|
SOHBET - 3
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tama', aç gözlülük
etmekten, insanları sakındırır ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama' zincirine
bağlanmış ölüye benzer. Kalbteki tama' kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür.
Mü'min tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına uymaz." buyururdu.
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektûbunda şöyle buyurdular: Yüksek
makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok
bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu
yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh
ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil
uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde
açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma,
boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden Kur'ân-ı
kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı
nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel
defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine
gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat,
âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik.
Pişmanlıklar olsun ki, Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz iki
nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz.
Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin
huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve
liyâkâtsizlikle, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü
teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine
güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.
Ölüm başımızın ucunda,
kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennet'e girip, Cennet
nîmetlerine ve Hakk'ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin
senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz.
Düşünmek lâzımdır ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli
kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları
akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı
Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz,
husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle
daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ
iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı "Sana iyilik eden kimsenin
esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye
karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı
olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; "Veren el, alan elden
üstündür." Buyrulmuştur."
"Ebü'l-Hüseyin isminde
birisi, bir gün hocam Husrî'yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona karşı
soğukluk duyuyorum."
Abdullah-ı Ensârî
hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah'ın habline
sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen;
"Allah'ın habline sımsıkı sarılın." dan murâd, Allahü teâlânın emirlerine riâyet
ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i'tisâmın, sarılmanın üç
derecesi vardır.
Birincisi; normal insanların
sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarılıp, devâm etmektir.
Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu,
Allah'ın ipine (Kur'ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılması
olup, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allah'tan başka her
şeyden kesilmek, O'na, O'nun emirlerine teslim olmaktır. Bu da urvet-ül-vüskâdır.
Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki, bunların emir ve yasaklara
uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O'nun yakınlığı ile meşgûl
olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i'tisâm-ı billah denir."
Şeyhülislâm Abdullah-ı
Ensârî'nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer'in bildirdiği hadîs-i
şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdular ki:
"İhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu
görmüyorsan da, O seni görüyor." Bu hadîs-i şerîf, pekçok hakîkati içerisine
almaktadır.
On dokuzuncu yüzyılın büyük
velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel
amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu: "Farz namazlarınızı
vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra
kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı kuramazsınız.
Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.
Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye
yolunda halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Bu
yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde,
kişide benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve
konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ
zengini olanlara karşı muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak,
muhtâc olmadıklarını göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan
ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî davranıp kendisini onlardan aşağı
göstermelidir."
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer,
iki tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı pâdişâhı Sultan
Selîm Han Mısır'ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde kıldı. Cumâ
namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o
gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin
almıştı. Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu
görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
aralarına girip, nöbetini veren hatîbe; "Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet
etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebeb olduğu için
kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu görünüyorsa da,
aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim
hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen,
sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor.
Hani sen her Cumâ hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da.
Yükselten de Allahü teâlâdır, alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun
tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o hatîb; "Üstâdım! Huccet ve
isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse
gelip; "İnsanlarla sohbetin şartı nedir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden
kötülük etme, Onları sevindirmeden üzme!" buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve
Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zerrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Hakka kavuşmak için yeryüzünün doğusunu ve batısını gezip
dolaştım. Allahü teâlânın rızâsına ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her
sebebe yapıştım. Mümkün olan her yola başvurdum. Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak için her neye sarıldıysam, beni Allahü teâlâdan uzaklaştırdı. Nihâyet
her hususta Allahü teâlâya sığındım. Sonunda gördüm ki; sebeplere güvenmemek,
mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzımdır."
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velîlerden Şeyhülislâm Berdeî Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Eğridir'de câmiye giderken pekçok kimseyle karşılaştığı halde, iki-üç kişiye
selâm verirdi. Başkalarına selâm vermezdi. Talebelerinden biri acaba neden
birkaç kişiden başka kimseye selâm vermiyor diye merak edip kendisine sordu.
Talebe bunun sebebini sorunca, Şeyhülislâm Berdeî hazretleri eliyle bu talebenin
gözlerini sıvazladı. Sonra da dergâhdan dışarıya gönderdi. Talebe çarşıya
çıkınca, insanlardan kimini maymun sûretinde, kimini hınzır, kimini tilki,
kimini çakal, kimini kurt, bir kısmını da köpek sûretinde gördü. Hocasının selâm
verdiği kimselerden başkasının her birini çeşitli hayvan sûretinde gördü. Sonra
hocasının yanına dönüp; "Efendim bu işin hikmetini anladım." dedi. Hocası yine
gözlerini sıvazlayarak eski hâline çevirdi.
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerle
sohbette berâber olup, onlarla sohbet ediniz. Onlar, dünyâ hazîneleridir.
Onlarla berâber olmak, ebedî saâdetin anahtarıdır."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
sordular ki: "Allahü teâlâ, fâizi niçin haram kılmıştır?"
