CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

SOHBET - 4

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zulmet; nefsin askeri ordusu olduğu gibi, nûr da kalblerin askeridir. Allahü teâlâ bir kuluna yardım etmek isteyince, nûr askerleri ile imdâd edip, zulmetten onu uzak eder."

Yine buyurdular ki: "Bu vücûd binâsının direğini yıkmamak ve iyiliklerini atmamak lâzımdır. Devamlı olan âhireti, geçici olan dünyâdan daha çok seven, akıllıdır. Nûru parlar, müjdeleri görünür. Böylece o, bu dünyâya kızarak yüzünü bundan çevirir. Bu dünyâya iltifât etmez, gönül vermez. Dünyâyı vatan ve mesken edinmez."

Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin şiirlerinden biri:

 

Bakın iy cân ü dil gözün açanlar

Beka mülki fenâ ilden seçenler

 

Kanı şol dünyâya mağrûr olanlar

Kanı şol menzile konup göçenler

 

Kanı şol illeri bizüm diyenler

Kanı şol yerleri eküp biçenler

 

Kanı şol kal'alar burçlar yapanlar

Kanı anda durup yiyüp içenler

 

Kanı şol cem' olup tez dagılanlar

Kanı şol şem' olup yanup tütenler

 

Kanı şol işret idüp raks uranlar

Kanı şol başlara saçu saçanlar

 

Kanı şol baş oluban kim sananlar

Kamu halkın hakkın yiyüp içenler

 

Kemâl Ümmî sen ol Hak'dan yana kaç

Kaçan kurtulur ölümden kaçanlar

 

Bu tuzakda tutulmaz dane içün

Safâ şevkiyle uçmağa kaçanlar

 

Anadolu'da yetişen evliyânın meşhurlarından Şeyh Mecdüddîn Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbet ve zikir meclislerinde şu şiiri çok okurdu:

 

Sultânımız sübhânımız

Can bedenden ayrılacak

Rahmetindendir cânımız

Ayırma dost îmânımız

 

Bîçâre yüzü kara

Meğer ki çalabım bana

Hazretine nice vara

Nasuhleyin tevbe vere

 

Allah desem ar olmaya

Allah diyen âşıklara

Mü'min gönlü dar olmaya

Senden özge yar olmaya

 

Estegfirullah sırren ve çehren

Estegfirullah çoktur günâhım

Estegfirullah kavlen ve fiilen

Velhamdülillah sensin penâhım

 

Buhârâ'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hâli, velîlik yolundaki derecesi o kadar yüksekti ki, huzûruna gelen bir kimsenin kalb hâlini Allahü teâlânın izni ile anlar, o kimse tasavvuf ehli, istidât sâhibi bir kimse ise, onunla zühd ve takvâdan konuşurdu. Şâyet gelen kimse bid'at ehli, fâsık biri ise, ondan sıkılır ve rahatsız olurdu. Onlar öyle büyük zâtlardı ki, karşılaştıkları herkese o kimselerin durumlarına göre konuşurlardı. Birisi ile konuşacakları zaman, kalb gözleriyle o kimsenin durumunu kontrol edip anlar sonra ona göre konuşurlardı. Bunun için, insanlara göre konuşmaları farklı olurdu. Bu büyüklerden biri, sevdiklerinden birine buyurdu ki: "Tasavvuf ehlinin hâllerinden anlamıyan kimselerle karşılaştığımızda, onlarla basit meselelerden konuşuyoruz. Onlara bu yolun yüksek hâllerinden, kalb mârifetlerinden anlatmak istiyorum ve hattâ bâzan bunun için kendimi zorluyorum, fakat istidâtları olmadığı için konuşamıyorum. Sizinle sohbet ederken de, bâzan diğer insanlarla olduğu gibi konuşmak istiyorum ve hattâ bunun için kendimi zorluyorum, ama onlarla konuştuğum gibi konuşamıyorum."

Evliyânın büyüklerinden Safiyyüddîn Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Haramı terk etmek vâcibdir. Şüphelileri terk etmek sünnettir. Buna takvâ denir. Zühd, helâlin azıyla kanâat etmektir. Verâ, mübahları ihtiyaç mikdârı kullanmaktır. Bu zâhire âit zühddür. Bir de mânevî zühd vardır. O ise dünyâ sevgisini terk etmek, gönlü dünyâ sevgisinden temizlemek ve âhiret ile meşgûl olmaktır.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin her gün ve her gece yaptığı ibâdetleri ve vazifeleri, mübârek oğullarının işâret ve emirleri üzerine, toplamış ve yazmışdır. Bu yazılarının bir yerinde diyor ki: "İbâdetlerinin, vazifelerinin hepsini yapmaklığım için izin vermelerini ricâ ettim. "Yapılacak, uyulacak iş, yalnız Resûlullah efendimizin yaptıklarıdır. Bunları öğrenip, hepsini yapmaya çalışmalı." buyurdu. "Efendim sizin her hareketiniz, her işiniz, o insanların ve cinnin en yükseğinin işleri gibidir." dedim. "Evet öyledir. Fakat, her yapacağınızı iyi düşününüz! Sünnete uygun olan her sözü, her işi yapınız. Uygun olmayanı yapmayınız." buyurdular.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Maddî hayâtın devâmı için, dünyâdaki su ne kadar mühim ise, mânevî hayat için de; "Lâ ilâhe illallah" Kelime-i tevhîdi o kadar, hattâ daha fazla mühimdir. Bu kelimenin yüksek mânâsını rûhuna sindirebilen kimse diridir. Bu yüksek mânâyı rûhuna işlemeyen kimse ölüdür. Allahü teâlânın, kullarına ihsân ettiği nîmetlerin en yükseği bu kelimedir.

