|
SOHBET - 2
Tâbiînin büyük âlim ve
evliyâlarından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Cehennem'e düşmek korkusu insanlardan hiç eksik olmaz. Hattâ,
gökten seslenen birisi, yeryüzündekilere Cehennem'e girmekten korkmamalarını
bile söyleseydi, yine onlar Cehennem'e düşmek ve onu görmek korkusundan
kurtulamazlardı."
Seleme bin Dînâr bir
defâsında nefsine şöyle demişti: "Ey Ebû Hâzım! Kıyâmet günü ey şu, şu hatânın
sâhibi diye çağırılır, onlarla berâber kalkarsın. Sonra başka günahların
sâhipleri çağırılır. Yine onlarla berâber kalkarsın. Ey Ebû Hâzım, seni öyle bir
durumda görüyorum ki, her halde her hatâ ve günah sâhibiyle kalkacaksın."
"Her gün kişinin ilmi ve
hevâsı (arzu ve istekleri) insana gelirler. Onun göğsünde birbiriyle mücâdele
ederler. Eğer o kişinin ilmi hevâsına (kötü arzu ve isteklerine) gâlip gelirse,
o gün onun için kazanç günüdür. Şâyet hevâsı ilmine üstün gelirse, o gün de
zarar günüdür."
"Hevâsını (kötü arzu ve
isteklerini) öldüren, harpte düşmanı öldürenden daha güçlüdür."
Birisi, Seleme bin Dînâr'a;
"Sen kendine çok sâhipsin" dedi. O da şöyle cevap verdi. "Nasıl kendime sâhip
olmıyayım. On dört düşman beni gözetliyor ve fırsat kolluyor. Dört tanesine
gelince, onlardan biri olan şeytân, bana fitne veriyor, aklımı ve kalbimi
karıştırıyor. Müslüman hased ediyor. Kâfir ise fırsat bulsa öldürür. Münâfık
bana buğz eder. Diğer on taneye gelince, onlar da: Açlık, susuzluk, sıcak,
soğuk, çıplaklık, ihtiyarlık, hastalık, ihtiyaç, ölüm ve ateştir. İşte bütün
bunlarla başa çıkabilmem için, tam silâhlı olmalıyım. En üstün silâh da takvâdır
(haramlardan sakınmadır)."
Kendisine; "Ey Ebû Hâzım,
senin sermâyen nedir?" diye soruldu. Şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya güvenip,
insanlardan bir şey beklemememdir."
Yine buyurdular ki: Süleyman
bin Abdülmelik, Ebû Hâzım'a ihtiyaçlarını bildir diye mektup yazdı. O da
cevâben, "Ben hâcetimi her türlü ihtiyaçları veren Rabbime arzettim. Bana
verdiklerine de kanâat ettim. Vermediklerine de rızâ gösterdim."
"Ebû Hâzım hazretlerine
dediler ki: "Fiyatlar çok yükseldi. Pahalılık var." O da şöyle cevap verdi:
"Niçin üzülüyorsunuz? Bolluk zamanında sizi rızıklandıran Allahü teâlâ,
pahalılıkta da size rızık verecektir."