Buyurdu ki: "İnsanların
birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram
etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik her iyiliğin karşılığı
olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "İslâm askerleri, hazret-i Ömer'e hitâben: Yâ Emir-el-Müminîn,
Allahü teâlâya yemin ederiz ki, biz senden daha doğru sözlü, münâfıklara daha
şiddetli ve daha doğru hükmeden bir kimse görmedik. Sen, Resûlullah'dan sonra
insanların en hayırlısısın." dediler. Hemen bunun üzerine Avf bin Mâlik;
"Yanılıyorsunuz. Biz Resûlullah'dan sonra hazret-i Ömer'den daha hayırlı kimseyi
gördük. Hazret-i Ömer; "O kimdir yâ Avf!" diye sorunca; "Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh)"
diye cevap verdi. Hazret-i Ömer; "Avf doğru söylüyor. Allahü teâlâya yemin
ederim ki, Ebû Bekir misk kokusundan çok daha güzel kokardı. Ben onun
derecesinde değilim." buyurdular."
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün, Halîfe
Hârûn Reşîd, Ebû Yûsuf'a; "Beni, Dâvûd'un yanına götür. Onu ziyâret edeceğim.
Nasîhat isteyip, duâsını alacağım." dedi. Bunun için kalkıp, Dâvûd'un evine
gittiler. İçeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin alamadılar.
Annesine ricâ ettiler. Annesi oğluna; "Evlâdım, müsâde et de içeri girsinler."
deyince, o; "Anneciğim, dünyâ ehli ile benim ne işim vardır? Onları görünce,
dünyâyı hatırlıyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mâzur gör." dedi. Annesi
tekrar ricâ edince, kırmadı; "Ey benim Allah'ım!" Annenin hakkını gözet, zîrâ
onun rızâsı benim rızâmdır." buyurduğun için kapıyı açıyorum." dedi. Halîfe
Hârûn Reşîd ile İmâm-ı Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha
yaptılar. Hârûn Reşîd'in elini tutunca, onun ellerinin nâzik bir el olduğunu
belirtti ve; "Ey Halîfe! Bunca zaman ömür ve saltanat sürdün. İnsanlara
hükmettin. Sakın zulme meyletme. Zîrâ hesaptan kurtuluş yoktur." buyurdu.
Dâvûd-i Tâî'nin bu tesirli
sohbetini dinleyen halîfe kendinden geçip, göz yaşları döktü. Duâsını istedi.
Duâdan sonra bir kese altın verdi ve; "Kendi öz malımdandır ve helâldir,
alınız." dedi. Halîfenin hediyesini ve ricâsını kabûl etmeyen Dâvûd-i Tâî; "Size
mübârek olsun. Bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Babamdan kalan mal ve
mülk satıldığında elime geçen altınlar bize yeter. Rabbim o paralar bittiğinde
işimizi bitirip bizi başkalarına muhtaç kılmasın. O kendisine yapılan duâları
reddetmez. İzzeti hakkı için kabûl eder." buyurdu.
Hârûn Reşîd ve İmâm-ı Ebû
Yûsuf keseyi alıp gittiler. Dâvûd-i Tâî'nin vekilharcına giderek parasının
mikdârını sordular. Vekilharcın bildirdiği mikdârı hesab ettiler. Bu ölçüye göre
parası hesap edildiğinde şeyhin vefât edeceği günü buldular. Nakledilir ki hesab
edilen gün geldiğinde İmâm-ı Ebû Yûsuf; "Gidin bakın bugün Dâvûd-i Tâî vefât
etmiştir." buyurdu. Gidip baktıkları zaman vefât ettiğini öğrendiler. İmâm-ı Ebû
Yûsuf onun hakkında; "Duâsı makbûldür. Allahü teâlânın indinde yeri
seçilmişlerin yanıdır." buyurdu. Biraz sonra haberci, Dâvûd-i Tâî'nin ölüm
haberini getirdi.
Nişâbur'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Ebû Bekr el-Ferrâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Ebrâr
kimdir?" diye sorulunca; "Allahü teâlâdan çok korkanlardır." buyurdu.
İnsanların, günahlarını az da olsa çok görmeleri, iyiliklerini çok da olsa az
görmeleri gerektiğini bildirerek; "İyiliklerini gizlemen, kötülüklerini
açıklamandan daha makbuldür. Sen böylece kurtuluşa erebilirsin." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; "Dînin
sermayesi nedir?" diye sordular. Bunun üzerine; "Ârifler, dînin sermâyesinin
bâtınî ve zâhirî olmak üzere bir takım esaslar üzerine sözbirliği etmişlerdir.
Bunlardan bâtınî olanları; Allahü teâlânın sevgisi, O'ndan uzak kalma korkusu,
O'nu görememe endişesi ve O'na ulaşma ümididir. Zâhirî olanlar ise; doğru
sözlülük, cömertlik, alçak gönüllülük, başkasına eziyet vermemek, nefsin
isteklerine sabırdır." buyurdu.