Bir kimse, ölmüş bir kimsenin kendisinde bulunan hakkını, Allahü teâlâdan korkarak götürüp vârislerine verse, helâllık almış olur. Ama gıybet günâhının durumu böyle değildir. Bir kimse, bir kimseyi gıybet etse, gıybet edilen kimse vefât etse, gıybet eden kimse, gidip, gıybet ettiği kimsenin vârislerinden helâllık alsa, yine helâl olmaz. Yeryüzündeki bütün müslümanlar, o gıybet eden kimseyi affetseler, gıybet edilen kimse, hakkını helâl etmedikçe helâl olmaz. Müminin ırzı, şerefi, malından daha kıymetlidir."

"Hiç kimseyi işlediği bir günahtan dolayı ayıplama."

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün Ebû Bekr bin Mücâhid Mükre hazretlerinin bulunduğu mescide girince, İbn-i Mücâhid hemen ayağa kalktı. Daha sonra İbn-i Mücâhid hazretlerinin arkadaşları kendisine; "Sen niçin Vezir Ali bin Îsâ için ayağa kalkmadın da, Şiblî için ayağa kalktın?" diye sordular. İbn-i Mücâhid cevâben şöyle dedi: "Ben Resûlullah efendimizin tâzim ettiği bir zât için ayağa kalkmıyayım mı? Ben Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Bana; "Yâ Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek. O geldiğinde, ona ikrâmda bulun!" buyurdu. İki gece sonra yine Peygamber efendimizi tekrar rüyâmda gördüm. Bana; "Yâ Ebâ Bekr! Allahü teâlâ, Cennet ehlinden olan kimseye ikrâm ettiğin gibi sana da ikrâm etti." buyurdu. Ben "Yâ Resûlallah! Şiblî bu dereceyi nasıl elde etti?"diye sordum. Peygamber efendimiz; "O, beş vakit namazını kılıp her namazın arkasından beni hatırlıyor ve meâlen; "And olsun size, içinizden bir Peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür. Müminlere çok merhametlidir. Onlara hayır diler." (Tevbe sûresi: 128) âyet-i kerîmesini okuyor. Bunu seksen seneden beri yapıyor." buyurdu. Ben bunu yapanı tâzîm etmeyeyim mi?"

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânının en büyük velîsi idi. İnsanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları demişlerdir ki: "O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir." Bâzıları da şöyle demişlerdir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir." demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir."

Mevlânâ Seyyid Hasan; meşhûr talebelerinden olup, babası onu küçük yaşında iken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir. Geldikleri sırada, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Senin ismin nedir?" diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; "Adım Bal'dır." cevâbını verdi. Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: "Bu çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal'dır dedi." Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kur'ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti. Sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.

Şam'ın büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yol ikidir: Ciddiyet, sıkıntıya tahammül. Bir de haddi aşmamak ve beklemektir."

"İnsanların iyi taraflarını görmeli, günahlarını araştırmamalıdır."

"İddiâcı, her şeyde kendini ileri sürer ve gösterir. Böyle kişilerden sakınmak lâzımdır."

Konya'nın büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin Kur'ân-ı kerîm hocası anlattı: "Sultan Veled, oğlu Ârif'e son derece hürmet ve tâzimde bulunurdu. Onu hiç incitmez, bütün arzularını yerine getirirdi. Ârif Çelebi ne zaman babasının meclisine gelse, babası hemen ayağa kalkıp, mihrâbdaki yerini ona verirdi. Bir gün haddi aşarak: "Efendim! Ârif Çelebi daha küçüktür. Küçük bir çocuğa bu kadar iltifât etmeniz, tevâzu göstermeniz uygun mudur?" diye sordum. Sultan Veled, bu sözlerimi sükûnetle dinledikten sonra buyurdu ki: "Oğluma olan tevâzu ve hürmetim, babam Mevlânâ hazretlerinedir. Ârif'in yürüyüşü, yerinde hareketleri, sükûnetleri, oturup dinlenmeleri, ahlâkı, hâlleri hep babama benzemektedir. Elimde olmayarak ona tâzimde bulunuyorum. Babamın sağlığında o, süt emen çocuktu. Şâyet büyük olsaydı, bu hareketleri babamdan görüp öğrendi derdik. Görüldüğü gibi, onun hâl ve hareketleri, babamın tasarrufları ile olduğu meydandadır. Onu görünce, babam hatırıma geliyor. İşte ona olan hürmetimin sebebi budur."

