ebrârın beni görme şevki uzadı. Benim onları
görme şevkim daha kuvvetlidir." Demek ki, Peygamber efendimizi bu ahlâkta kemâl
üzere yarattı ve O, şevk sahiplerine müştâk, can atan biri oldu. O'nun şevki,
şevk, aşırı istek sâhiplerinden kuvvetli oldu. Resûlullah'ın bu şevki, kalbden
kalbe kıyâmete kadar, vârislerine ve tâbilerine zamânındaki gibi intikâl eder.
Bu da, sohbet ve ülfetle, yakınlıkla şevk sâhiplerinden şevk sâhiplerine
geçmekle olur. Sohbet yakınlık için, yakınlık nîmet için, nîmet lezzet için,
lezzet ise kavuşmak içindir. Kavuşmanın çeşitlerinin ve semerelerinin artmasının
ise sonu yoktur. Yazı ve söz ile anlatılması ve anlaşılması çok zordur."
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) zamânının velîlerini sık sık ziyâret eder, nasîhat ister ve
gönüllerini alırdı.
1540 senesi bir yaz günü,
Kâhire'nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altında bulunan yaşlı bir
velîyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adını sordu. "Abdülvehhâb."
dedi. Ona; "Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur otur." deyince
yanına oturdu, el ele tutuştular. Elini öyle kuvvetlice sıktı ki, neredeyse
acıdan bağıracaktı. Ona; "Kuvvetimi nasıl buluyorsun?" diye sorunca; "Çok büyük
bir kuvvete sâhibsiniz." dedi. O zaman ona:
"İşte bu kuvvet,
gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur. Hamurum helâl
bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün, günahlarına aldırmayan insanların
vücutları gibi, benim vücûdum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüz kırk üç yaşına
geldim. Allahü teâlâya yemin ederim ki, bugün insanlar her yönden değişmiştir.
Hele bu son senelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve emânete riâyet
etmekte büyük bir eksiklik var. Bugün yakın akrabân, hattâ öz kardeşin bile seni
tanımamaktadır. Oğlun dahi sana başka gözle bakmakta ve bir yabancı gibi
davranmaktadır. İnsanların birbirlerine muhabbetleri hiç kalmamış, dert ve
belâlara karşı sabırları eksilmiş, kazâ ve kadere karşı boyun eğmek yerine gazab
hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana zamânımızın kötü ve
yorgun insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak daha iyi olacak."
dedi ve şöyle devâm etti: "Zamânımızın en iyileri; geceleri kalkıp sabahlara
kadar namaz kılan, sabah namazından sonra öğleye kadar Kur'ân-ı kerîm okuyup
tesbîhini çekerek Allahü teâlâyı zikreden, ikindiye kadar duâlarını yapan,
akşama kadar her gün devâm üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan, yatıncaya
kadar da tövbe istigfâr ederek vaktini geçirenlerdir."
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda yetişip kemâle
geldikten sonra, medreselerde, tekkelerde talebe okutup ders verecek yerde,
küçük çocukları okutmaya başladı. Böylece büyüklük ve yükseklik hâllerini
gizler, kendisini setrederdi. Kendisi şöyle anlatır:
"Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri Herat'ı teşrif ettiği zaman, ona olan hürmet ve muhabbetlerimi
arzetmek üzere ziyâretine gittim. Bana; "Kimsiniz? Ne ile meşgûlsünüz?" diye
sordu.
"Efendim, Mevlânâ Sa'deddîn-i
Kaşgârî'nin fukarâsından bir fakîrim. (Talebesiyim diyemediği için bu ifâdeyi
kullanmaktadır.) Küçük talebelere muallimlik yapıyorum." dedim. Bunun üzerine
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri:
"Mektep hocalığı, muallimlik
yapmak büyük ve kıymetli bir iştir. Onun birçok faydaları vardır." buyurup,
bundan sonra hocam Sa'düddîn-i Kaşgârî'nin üstünlüklerinden anlattı.
Aralarındaki muhabbet ve yakınlığı bildirip, bana teveccühde bulundu."
Buhârâ'da yetişen en büyük
velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allah adamları ile
sohbet hakkında buyurdular ki: "Allahü teâlânın velî kulları ile sohbet etmek
öbür âlemin işlerini yürütmeye yarayan aklı artırır."
"Allahü teâlânın velî
kullarını hergün, iki günde bir kere görmek bırakılmaması gereken sünnettir. Ama
edeple, saygı ile."
Amasya'da yetişen velîlerden
Ali Hâfız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Sohbetlerinde buyururdu ki:
"Büyükleri tanıyan bir zâtın merhametinden, cömertliğinden, yumuşaklığından,
güzel ahlâkından herkes istifâde etmelidir."
Evliyânın meşhûrlarıdan
Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisine,
kurtuluşa ermiş bir kimsenin nazarı, bakışı erişip, yâni bir büyük zâtı tanıyıp
da kurtuluşa ermeyen kimseye şaşarım!"
Büyük velî ve Hanbelî
mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Sırf makam sâhibi olmak ve biliyor desinler için bir kaç
mesele öğrenip, insanlara fetvâ vermeye kalkışmak, ne kadar ayıptır."