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında; "Allahü teâlânın ahkâmını bilmeyen kimse,
Allah'ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle mârifetin
esâsına erer. Rabbini bilirse, O'nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü
yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri
belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Allahü
teâlâ kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânın aleyhinde
bulunma hasletini verir."
"Senin bize ihtiyâcın yok
mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muhtâc iken, size ve sizin gibilere nasıl
ihtiyâcım olur. Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise
elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır. Hakîkî zenginlik,
dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç
olmandır." buyurdular.
Tasavvuf büyüklerinden
Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü
teâlâyı en iyi tanıyan, O'nun eserlerini, kâinatdaki eşsiz nizâm ve intizâmı,
ondaki ince ve yüksek sanatı görüp, Allahü teâlânın büyüklüğü ve yüceliği
karşısında hayran olup, hayrette kalan kimsedir."
"Dünyâ bir deryâ, insanlar
bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir."
"Doyması yemekle olan kimse,
dâimâ açtır. Zenginliği mal ile olan fakirdir. Çünkü o mal, her zaman elde
kalmaz. Allahü teâlâdan yardım istemeyen, başarısızlığa mahkûmdur. İhtiyâcını
insanlara arz eden mahrum kalır. Gerçekte bütün ihtiyaçları gideren Allahü
teâlâdır. Kullar birbirinin ihtiyaçlarını gidermekte vâsıtadır. Allahü teâlâ,
insanlara, birbirinin ihtiyâcını gidermek için güç ve kuvvet vermezse, kimsenin
kimseye yardımcı olmaya gücü yetmezdi. Bu bakımdan ihtiyaçları, her şeyin sâhibi
ve mâliki Allahü teâlâya arz etmeli. Allahü teâlâ bir işin olmasını dilerse,
onun meydana gelmesini temin edecek sebebleri de yaratır."
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin vücûdunda on iki çeşit
hastalık; bâsûr hastalığı, başka hastalıklar ve böbreklerinde taş vardı. Bununla
berâber, meclisinde oturur, gelenlerle sohbet ederdi. Otururken hiçbir zaman ah,
of diye inlemezdi. Onda çeşitli hastalıkların bulunduğunu da kimse bilmezdi.
Sohbet esnâsında, bedenindeki rahatsızlıkların elem ve şiddetinden dolayı,
istemiyerek de olsa yüzü kızarırdı. Ve buyururdu ki: "İnsanlara sohbet etmek
için, kendi arzum ile meclis kurup oturmadım. Bilakis teşvik ve tehdid olunup,
âdetâ bu iş için zorlandım. Bana: "Eğer İslâmiyet bilgilerini anlatmak için
meclis kurup oturmazsan, hîbe ettiğimiz ilimleri geri alırız." denildi. Ben,
onun için meclis kurup insanlara sohbet ediyorum. Benim sohbetlerime devâm
ediniz! Benden başka bir zâtın sohbetinde bulunmaktan da sizi men etmiyorum. Bu
kaynaktan daha tatlı bir kaynak bulursanız, ona koşunuz!" buyururdular.
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebelerinden birisi, tasavvuf yolundaki dereceleri geçerken
kendini hocası gibi görmeye başladı. Neye baksa Şeyhini görüyordu. Bu sebeple
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin sohbetlerine gelmemeye başladı. Bir gün İmâm-ı Şâzilî
hazretleri yolda giderken talebesiyle karşılaştı ve; "Canım sen nerede kaldın.
Sohbetlere gelmiyorsun!" buyurdu. Talebe; "Efendim, sizinle sözden müstağnî
oldum. Yâni her an sizi karşımda görüyorum ve kendimi sizin sûretinizde
görüyorum. Sohbetinize gelmeye ihtiyaç duymuyorum." dedi. Bu cevap üzerine Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Çok garib. Eğer iş senin söylediğin gibi olsaydı,
hazret-i Ebû Bekr'in Resûlullah efendimizin sohbetlerine gitmemeleri gerekirdi.
Eğer sohbetten müstağnî olsaydı, hazret-i Ebû Bekr efendimiz müstağnî olurdu."
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretleri insanlara bir sohbeti sırasında; "Allahü teâlâ sözlerinde doğru ve
işlerinde ihlâslı olana dünyâda yağmur gibi rızık verir. Onu kötülüklerden
korur. Âhirette de günahlarını affedip, bağışlar. Ona yakın olur. Cennet'ine
koyar ve yüksek derecelere kavuşturur. Kendi kusurlarını ıslâh etmek istersen,
insanların kusûrlarını araştırma. Çünkü hüsn-i zân, îmân şûbelerinden olduğu
gibi, insanların ayıplarını araştırmak da münâfıklıktandır. Kıyâmet günü, yol
gösteren nûr içinde haşrolunup karanlıktan korunmak istersen Allahü teâlânın hiç
bir mahlûkuna zulmetme." buyurdular. |
|