|
SOHBET - 4
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zulmet;
nefsin askeri ordusu olduğu gibi, nûr da kalblerin askeridir. Allahü teâlâ bir
kuluna yardım etmek isteyince, nûr askerleri ile imdâd edip, zulmetten onu uzak
eder."
Yine buyurdular ki: "Bu
vücûd binâsının direğini yıkmamak ve iyiliklerini atmamak lâzımdır. Devamlı olan
âhireti, geçici olan dünyâdan daha çok seven, akıllıdır. Nûru parlar, müjdeleri
görünür. Böylece o, bu dünyâya kızarak yüzünü bundan çevirir. Bu dünyâya iltifât
etmez, gönül vermez. Dünyâyı vatan ve mesken edinmez."
Anadolu velîlerinden
Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin şiirlerinden biri:
Bakın iy cân ü dil gözün
açanlar
Beka mülki fenâ ilden
seçenler
Kanı şol dünyâya mağrûr
olanlar
Kanı şol menzile konup
göçenler
Kanı şol illeri bizüm
diyenler
Kanı şol yerleri eküp
biçenler
Kanı şol kal'alar burçlar
yapanlar
Kanı anda durup yiyüp
içenler
Kanı şol cem' olup tez
dagılanlar
Kanı şol şem' olup yanup
tütenler
Kanı şol işret idüp raks
uranlar
Kanı şol başlara saçu
saçanlar
Kanı şol baş oluban kim
sananlar
Kamu halkın hakkın yiyüp
içenler
Kemâl Ümmî sen ol Hak'dan
yana kaç
Kaçan kurtulur ölümden
kaçanlar
Bu tuzakda tutulmaz dane
içün
Safâ şevkiyle uçmağa
kaçanlar
Anadolu'da yetişen evliyânın
meşhurlarından Şeyh Mecdüddîn Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbet ve
zikir meclislerinde şu şiiri çok okurdu:
Sultânımız sübhânımız
Can bedenden ayrılacak
Rahmetindendir cânımız
Ayırma dost îmânımız
Bîçâre yüzü kara
Meğer ki çalabım bana
Hazretine nice vara
Nasuhleyin tevbe vere
Allah desem ar olmaya
Allah diyen âşıklara
Mü'min gönlü dar olmaya
Senden özge yar olmaya
Estegfirullah sırren ve
çehren
Estegfirullah çoktur günâhım
Estegfirullah kavlen ve
fiilen
Velhamdülillah sensin
penâhım
Buhârâ'da yetişen büyük
velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin hâli, velîlik yolundaki derecesi o kadar yüksekti ki, huzûruna
gelen bir kimsenin kalb hâlini Allahü teâlânın izni ile anlar, o kimse tasavvuf
ehli, istidât sâhibi bir kimse ise, onunla zühd ve takvâdan konuşurdu. Şâyet
gelen kimse bid'at ehli, fâsık biri ise, ondan sıkılır ve rahatsız olurdu. Onlar
öyle büyük zâtlardı ki, karşılaştıkları herkese o kimselerin durumlarına göre
konuşurlardı. Birisi ile konuşacakları zaman, kalb gözleriyle o kimsenin
durumunu kontrol edip anlar sonra ona göre konuşurlardı. Bunun için, insanlara
göre konuşmaları farklı olurdu. Bu büyüklerden biri, sevdiklerinden birine
buyurdu ki: "Tasavvuf ehlinin hâllerinden anlamıyan kimselerle
karşılaştığımızda, onlarla basit meselelerden konuşuyoruz. Onlara bu yolun
yüksek hâllerinden, kalb mârifetlerinden anlatmak istiyorum ve hattâ bâzan bunun
için kendimi zorluyorum, fakat istidâtları olmadığı için konuşamıyorum. Sizinle
sohbet ederken de, bâzan diğer insanlarla olduğu gibi konuşmak istiyorum ve
hattâ bunun için kendimi zorluyorum, ama onlarla konuştuğum gibi konuşamıyorum."
