|
SOHBET - 1
Gelibolu'da yetişen
velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine bir sohbet
esnasında buyurdular ki: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "Ey
îmân edenler! Din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan
savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın. Sınır boylarında cihad için
nöbet bekleşin ve Allah'tan korkun ki, felah bulasınız." (Âl-i İmrân sûresi:
200). "Sabrediniz." buyurması, belâlara sabretmeye işârettir. Bu, halk yâni avam
içindir. "Nöbet bekleşin" buyurması, günah işlemeyi terk etmeye işârettir. Bu,
havâs içindir. "Sabır yarışı yapınız" buyurması, İbâdet yapmaya katlanmaya işâ
rettir. Bu da seçilmişlerin seçilmişlerine mahsustur. Bunun için,
kişininrahatlığı yakînde, şerefi tevâzuda, saâdeti, kurtuluşu İslâmdadır.
İsmeti, günahsız olması Allahü teâlâya güvenmekte, akıllılığı dinde, gayreti
dünyâyı terk etmektedir. Helakı günah işlemeye cüret etmekte, pişmanlığı
uyumakta, şekâveti cehâlettedir. Saâdeti ilimdedir. Olgunluğu aşktadır. Güzel
yaşaması sabırdadır. Sabır; halkın içinde nefsânî arzuları terk etmek,
yapmamaktır. Eğer dünyânın bütün belâları onun üzerine gelse "Âh" bile demeyen;
vefâdan, cefâdan, acıdan, zenginlikten ve her çeşit nîmetten dolayı değişmeyen,
mağrûr olmayan ve bunlar karşısında hep aynı kalan kimse sabırlıdır. Bilakis o,
kendini bela mancınığına kor ve kazâ denizine atar. Sonundan hiç endişe etmez.
Vesselâm.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
“Bu dereceye nasıl ulaştınız?” diye suâl olununca; "Resûlullah sallallahü aleyhi
ve selleme tâbi olmakla." buyurdular. Yine buyurdular ki: "Bizim yolumuz
sohbettir. Halvette, yalnızlıkta şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve
bereket cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir
kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl
olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, bâzılarının kalblerindeki
muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle
kimselerin kalblerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim
sohbetimizde bulunanlardan bâzılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur.
Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz,
yardımcı oluruz."
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) cemâatle sohbet ediyor ve rızâdan
bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; "Ey Bişr! Makam ve îtibâr sâhibi
olduğun için halktan hiçbir şey kabûl etmiyorsun. Eğer zühd sebebiyle hakîkaten
dünyâdan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir şeyler alıp fakirlere ver ve
kendin de tevekkül üzere oturup rızkına râzı ol." dedi. Bu söz üzerine Bişr-i
Hâfî buyurdu ki: "Bunun cevâbını dinle. Fukarâ ve dervişler üç çeşittir. Birinci
kısım, aslâ kimseden bir şey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sâhibi,
rûhâniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan her ne
isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ şunu verecek diye yemin
edecek olsalar derhâl duâları kabûl edilir. Diğer bir kısmı halktan bir şey
istemez ama verildiğinde kabûl eder. Bunlar dervişlerin orta tabakasıdır. Allahü
teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu kısım, kudsiyet makâmında
ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım ise, güçleri yettiğinde
sabrederek oturur ve rızkın geleceği vakti gözler. Böyleleri zarûrî ihtiyaçları
mecbûr bırakırsa, kalpleri Allahü teâlâya bağlı olduğu hâlde çıkıp halktan
isterler." Bu cevâbı alan kimse; "Bu söze râzı oldum. Allah da senden râzı
olsun." dedi.
Bir kimse Bişr-i Hâfî
hazretlerine gelerek; "Ben seni Allah için seviyorum." dedi. O da; "Sen sözünde
sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni
hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni
sevdiğini iddiâ ediyorsun?" buyurdular.
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En faydalı
tevâzu, kibri ve gadabı (kızmayı) giderenidir. En kıymetli söz, hakka uygun
olanıdır. En zararlı söz, konuşulmaması daha hayırlı olanıdır. En lüzumlu olan
şey, Allahü teâlânın emrettiği farzları, ana-babayı, çoluk çocuğunu gözetip,
onların geçimlerini temin edip, Allahü teâlânın emirlerini öğretip kulluk
vazîfelerini yerine getirmelerini sağlamaktır. En faydalı ilim, cehâleti,
kötülükleri giderip, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve yüce kudretini anlamaya,
böylece O'na kulluğun bir vazîfesi olduğunu öğretip, âhirete hazırlanmaya vesile
olanıdır. En üstün cihad (mücâdele, savaş) hakkı kabûl etmeye alıştırabilmek
için, nefsle yapılan mücâdeledir.