Anadolu velîlerinden Ali
Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının vefâtından sonra insanlara
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bir kış mevsimi Ali Osman
Efendi talebesi Veysel Hâfız ile bir yere giderlerken namaz vakti daralır. Ali
Osman Efendi talebesine; "Buralarda tanıdık bir köy yok mu?" diye sorunca,
Veysel Efendi; "Tanıdık var ama îtikâdları bozuktur." dedi. Ali Osman Efendi
olsun deyip köye gittiler. Veysel Hâfız tanıdığı birisinin kapısını çaldı. O zât
bunları görünce, odada kim varsa herkesi dışarı çıkardı. Ali Osman Efendi,
talebesi ile namaz kıldıktan sonra, sohbete başladı. Sohbete köyden herkes geldi
ve sabaha kadar devâm etti. Sohbetin netîcesinde bu köyün halkı bozuk olan
îtikâtlarına tövbe edip Ehl-i sünnet îtikâdını kabûl ettiler.
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Büyüklerimizden birisi, hatâ ve noksanlarını
avucunun içine yazar, avucuna bakıp, hatâ ve noksanlarını görüp hatırlayınca,
eli titrerdi."
Tâbiîn devrinin büyük
velîlerinden Atâ Süleymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak,
Beşir bin Mansûr Sülemî anlatır: Atâ Süleymî bana şöyle dedi: "Ey Beşir! Ölüm
peşimde, kabir önümde, gideceğim yer mahşer, geçeceğim yol Cehennem üzerindeki
sırât köprüsüdür. Bilemiyorum ki, Rabbim bana ne muâmele yapar?"
Sonra öyle feryâd etti ki,
düşüp bayıldı. Uzun zaman öyle kaldı. Ayılınca baktım ki benzi solmuş çok zayıf
düşmüştü. Sâlih el-Mürrî'ye gidip hâlini anlattım. Benimle birlikte yanına
geldi. Belki bir şeyler yedirip içirebiliriz dedik. Bize; "Şu keçeyi kaldırın."
dedi. Kaldırıp baktık ki altında bir dirhem vardı. Onunla sevik (çorbalık) satın
alıp, hazırladık ve ona içirmek istedik. Ağzına aldı. Fakat bir türlü içemedi.
Boğazından geçmedi. Ölecek diye korktuk. Dedim ki: "Ey Atâ! Olur mu böyle? Bunu
senin için aldık. Hazırlamak için uğraştık." dedim. Bana dönüp; "Ey Beşir! Onu
bana içirirken sıcaklığını hisseder hissetmez meâlen; "Zîrâ (Âhirette kâfirler
için) bizim yanımızda bu kapılar ve (içine girecekleri) bir ateş var. Bir de
boğaza takılıp kalan bir yiyecek var. Ayrıca acıklı bir azap da var." (Müzzemmil
sûresi; 12-13) buyrulan âyet-i kerîmeyi hatırladım. Böyle yapmamak elimde
değildir." dedi.
İlimlere vâkıf, ârif ve
himmet sâhibi bir zât olan Şeyh Azerî Hamza bin Ali (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin kasîdelerini toplamış olduğu dîvânındaki şiirlerinden
bâzıları şu mânâdadır:
"Ben sana hikmetten bir
nükte öğreteyim. Sen bunu yaparsan iki âlemde büyük adam olursun. Tarîkat
libasını giydiğin vakit zilletten müteessir olma. İzzet ile övün."
"Yaygı gibi yayılmış olan bu
yeryüzünün durumunu gözünün önüne al. Bunu tıpkı siyâh, beyaz hânelere ayrılmış
bir satranç tahtası gibi farz et. Birbiri karşısına konulmuş siyah ve beyaz
hâneler ayniyle gece ve gündüzün aydın ve karanlık saatlerine benzer. Burada
akıl ve nefs birer mühendis ve hokkabaz ve yekdiğerini yenmek isteyen iki
satranç ustasıdır. Aklını başına al; nefis, hîleler yapan, dalavereci bir
rakîptir. Ey Azerî, bir kimse nefsin kötü isteklerinden korunmazsa murâd atını,
ilâhî yoldaki arzu ve isteğini kaybetmiştir. Zaman herkesle bir türlü oyun
oynar. Onun oyunundan sakının."
"Hikmet hazînesinin anahtarı
bizim elimize geçtiği zamandan beri hırs gözüne kanâat sürmesini sürdük. Ey
gönül bu dünyâ olayları ayarı düşük bir pazardır. Biz bunu birçok kere himmet
terâzisiyle tarttık. Ancak korkarım ki, bizim tâat ve ibâdet sayfalarını yok
saydığımız gibi, yarın tevfik sayfamızı da yok saymasınlar. Bugün ayrılıktan
çektiğimiz azâbın yanında yarın haşr gününde çekeceğimiz azâbın gözümüzün önünde
hiç ehemmiyeti yoktur. Vatanın ve yar ile bulunmanın kadri kıymeti nedir? Bunu
bizden sor. Çünkü biz gurbet mihneti nedir; bunu çekmişiz, ne acı olduğunu
biliriz." |