Evliyânın büyüklerinden
Safiyyüddîn Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Haramı terk
etmek vâcibdir. Şüphelileri terk etmek sünnettir. Buna takvâ denir. Zühd,
helâlin azıyla kanâat etmektir. Verâ, mübahları ihtiyaç mikdârı kullanmaktır. Bu
zâhire âit zühddür. Bir de mânevî zühd vardır. O ise dünyâ sevgisini terk etmek,
gönlü dünyâ sevgisinden temizlemek ve âhiret ile meşgûl olmaktır.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin her gün ve her gece yaptığı ibâdetleri ve vazifeleri,
mübârek oğullarının işâret ve emirleri üzerine, toplamış ve yazmışdır. Bu
yazılarının bir yerinde diyor ki: "İbâdetlerinin, vazifelerinin hepsini
yapmaklığım için izin vermelerini ricâ ettim. "Yapılacak, uyulacak iş, yalnız
Resûlullah efendimizin yaptıklarıdır. Bunları öğrenip, hepsini yapmaya
çalışmalı." buyurdu. "Efendim sizin her hareketiniz, her işiniz, o insanların ve
cinnin en yükseğinin işleri gibidir." dedim. "Evet öyledir. Fakat, her
yapacağınızı iyi düşününüz! Sünnete uygun olan her sözü, her işi yapınız. Uygun
olmayanı yapmayınız." buyurdular.
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Maddî hayâtın devâmı için, dünyâdaki su ne kadar
mühim ise, mânevî hayat için de; "Lâ ilâhe illallah" Kelime-i tevhîdi o kadar,
hattâ daha fazla mühimdir. Bu kelimenin yüksek mânâsını rûhuna sindirebilen
kimse diridir. Bu yüksek mânâyı rûhuna işlemeyen kimse ölüdür. Allahü teâlânın,
kullarına ihsân ettiği nîmetlerin en yükseği bu kelimedir.
Bir kimse, ölmüş bir
kimsenin kendisinde bulunan hakkını, Allahü teâlâdan korkarak götürüp
vârislerine verse, helâllık almış olur. Ama gıybet günâhının durumu böyle
değildir. Bir kimse, bir kimseyi gıybet etse, gıybet edilen kimse vefât etse,
gıybet eden kimse, gidip, gıybet ettiği kimsenin vârislerinden helâllık alsa,
yine helâl olmaz. Yeryüzündeki bütün müslümanlar, o gıybet eden kimseyi
affetseler, gıybet edilen kimse, hakkını helâl etmedikçe helâl olmaz. Müminin
ırzı, şerefi, malından daha kıymetlidir."
"Hiç kimseyi işlediği bir
günahtan dolayı ayıplama."
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün Ebû Bekr bin Mücâhid
Mükre hazretlerinin bulunduğu mescide girince, İbn-i Mücâhid hemen ayağa kalktı.
Daha sonra İbn-i Mücâhid hazretlerinin arkadaşları kendisine; "Sen niçin Vezir
Ali bin Îsâ için ayağa kalkmadın da, Şiblî için ayağa kalktın?" diye sordular.
İbn-i Mücâhid cevâben şöyle dedi: "Ben Resûlullah efendimizin tâzim ettiği bir
zât için ayağa kalkmıyayım mı? Ben Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Bana;
"Yâ Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek. O geldiğinde, ona
ikrâmda bulun!" buyurdu. İki gece sonra yine Peygamber efendimizi tekrar rüyâmda
gördüm. Bana; "Yâ Ebâ Bekr! Allahü teâlâ, Cennet ehlinden olan kimseye ikrâm
ettiğin gibi sana da ikrâm etti." buyurdu. Ben "Yâ Resûlallah! Şiblî bu dereceyi
nasıl elde etti?"diye sordum. Peygamber efendimiz; "O, beş vakit namazını kılıp
her namazın arkasından beni hatırlıyor ve meâlen; "And olsun size, içinizden bir
Peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür.
Müminlere çok merhametlidir. Onlara hayır diler." (Tevbe sûresi: 128) âyet-i
kerîmesini okuyor. Bunu seksen seneden beri yapıyor." buyurdu. Ben bunu yapanı
tâzîm etmeyeyim mi?"