Büyük velî ve âlimlerden
Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zâta
yazdığı mektupta şöyle demiştir: "Allahü teâlâ bizi ve sizi her türlü
tehlikeden, her çeşit şüpheden muhâfaza buyursun. Yine bize ve size, geçen
büyüklerimizin ve âlimlerimizin yolunda gitmek nasîb eylesin. Dâimâ Allahü
teâlânın nîmetleri içerisindeyiz. Allahü teâlâdan, bu nîmetlerini daha da
artırmasını, rızâsına kavuşmamız için bize yardımını dileriz. Fazla sözde fitne
vardır. Sükûtta genişlik ve rahatlık vardır. Kişi ihtiyâcına göre konuşmalıdır.
Âlimin ölümü, büyük bir
musîbettir. Şeytan ve onun yardımcıları, Allahü teâlânın ve müslümanların
düşmanlarıdır. Şeytan ve yardımcıları, müslümanlar için birçok fitneler
hazırlarlar. Maksatlarına erişebilmek için âlimlerin yok olmasını beklerler.
Çünkü, âlim, onların bâtıl işlerine ve yardımcılarına mâni olmaktadır.
Bir kısım insanlar, şöhrete
yapıştılar. Kendilerinden bahsedilmeyi arzu ettiler. Halbuki onlardan önce de
işledikleri bid'atlerle şöhrete kavuşanlar oldu. Fakat, hayır yolunda, doğru
yolda tâbi olmak; şer, kötü işlerde başkan olmaktan daha hayırlıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Cavpâre hazretleri Üstâdı Ebû Bekr-i Zekkâk-ı Mısrî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine; "Kiminle sohbet edeyim?" diye sordu. "Senden olan her
şeyi Allahü teâlâ görür, dediğin zaman, senden nefret ederek ayrılmayan kimse
ile sohbet et." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Ali
Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi gelerek, büyüklerin
sohbetinde bulunmanın faydasını sordu. Cevâbında; "Bunda iki fayda vardır.
Birincisi; eğer o kimse ilme tâlib olmuşsa, Allahü teâlâya ve O'nun dînine olan
muhabbeti, bağlılığı ve sohbetin bereketiyle ilmi artar. İkinci faydası; eğer
sohbette bulunan kimsenin kalbinde benlik ve gurur varsa, o duygular yok olup,
ilmi ve edebi artar. Mânevî bakımdan yüksek derecelere kavuşur." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Ali
Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlerin sohbetinde bulunmanın önemini
anlatır, edebin gözetilmesinin lüzumuna işâret ederdi. Bu hususta; "Bir kimse
âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve
bereketlerden mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar, kendinde görünmez."
buyurdular.
Hindistan'da yetişen meşhûr
velîlerden Şâh Ebû Saîd-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Allahü teâlânın sonsuz ihsânı, kullarından birine eriştiği zaman, o kulunu
kendi dostlarından birinin hizmetine ulaştırır. O da nefsinin isteklerine
uymamağı ve ona ağır gelen şeyleri yapmayı, yâni İslâmiyete uymağı emir buyurur.
Böylece onun bâtınını yâni kalbini ve nefsini temizler. Bu zamanda talebenin
hizmetleri kusurlu ve dağınık olduğu için, bu yolun büyükleri önce talebeye
zikretmeyi, yâni Allahü teâlâyı kalbi ile anmayı emrederler. Amel ve ibâdetlerde
ve her işte orta yolda olmayı emredip nice kırk günlük çilelere bedel olan
teveccühlerini dâimâ talebeleri üzerinde bulundururlar. Talebelerine, Ehl-i
sünnet îtikâdına göre inanmayı, sünnet-i seniyyeye uymayı, bütün bid'atlerden
sakınmayı emrederler. Mümkün oldukça azîmetle amel edip ruhsatlara
kapılmamalarını tenbih ederler."
Ehl-i sünnetin îtikâddaki
iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsında buyurdular ki: Allahü teâlâya hamd olsun ki,
bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helâke götüren
bid'atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakîn denen kat'î ve kuvvetli îmânın
hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı.
Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O'nun rehberliğine
yapışanlardan eyledi. Bid'atlere dalıp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı
kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle
berâber olmayı ihsân etti.
Resûlullah efendimize
salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına dâvet etti.
Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mûcizeler
vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O'nun
ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir
şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak
parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine
bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Sâlihlerin anıldığı yerde bulunanlar, onların himâyesinde
olurlar."
Musul âlimlerinden ve
Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Büyük velîlerden otuzu ile sohbet ettim. Hepsi de bu yolun
büyüklerindendi. Hepsi halkla sohbetten kaçın dediler ve hepsi az yemeği emir
buyurdular."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) bildiklerini, öğrendiklerini yerine
getiren Allah'ın sevgili bir kuluydu. Bir vâzında; "İçinizde Allahü teâlâyı
hatırlatan fakat kendileri unutan pekçok kimseler vardır. Yine öyleleri vardır
ki, Allahü teâlânın yasak, haram kıldığı şeylere karşı cüretkâr olup, haram
işledikleri halde, başkalarını Allahü teâlâya yaklaştırmaya çalışırlar. Yine
sizden öyleleri vardır ki, kendileri Allahü teâlâdan kaçtıkları halde, insanları
Hakk'a çağırırlar." diyerek, ilmiyle âmil olmayan, bildikleriyle amel etmeyen ve
gaflet içinde kalanların hâlini dile getirdi.
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün
üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.
Yine buyurdular ki: Gençlik
zamânında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür.
Annenin yavrusuna faydası
olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana
yazıklar olsun!
Âyet-i kerîmede meâlen; "Vallâhu
basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir" buyruldu. Allahü teâlâ her
şeyi gördüğü hâlde, (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile
bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın
görmesine inanmıyorlar, yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana her
ikisi de yakışmaz.
Evliyânın önde gelenlerinden
Kutbüddîn İznîkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki:
"Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize, evliyâyı ve âlimleri sevmeyi nasîb etti,
gönlümüzü onlara bağladı. Peygamberlerin en üstününe selâmlar olsun ki, O,
Resûllerin imâmı ve hem de sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ'dır ki, dünyâda
ümîdimiz O'nadır, âhırette O'ndan şefâat umarız. O'nun yüksek mertebede olan Ehl-i
beytine ve Eshâbına selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzeredirler. Bütün
evliyâya ve âlimlere uyanlar, İslâmiyetin hem zâhiri hem de bâtını üzere
dururlar. Gerçek tâlibler ki, dâimâ halvette ve hem ibâdette dururlar. Mü'minler
ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak yardımıyla Hak yolunda ve tâatta dururlar.
Ey kardeşim! Bir kişinin
senin katında hâceti (ihtiyâcı) olsa, sen onu bitirirsen, Allahü teâlâ senin
yetmiş türlü dünyâ ve âhıret hâcetini giderir.
Eğer bir kişi bütün yer ehli
kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli kadar tâat etse, îmânı Ehl-i sünnete uygun
değilse kabûl olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunması ve îmânın dürüst olması,
takvânın şartıdır. Takvâ, Allahtan korkmaktır. Allahı bilmeyince, O'nun
azametini ve celâlini anlamayınca, Allahtan korkmak hâsıl olmaz. Dînin ve îmânın
aslı ve ilmin temeli, Allahü teâlâyı bilmek ve birliğini kalb ile tasdîk
etmektir. şöyle ola ki, eğer başını kesseler ve bütün varlığını alsalar râzı
olasın; Allahü teâlânın birliğini gönülden çıkarmayasın."
Horasan’da yetişen evliyânın
meşhûrlarından Muhammed bin Hâmid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Yol belli ve açık; delil, âlimler (müctehidler), azık tam, binek
kuvvetli. Fakat insanı asıl maksada kavuşmaktan uzaklaştıran şeyler var. Bunlar:
Âlimlere (müctehidlere) uymadan, kendi görüşüne uymak, nefsinin istekleri
peşinde koşmak. Azığı (yiyeceği) gayrimeşrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup,
bineği zayıflatmaktır.”
“İnsanların felâketine
sebep; asıl işi bırakıp boş şeyler ile uğraşmaları, nefislerinin isteklerine
uymaları ve harama dalıp, şüphelilerden sakınmamalarıdır.”
