CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

SOHBET - 3

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tama', aç gözlülük etmekten, insanları sakındırır ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama' zincirine bağlanmış ölüye benzer. Kalbteki tama' kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür. Mü'min tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına uymaz." buyururdu.

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektûbunda şöyle buyurdular: Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden Kur'ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlikle, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.

Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennet'e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk'ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; "Veren el, alan elden üstündür." Buyrulmuştur."

"Ebü'l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî'yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum."

Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah'ın habline sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah'ın habline sımsıkı sarılın." dan murâd, Allahü teâlânın emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i'tisâmın, sarılmanın üç derecesi vardır.

Birincisi; normal insanların sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarılıp, devâm etmektir. Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah'ın ipine (Kur'ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılması olup, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allah'tan başka her şeyden kesilmek, O'na, O'nun emirlerine teslim olmaktır. Bu da urvet-ül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O'nun yakınlığı ile meşgûl olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i'tisâm-ı billah denir."

Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî'nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer'in bildirdiği hadîs-i şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdular ki: "İhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor." Bu hadîs-i şerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadır.

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu: "Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.

Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde, kişide benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini olanlara karşı muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir."

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.

Osmanlı pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır'ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa'rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe; "Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cumâ hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır, alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o hatîb; "Üstâdım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelip; "İnsanlarla sohbetin şartı nedir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden kötülük etme, Onları sevindirmeden üzme!" buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zerrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hakka kavuşmak için yeryüzünün doğusunu ve batısını gezip dolaştım. Allahü teâlânın rızâsına ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her sebebe yapıştım. Mümkün olan her yola başvurdum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için her neye sarıldıysam, beni Allahü teâlâdan uzaklaştırdı. Nihâyet her hususta Allahü teâlâya sığındım. Sonunda gördüm ki; sebeplere güvenmemek, mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzımdır."

Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velîlerden Şeyhülislâm Berdeî Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eğridir'de câmiye giderken pekçok kimseyle karşılaştığı halde, iki-üç kişiye selâm verirdi. Başkalarına selâm vermezdi. Talebelerinden biri acaba neden birkaç kişiden başka kimseye selâm vermiyor diye merak edip kendisine sordu. Talebe bunun sebebini sorunca, Şeyhülislâm Berdeî hazretleri eliyle bu talebenin gözlerini sıvazladı. Sonra da dergâhdan dışarıya gönderdi. Talebe çarşıya çıkınca, insanlardan kimini maymun sûretinde, kimini hınzır, kimini tilki, kimini çakal, kimini kurt, bir kısmını da köpek sûretinde gördü. Hocasının selâm verdiği kimselerden başkasının her birini çeşitli hayvan sûretinde gördü. Sonra hocasının yanına dönüp; "Efendim bu işin hikmetini anladım." dedi. Hocası yine gözlerini sıvazlayarak eski hâline çevirdi.

Bağdât'ın büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerle sohbette berâber olup, onlarla sohbet ediniz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî saâdetin anahtarıdır."

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine sordular ki: "Allahü teâlâ, fâizi niçin haram kılmıştır?"

Buyurdu ki: "İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu."

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "İslâm askerleri, hazret-i Ömer'e hitâben: Yâ Emir-el-Müminîn, Allahü teâlâya yemin ederiz ki, biz senden daha doğru sözlü, münâfıklara daha şiddetli ve daha doğru hükmeden bir kimse görmedik. Sen, Resûlullah'dan sonra insanların en hayırlısısın." dediler. Hemen bunun üzerine Avf bin Mâlik; "Yanılıyorsunuz. Biz Resûlullah'dan sonra hazret-i Ömer'den daha hayırlı kimseyi gördük. Hazret-i Ömer; "O kimdir yâ Avf!" diye sorunca; "Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh)" diye cevap verdi. Hazret-i Ömer; "Avf doğru söylüyor. Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Bekir misk kokusundan çok daha güzel kokardı. Ben onun derecesinde değilim." buyurdular."