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânının en büyük velîsi idi. İnsanların
dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:
"İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en
iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları demişlerdir ki: "O saatte amelin en
iyisi muhâsebe, insanın kendini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz
geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne
kadar zamânı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı
için şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir." Bâzıları da
şöyle demişlerdir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için
gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka her şeyden
çevirmesidir." demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz
çevirip, Allahü teâlâya dönmektir."
Mevlânâ Seyyid Hasan; meşhûr
talebelerinden olup, babası onu küçük yaşında iken Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin sohbetine getirmiştir. Geldikleri sırada, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın
yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr
ona; "Senin ismin nedir?" diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; "Adım
Bal'dır." cevâbını verdi. Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: "Bu
çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın
lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal'dır dedi." Onu kucaklayıp babasından aldı.
Önce Kur'ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti. Sonra
Ubeydullah-ı Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu
tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.
Şam'ın büyük velîlerinden
Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yol ikidir:
Ciddiyet, sıkıntıya tahammül. Bir de haddi aşmamak ve beklemektir."
"İnsanların iyi taraflarını
görmeli, günahlarını araştırmamalıdır."
"İddiâcı, her şeyde kendini
ileri sürer ve gösterir. Böyle kişilerden sakınmak lâzımdır."
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin Kur'ân-ı kerîm
hocası anlattı: "Sultan Veled, oğlu Ârif'e son derece hürmet ve tâzimde
bulunurdu. Onu hiç incitmez, bütün arzularını yerine getirirdi. Ârif Çelebi ne
zaman babasının meclisine gelse, babası hemen ayağa kalkıp, mihrâbdaki yerini
ona verirdi. Bir gün haddi aşarak: "Efendim! Ârif Çelebi daha küçüktür. Küçük
bir çocuğa bu kadar iltifât etmeniz, tevâzu göstermeniz uygun mudur?" diye
sordum. Sultan Veled, bu sözlerimi sükûnetle dinledikten sonra buyurdu ki:
"Oğluma olan tevâzu ve hürmetim, babam Mevlânâ hazretlerinedir. Ârif'in
yürüyüşü, yerinde hareketleri, sükûnetleri, oturup dinlenmeleri, ahlâkı, hâlleri
hep babama benzemektedir. Elimde olmayarak ona tâzimde bulunuyorum. Babamın
sağlığında o, süt emen çocuktu. Şâyet büyük olsaydı, bu hareketleri babamdan
görüp öğrendi derdik. Görüldüğü gibi, onun hâl ve hareketleri, babamın
tasarrufları ile olduğu meydandadır. Onu görünce, babam hatırıma geliyor. İşte
ona olan hürmetimin sebebi budur."
Tâbiînin büyüklerinden, ilim
ve hikmet sâhibi bir velî Yûnus bin Ubeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
sohbetlerinde buyurdular ki: “İnsanın, verâ, şüphelilerden sakınmaktaki
hassasiyetine sâhib olduğunu konuşmasından anlarım. İnsanın yaptığı iyi amellere
bir şeyler karışır. Ama dilini muhâfaza edebilirse bu durum müstesnâdır. Ona bir
şey karışmaz. Hikmeti şudur ki, insan çok namaz kılar, çok oruç tutar ama,
iftarını haramla açarsa, tuttuğu orucun faydasını göremez. Gece namaza kalkarsa
kalbinde riyâ, gösteriş ve ucb, yaptığı ibâdeti beğenme hâli bulunabilir. Gündüz
olunca da yalan yere şâhidlik yapması boş ve lüzumsuz sözler etmesi
düşünülebilir. Böyle olunca da yaptıkları iyilikler hiç olur. Ama dilini
tutabilirse bütün amelleri iyi olur. Kanâatim böyledir."