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinden naklen buyurdular ki: “İnsan dâimâ Allahü teâlâya
yönelmelidir. Her an ve zamanda, her ibâdet ve işte kendisine gelen feyz ve
nûrları düşünmeli, nasıl bir berekete kavuştuğunu anlamalıdır. Meselâ; namaza
durduğunda gelen nûrlar ve bereketlerin nasıl olduğunu, kırâat ile berâber bu
feyz ve bereketlerin ne hâle döndüğünü, Allahü teâlâya hamdü senâdaki feyzi, dil
ve Kelime-i tevhîd söylemekteki bereketi, hadîs-i şerîfleri okurken ihsân
buyurulan sırları incelemeli ve bu sûretle günahlardan hâsıl olan mânevî
zararları gözleyip, anlamalıdır. Meselâ; haram ve şüpheli lokmadan kalbe nasıl
bir zulmet geliyor ve gıybet etmek insanın bâtınına nasıl zarar veriyor, yalan
söylemek kalbde nasıl bir leke bırakıyor anlaşılır. Böylece, bütün haram, mekrûh
ve günahların zehir, zarar ve ziyân olduğu vicdânen bizzat farkedilir. Yâni her
hâlinde, her iş ve sözünü inceleyip, İslâmiyete uygun olup olmadığını dikkat ile
tâkib etmelidir. Eğer işi ve sözü İslâmiyete uygun ise, bunun şükrünü yerine
getirmelidir. Eğer, Allahü teâlâ muhâfaza buyursun, O’na aykırı ve uymuyor ise
hemen tövbe etmeli, istigfârda bulunmalıdır. Âşikâre işlenen günahın tövbesi
âşikâre yapılmalı, gizli günahınki de gizli yapılmalıdır. Tövbeyi
geciktirmemelidir. Çünkü Kirâmen kâtibîn melekleri, işlenen günahı hemen
yazmazlar, müminin tövbe etmesini beklerler. Tövbe edince bu günahı hiç
yazmazlar.”
İstanbul'daki meşhûr
velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sözleri
gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylıkla anlayabileceği şekildeydi.
Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi.
Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık
olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz
vermezdi. Bu hususta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât
etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi.
Zamânının meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl
etmesini beklerdi.
Bir defâsında, Fâtih Sultan
Mehmed Han kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek,
geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ
gözlerinden iki damla gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; "Efendim
neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü."
dediler. Ebü'l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle
silerek; "Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun
bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır.
Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebeb olacak.
Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteyecek. Şimdi anladınız mı? Sultânı
niçin kabûl etmediğimi?" buyurdu.
Büyük velîlerden Yahyâ
bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İbrâhim ve İsmâil
adında iki kardeşi olup, onlar da yüksek hâl sâhibi idiler. Kardeşlerinden
birisi Mekke’ye gidip oraya yerleşti. Yahyâ hazretlerine bir mektup yazıp; “Üç
arzum vardı. Ömrümün sonunu en kıymetli yerde geçirmek, bir hizmetçimin olması
ve ölmeden önce sizi bir defa daha görmek. Bunlardan ikisine kavuştum. Şu anda
Harem-i şerîfte bulunuyorum ve bir hizmetçim var. Duâ edin de Allahü teâlâ
üçüncü arzuma da kavuşmayı nasîb etsin.” dedi. Yahyâ bin Muâz, cevap yazıp; “Sen
insanların en iyisi ol da, istediğin yerde yaşa. Yerler, insanlarla değer
kazanır, insanlar yerlerle değil. İki cihânın efendisi Resûlullah efendimiz o
taraflarda bulunduğu için, oralar çok kıymetli olmuştur. Hizmetçiye sâhib olmak
gibi bir arzun keşke bulunmasaydı. Efendilik Allahü teâlânın, hizmetçilik ise
kulun sıfatıdır. Birini kendine hizmetçi edip de, o kimsenin Hakk’a kulluk
etmesine mâni olmak mürüvvete yakışmaz. Uygun değildir. Beni görmek arzu
ettiğini söylüyorsun. Eğer hep Allahü teâlâyı hatırlar, her an O’nunla meşgûl
olursan, beni hatırına getirmezsin. Şu anda bulunduğun yer, evlâdı kurbân etmek
yeridir. O’nu bulmuş isen, ben senin işine yaramam. Eğer O’nu bulamadınsa,
benden sana ne fayda gelir” buyurdu. Sevdiklerinden birine yazdığı mektubda da;
“Dünyâ, uyku; âhiret ise uyanıklık yeridir. Rüyâda ağlayan uyanıklıkta güler,
sevinir. Sen dünyâ hayatında ağla ki, âhiret uyanıklığında gülesin ve neşeli
olasın” buyurdu. |
|