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün, Halîfe Hârûn Reşîd, Ebû Yûsuf'a; "Beni, Dâvûd'un yanına götür. Onu ziyâret edeceğim. Nasîhat isteyip, duâsını alacağım." dedi. Bunun için kalkıp, Dâvûd'un evine gittiler. İçeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin alamadılar. Annesine ricâ ettiler. Annesi oğluna; "Evlâdım, müsâde et de içeri girsinler." deyince, o; "Anneciğim, dünyâ ehli ile benim ne işim vardır? Onları görünce, dünyâyı hatırlıyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mâzur gör." dedi. Annesi tekrar ricâ edince, kırmadı; "Ey benim Allah'ım!" Annenin hakkını gözet, zîrâ onun rızâsı benim rızâmdır." buyurduğun için kapıyı açıyorum." dedi. Halîfe Hârûn Reşîd ile İmâm-ı Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha yaptılar. Hârûn Reşîd'in elini tutunca, onun ellerinin nâzik bir el olduğunu belirtti ve; "Ey Halîfe! Bunca zaman ömür ve saltanat sürdün. İnsanlara hükmettin. Sakın zulme meyletme. Zîrâ hesaptan kurtuluş yoktur." buyurdu.

Dâvûd-i Tâî'nin bu tesirli sohbetini dinleyen halîfe kendinden geçip, göz yaşları döktü. Duâsını istedi. Duâdan sonra bir kese altın verdi ve; "Kendi öz malımdandır ve helâldir, alınız." dedi. Halîfenin hediyesini ve ricâsını kabûl etmeyen Dâvûd-i Tâî; "Size mübârek olsun. Bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Babamdan kalan mal ve mülk satıldığında elime geçen altınlar bize yeter. Rabbim o paralar bittiğinde işimizi bitirip bizi başkalarına muhtaç kılmasın. O kendisine yapılan duâları reddetmez. İzzeti hakkı için kabûl eder." buyurdu.

Hârûn Reşîd ve İmâm-ı Ebû Yûsuf keseyi alıp gittiler. Dâvûd-i Tâî'nin vekilharcına giderek parasının mikdârını sordular. Vekilharcın bildirdiği mikdârı hesab ettiler. Bu ölçüye göre parası hesap edildiğinde şeyhin vefât edeceği günü buldular. Nakledilir ki hesab edilen gün geldiğinde İmâm-ı Ebû Yûsuf; "Gidin bakın bugün Dâvûd-i Tâî vefât etmiştir." buyurdu. Gidip baktıkları zaman vefât ettiğini öğrendiler. İmâm-ı Ebû Yûsuf onun hakkında; "Duâsı makbûldür. Allahü teâlânın indinde yeri seçilmişlerin yanıdır." buyurdu. Biraz sonra haberci, Dâvûd-i Tâî'nin ölüm haberini getirdi.

Nişâbur'da yetişen velîlerin büyüklerinden Ebû Bekr el-Ferrâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Ebrâr kimdir?" diye sorulunca; "Allahü teâlâdan çok korkanlardır." buyurdu. İnsanların, günahlarını az da olsa çok görmeleri, iyiliklerini çok da olsa az görmeleri gerektiğini bildirerek; "İyiliklerini gizlemen, kötülüklerini açıklamandan daha makbuldür. Sen böylece kurtuluşa erebilirsin." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; "Dînin sermayesi nedir?" diye sordular. Bunun üzerine; "Ârifler, dînin sermâyesinin bâtınî ve zâhirî olmak üzere bir takım esaslar üzerine sözbirliği etmişlerdir. Bunlardan bâtınî olanları; Allahü teâlânın sevgisi, O'ndan uzak kalma korkusu, O'nu görememe endişesi ve O'na ulaşma ümididir. Zâhirî olanlar ise; doğru sözlülük, cömertlik, alçak gönüllülük, başkasına eziyet vermemek, nefsin isteklerine sabırdır." buyurdu.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında; "Allahü teâlânın ahkâmını bilmeyen kimse, Allah'ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle mârifetin esâsına erer. Rabbini bilirse, O'nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur." buyurdular.

Yine buyurdular ki: "Allahü teâlâ kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânın aleyhinde bulunma hasletini verir."

"Senin bize ihtiyâcın yok mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muhtâc iken, size ve sizin gibilere nasıl ihtiyâcım olur. Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır. Hakîkî zenginlik, dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç olmandır." buyurdular.