“İnsanların en kötü
ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.”
“Kalb ve vakit, insan için
sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, düşüncelerle meşgûl eder. Vaktini de
boş şeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acı bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim
kâr getirebilir
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Muhabbette gevşeklik olmaz."
"Derviş o kimsedir ki,
kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar."
"Senelerce ilim ve mârifet
taleb edip, dergâhta kaldım. Neticede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb,
Allahü teâlâya yakınlık menziline ulaştım. Dünyâ ehlini, dünyâya düşkün
olanları, dünyâ ile meşgûl buldum. Âhıreti düşünen âhiret ehlini mahcûb buldum.
Tasavvuf ehli ve takvâ sâhibi olduğunu iddiâ eden sahtekârlardan uzak durup, yüz
çevirdim."
"Kurtuluş; sâlihlerin,
büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin
sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden
kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir."
Hâce Muînüddîn-i Çeştî
hazretleri; Hakîkaten Allah adamıydı. Güneş gibi herkesi faydalandıran bir
davranış içinde ve toprağın herkesi kabûl etmesi gibi misâfirseverdi. "İyi olan
Allah adamları ile birlikte bulunmak, hayırlı bir iş yapmaktan daha iyidir,
bunun gibi kötülerle ve İslâm düşmanlarıyla bulunmak, kötü bir iş yapmaktan daha
kötüdür. İnsana en çok zarar veren günâh, kendi gibi olan insanları aşağı
görmektir." buyururdu.
Allahü teâlânın bütün
kullarına nehirler gibi sınırsız yardım ederdi. "Allahü teâlâyı ibâdetler içinde
en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve rahatlatmaktır.
İhtiyaç sâhibini hayal kırıklığına uğratmayan kimse, hakîkî derviştir. Cehennem
ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz olanın susuzluğunu
gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmek ve sefâlet içinde bulunanla
dostluk kurmaktır." buyururdu.
Eshâb-ı kirâmın sohbetinde
bulunmakla şereflenen İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri yüksek bir âlim ve büyük bir velîdir. Din bilgilerinde ictihad
derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet
ederdi. Geceyi hep namazla geçirirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine "Sâlih
kul" adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme
âit mârifetleri, isteyen müslümanların kalblerine akıtan bir kaynaktır.
Resûlullah efendimizin üç vazifesinden biri de, tasavvuf mârifetlerini,
bilgilerini öğretmek ve kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra
dört halîfesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halîfeden sonra İslâmiyet her
yere yayılmış ve müslümanların sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlullah'ın,
sallallahü aleyhi ve sellem vazifelerini yerine getirmekte aralarında vazife
taksimi yaptılar. Kelâm, akâid, îmân bilgilerini "Mütekellimîn" adı verilen
âlimler yaydılar, öğrettiler. Fıkıh yâni amel, ibâdetleri ve işleri öğreten
âlimlere "Fukahâ" denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diğer tasavvuf
âlimleri öğretip kalblere akıttılar. Oniki imâmın her biri, Ehl-i sünnet
îtikâdındaki müslümanların gözbebeği olmuştur. Onları ve bu âileye mensub
olanların hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir.
Bir gün Mûsa Kâzım
hazretlerinden, zamanın halîfesi Hârûn Reşîd sordu: "Sizler, kendinizin Ehl-i
beytten olduğunuzu söylüyor ve Resûlullah'ın zürriyetindeniz diyorsunuz. Halbuki
aslında biz dedem Abbâs'dan dolayı Resûlullah'ın soyundanız, siz de hazret-i
Ali'nin evlâtlarısınız. İnsanların nesebi ve soyu baba ile devam eder."
Cevâbında buyurdular ki: "Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde En'âm sûresi seksen dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen
buyuruyor ki: "İbrâhim peygamberin zürriyetinden olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb,
Yûsuf, Mûsâ ve Hârun! Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. Ve ey Zekeriyyâ ve
Îsâ!" Bu âyet-i kerîmede Îsâ aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın soyundan
sayılıyor. Halbuki Îsâ'nın babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir.
Bununla birlikte annesi tarafından İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden
sayılmaktadır. Öyleyse, bizler de annemiz Fâtıma'tüz-Zehrâ (radıyallahü anhâ)
tarafından Resûlullah efendimizin soyundan sayılırız." |
|