“Kendimi, rüyâsında hoşuna
giden ve gitmeyen şeyleri gören kimse gibi görüyorum. İnsanlar da uykuda olup,
çeşit çeşit rüyâlar görüyorlar. Öldükleri anda uyanacaklar ve uykudan uyanan
kimsenin, uykuda gördüklerinden, elinde bir şey kalmadığı gibi, dünyâda
güvendikleri, gönül bağladıkları şeylerin hepsini kaybedip ah etmekden, pişmân
olmaktan başka ellerine bir şey geçmediğini anlıyacaklardır.”
“Allahü teâlânın rahmeti, o
kadar çok ki, bundan hiç şüphe etmiyorum. Lâkin ben, o rahmete kavuşanların
arasında bulunabilecek miyim bilemiyorum. Hattâ benim yüzümden onların da
rahmetten mahrum kalmalarından korkuyorum.”
“Dışı, içine uymayan birini
görmek isterseniz bana bakın.” Kendisine, “Niçin böyle söylüyorsun?” diyenlere
şöyle cevap verdi. “Ben, yüz kadar iyi huyun bulunduğunu sayıyorum, fakat
onlardan bir tânesini kendimde göremiyorum. Kötü huyları sayıyorum. Hepsinin
kendimde mevcud olduğunu görüyorum.”
Hindistan âlim ve
velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Kardeşim, eskiden öyle insanlar vardı ki, başkalarının günah işlediklerini
duysalar, sıtmalı gibi titrerlerdi. Senin ise kendi günâhından için yanmıyor.
Eskiden bir âdet vardı; güller açınca, insanlar oyun oynarlar, eğlenirlerdi. Bu
sebebtendir ki, her sene güllerin yetişme, açılma zamanı gelince, Ma’rûf-i Kerhî
hazretleri üzülür; “Gül açtı, şimdi insanlar oyunla meşgûl olacaklar” derdi.
Büyüklerimiz diyorlar ki,
bir kimsenin başkasının emri altında olması, nefsinin emri altında olmasından
iyidir. Dervişlerden biri, Cuma günleri dışarı çıkar, kimi görse; “Mescide hangi
yoldan gitmeli?” diye sorardı. Birisi ona; “Senelerdir mescide gidersin, yolu
öğrenemedin mi?” dedi. “Bilmiyorum, ama gittiğimiz yolda mahkûm olmak, hâkim
olmaktan daha iyidir” derdi.
Ziyâüddîn Nahşebî hazretleri
buyurdular ki: Dinle, iyi dinle! Büyüklerden biri, hiç sağına soluna bakmazdı.
Bir gün Kâbe’yi tavâf ederken, birisi ona seslendi. Onun tarafına bakmak istedi.
Gâibden bir ses işitti: “Bizden başkasına bakan, bizden değildir.” Kardeşim, bu
yolda bin sene yürüsen ve hâtırından; “Bunu kabûl ederler.” düşüncesi geçse,
hâlâ makam arzusunda olup, hâlâ istek yolunun yolcusu olduğun anlaşılır. Ey
kardeşim, eğer bu yoldan menzile kavuşmak istersen, sakın kendini arada görme!
Tâat zenginliğine kavuşmuş olan büyükler, kendilerini dâimâ müflis olarak,
düşünmüşlerdir. Her zaman müflis olanlar ise, kendilerini nasıl zengin yaparlar.
Dinle, iyi dinle! İbrâhim
aleyhisselâm ateşe eriştiğinde, ateş ona selâmet oldu. Zîrâ onun kalbi, hakîkî
ateşle yanmıştı. Bunun içindir ki, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinâtı
yaratmazdım.” makâmının sâhibi, yâni Resûl-i ekrem efendimiz; “Benim kadar hiç
kimse eziyet çekmedi. Hazret-i İbrâhim’in ateşe atılması belâ değildi. Hazret-i
Zekeriyyâ’nın parça parça edilmesi sıkıntı değildi. Belâ ve sıkıntı, bizim
başımıza dökülendir. Bizi, gök ve yer ehlinin önüne geçirdiler ve Âdem
aleyhisselâmın zürriyetinin günahlarını, benim şefâat eteğime bağladılar.”
buyurdu. |
|