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, O'nun eserlerini, kâinatdaki eşsiz nizâm ve intizâmı, ondaki ince ve yüksek sanatı görüp, Allahü teâlânın büyüklüğü ve yüceliği karşısında hayran olup, hayrette kalan kimsedir."

"Dünyâ bir deryâ, insanlar bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir."

"Doyması yemekle olan kimse, dâimâ açtır. Zenginliği mal ile olan fakirdir. Çünkü o mal, her zaman elde kalmaz. Allahü teâlâdan yardım istemeyen, başarısızlığa mahkûmdur. İhtiyâcını insanlara arz eden mahrum kalır. Gerçekte bütün ihtiyaçları gideren Allahü teâlâdır. Kullar birbirinin ihtiyaçlarını gidermekte vâsıtadır. Allahü teâlâ, insanlara, birbirinin ihtiyâcını gidermek için güç ve kuvvet vermezse, kimsenin kimseye yardımcı olmaya gücü yetmezdi. Bu bakımdan ihtiyaçları, her şeyin sâhibi ve mâliki Allahü teâlâya arz etmeli. Allahü teâlâ bir işin olmasını dilerse, onun meydana gelmesini temin edecek sebebleri de yaratır."

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin vücûdunda on iki çeşit hastalık; bâsûr hastalığı, başka hastalıklar ve böbreklerinde taş vardı. Bununla berâber, meclisinde oturur, gelenlerle sohbet ederdi. Otururken hiçbir zaman ah, of diye inlemezdi. Onda çeşitli hastalıkların bulunduğunu da kimse bilmezdi. Sohbet esnâsında, bedenindeki rahatsızlıkların elem ve şiddetinden dolayı, istemiyerek de olsa yüzü kızarırdı. Ve buyururdu ki: "İnsanlara sohbet etmek için, kendi arzum ile meclis kurup oturmadım. Bilakis teşvik ve tehdid olunup, âdetâ bu iş için zorlandım. Bana: "Eğer İslâmiyet bilgilerini anlatmak için meclis kurup oturmazsan, hîbe ettiğimiz ilimleri geri alırız." denildi. Ben, onun için meclis kurup insanlara sohbet ediyorum. Benim sohbetlerime devâm ediniz! Benden başka bir zâtın sohbetinde bulunmaktan da sizi men etmiyorum. Bu kaynaktan daha tatlı bir kaynak bulursanız, ona koşunuz!" buyururdular.

Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi, tasavvuf yolundaki dereceleri geçerken kendini hocası gibi görmeye başladı. Neye baksa Şeyhini görüyordu. Bu sebeple Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin sohbetlerine gelmemeye başladı. Bir gün İmâm-ı Şâzilî hazretleri yolda giderken talebesiyle karşılaştı ve; "Canım sen nerede kaldın. Sohbetlere gelmiyorsun!" buyurdu. Talebe; "Efendim, sizinle sözden müstağnî oldum. Yâni her an sizi karşımda görüyorum ve kendimi sizin sûretinizde görüyorum. Sohbetinize gelmeye ihtiyaç duymuyorum." dedi. Bu cevap üzerine Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Çok garib. Eğer iş senin söylediğin gibi olsaydı, hazret-i Ebû Bekr'in Resûlullah efendimizin sohbetlerine gitmemeleri gerekirdi. Eğer sohbetten müstağnî olsaydı, hazret-i Ebû Bekr efendimiz müstağnî olurdu."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri insanlara bir sohbeti sırasında; "Allahü teâlâ sözlerinde doğru ve işlerinde ihlâslı olana dünyâda yağmur gibi rızık verir. Onu kötülüklerden korur. Âhirette de günahlarını affedip, bağışlar. Ona yakın olur. Cennet'ine koyar ve yüksek derecelere kavuşturur. Kendi kusurlarını ıslâh etmek istersen, insanların kusûrlarını araştırma. Çünkü hüsn-i zân, îmân şûbelerinden olduğu gibi, insanların ayıplarını araştırmak da münâfıklıktandır. Kıyâmet günü, yol gösteren nûr içinde haşrolunup karanlıktan korunmak istersen Allahü teâlânın hiç bir mahlûkuna zulmetme." buyurdular.