Tâbiînin büyüklerinden, ilim ve hikmet sâhibi bir velî Yûnus bin Ubeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: “İnsanın, verâ, şüphelilerden sakınmaktaki hassasiyetine sâhib olduğunu konuşmasından anlarım. İnsanın yaptığı iyi amellere bir şeyler karışır. Ama dilini muhâfaza edebilirse bu durum müstesnâdır. Ona bir şey karışmaz. Hikmeti şudur ki, insan çok namaz kılar, çok oruç tutar ama, iftarını haramla açarsa, tuttuğu orucun faydasını göremez. Gece namaza kalkarsa kalbinde riyâ, gösteriş ve ucb, yaptığı ibâdeti beğenme hâli bulunabilir. Gündüz olunca da yalan yere şâhidlik yapması boş ve lüzumsuz sözler etmesi düşünülebilir. Böyle olunca da yaptıkları iyilikler hiç olur. Ama dilini tutabilirse bütün amelleri iyi olur. Kanâatim böyledir."

“Kendimi, rüyâsında hoşuna giden ve gitmeyen şeyleri gören kimse gibi görüyorum. İnsanlar da uykuda olup, çeşit çeşit rüyâlar görüyorlar. Öldükleri anda uyanacaklar ve uykudan uyanan kimsenin, uykuda gördüklerinden, elinde bir şey kalmadığı gibi, dünyâda güvendikleri, gönül bağladıkları şeylerin hepsini kaybedip ah etmekden, pişmân olmaktan başka ellerine bir şey geçmediğini anlıyacaklardır.”

“Allahü teâlânın rahmeti, o kadar çok ki, bundan hiç şüphe etmiyorum. Lâkin ben, o rahmete kavuşanların arasında bulunabilecek miyim bilemiyorum. Hattâ benim yüzümden onların da rahmetten mahrum kalmalarından korkuyorum.”

“Dışı, içine uymayan birini görmek isterseniz bana bakın.” Kendisine, “Niçin böyle söylüyorsun?” diyenlere şöyle cevap verdi. “Ben, yüz kadar iyi huyun bulunduğunu sayıyorum, fakat onlardan bir tânesini kendimde göremiyorum. Kötü huyları sayıyorum. Hepsinin kendimde mevcud olduğunu görüyorum.”

Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kardeşim, eskiden öyle insanlar vardı ki, başkalarının günah işlediklerini duysalar, sıtmalı gibi titrerlerdi. Senin ise kendi günâhından için yanmıyor. Eskiden bir âdet vardı; güller açınca, insanlar oyun oynarlar, eğlenirlerdi. Bu sebebtendir ki, her sene güllerin yetişme, açılma zamanı gelince, Ma’rûf-i Kerhî hazretleri üzülür; “Gül açtı, şimdi insanlar oyunla meşgûl olacaklar” derdi.

Büyüklerimiz diyorlar ki, bir kimsenin başkasının emri altında olması, nefsinin emri altında olmasından iyidir. Dervişlerden biri, Cuma günleri dışarı çıkar, kimi görse; “Mescide hangi yoldan gitmeli?” diye sorardı. Birisi ona; “Senelerdir mescide gidersin, yolu öğrenemedin mi?” dedi. “Bilmiyorum, ama gittiğimiz yolda mahkûm olmak, hâkim olmaktan daha iyidir” derdi.

Ziyâüddîn Nahşebî hazretleri buyurdular ki: Dinle, iyi dinle! Büyüklerden biri, hiç sağına soluna bakmazdı. Bir gün Kâbe’yi tavâf ederken, birisi ona seslendi. Onun tarafına bakmak istedi. Gâibden bir ses işitti: “Bizden başkasına bakan, bizden değildir.” Kardeşim, bu yolda bin sene yürüsen ve hâtırından; “Bunu kabûl ederler.” düşüncesi geçse, hâlâ makam arzusunda olup, hâlâ istek yolunun yolcusu olduğun anlaşılır. Ey kardeşim, eğer bu yoldan menzile kavuşmak istersen, sakın kendini arada görme! Tâat zenginliğine kavuşmuş olan büyükler, kendilerini dâimâ müflis olarak, düşünmüşlerdir. Her zaman müflis olanlar ise, kendilerini nasıl zengin yaparlar.

Dinle, iyi dinle! İbrâhim aleyhisselâm ateşe eriştiğinde, ateş ona selâmet oldu. Zîrâ onun kalbi, hakîkî ateşle yanmıştı. Bunun içindir ki, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım.” makâmının sâhibi, yâni Resûl-i ekrem efendimiz; “Benim kadar hiç kimse eziyet çekmedi. Hazret-i İbrâhim’in ateşe atılması belâ değildi. Hazret-i Zekeriyyâ’nın parça parça edilmesi sıkıntı değildi. Belâ ve sıkıntı, bizim başımıza dökülendir. Bizi, gök ve yer ehlinin önüne geçirdiler ve Âdem aleyhisselâmın zürriyetinin günahlarını, benim şefâat eteğime bağladılar.” buyurdu.