|
SIDK –
DOĞRULUK
Musul âlimlerinden ve
Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine sıdk nedir? diye sorulunca, içinde demir bulunan bir ocağa elini
sokup, kızgın bir demir parçasını çıkarıp elinde tuttu ve; "İşte sıdk budur."
dedi.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık kimseyi ya
üzerine farz olan bir ibâdeti yaparken veya nâfile bir ibâdetle meşgûl olurken
görürsün. Bunun dışında başka bir halde görmezsin."
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık kimseye
Allahü teâlâ bir melek gönderir. Bu melek namaz vakti gelince, o kimseye namaz
kılmayı hatırlatır, uyuyorsa uyandırır."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sâdık olmanın alâmetleri: Sözü ile kalbinden
geçenlerin aynı olması. Söz verdiği gibi hareket etmesi, işlerini Allahü
teâlânın rızâsı için yapması. Dünyâya düşkün olmayıp, makam, mevki peşinde
koşmaması. Nefsin isteklerini yapmaması, mühim işleri hemen yapıp, mühim
olmayanları sonraya bırakması. Âhireti, dünyâya tercih etmesidir.”
Evliyânın meşhurlarından
ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sıdk ve muhabbetin alâmeti ahde vefâdır."
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri bir defâsında hanımı; "Evde un kalmadı." deyince, hanımına hiç para
var mı? dedi. Hanımı bir dirhem var deyince; "Ver, bir de torba getir." diyerek
bunları alıp pazara gitti. Yiyecek satan bir satıcıya yaklaştı. O sırada bir
dilenci; "Ey Müslim bana bir sadaka ver." dedi. Yanında bir dirhemden başka bir
şey olmadığından, oradan uzaklaşıp bir dükkana gitti. Fakat dilenci onu takib
ediyordu. Gene sadaka istedi. Oradan da uzaklaşıp başka bir dükkana gitti.
Dilenci peşini bırakmadı. En sonunda cebindeki tek dirhemi çıkarıp dilenciye
verdi. Sonra bir marangoz dükkanına gidip atılmış ve toprakla karışmış talaşları
yarı topraklı halde torbasına doldurdu. Eve gidip kapıyı çaldı. Hanımı kapıyı
açınca içi talaş ve toprak dolu torbayı bırakıp dönüp gitti. Hanımı un geldi
diye sevinerek torbayı aldı. Biraz sonra da ekmek yapmak için çuvalı açtı. Baktı
çuvalın içi hâlis unla dolu. Bir mikdar alıp hamur yoğurdu ve ekmek pişirdi. Ebû
Müslim Havlânî hazretleri gece geç vakit eve döndü. Hanımı sevinçli ve memnun
bir hâlde karşıladı. Sonra da sofra hazırladı. Nefis çörekler getirdi. "Bunları
nereden buldun?" diye sordu. "Efendim bugün getirdiğiniz undan yaptım." deyince,
Allahü teâlâya hamdederek hem yedi hem ağladı. Allahü teâlâ, onun kırık kalple
evine getirip bıraktığı torba içindeki toprak ve talaşı una çevirmişti.
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık, doğru
olan, insanlar kendisine kıymet vermeseler bile, hiç korkusu olmıyan, kalbinin
doğruluğuna inanıp, insanların, kendi amellerinden hiçbirisini görmelerini
istemeyendir."
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir
gün; "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine
attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye
sordular. Buyurdular ki: "Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Aslâ yalan
söylemedim. Yalanı kâğıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı
bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim,
ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde
Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup,
arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için
yaratılmadın ve bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin
damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme
gidip; "Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad'a gidip ilim
öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı bulup ziyâret edeyim." dedim. Annem
sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîrâs kalan
seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları
elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun
doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selâmet versin
oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyâmete kadar bir daha yüzünü
göremem." dedi. Küçük bir kâfile ile Bağdad'a gitmek üzere yola çıktım.
Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıyâ çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı
soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var
mı?" diye sordu. "Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun
altında dikili." dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası
geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu
durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kâfileden aldıkları
malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım
var." dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları
çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan
söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde
durmam lazım." dedim. Eşkıyâ reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben,
beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum." dedi. Bu
pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler
de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe
etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kâfileden aldıkları
malları sâhiplerine geri verdiler. İlk defâ benim vesîlemle tövbe edenler, bu
altmış kişidir."
Mısır evliyâsından Seyyid
Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, sâdık kimsenin kim
olduğu sorulduğunda: Cevaben buyurdular ki: "Sâdık o kimsedir ki; Allahü
teâlânın hükmünden râzı olduktan sonra Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip
Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyan, başkasından bir şey istemeyip
verilirse şükreden, verilmezse sabreden kimsedir."
Buhârâ'da yetişen evliyâdan
Alâeddîn Goncdüvanî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Ubeydullah-i
Ahrâr Semerkand'da iken müthiş bir göz ağrısına tutuldu. Kırk gün bu acıyı
çekti. O zaman içine, üstün vasıflarını, hâllerini çok işittiği Alâeddîn
Goncdüvanî'yi görmek arzusu düştü. Fakat mübârek yüzlerini görmek nasîb
olmamıştı. Buhârâ'ya gitti. Namaz kılmak için bir mescide girdi. Mescidin
köşesinde, nûr yüzlü ihtiyar bir zât duruyordu. Ona kapılarak, üç gün
sohbetinden ayrılmadı. Üçüncü günü;
"Günlerdir gelip bizimle
sohbet ediyorsun. Murâdın nedir? Eğer bu adam şeyhtir, kerâmetini göreyim diye
geliyorsan, bizde öyle şey arama! Ama sohbetimizi beğendiysen ve kendinde bir
değişiklik hissediyorsan, sana ve bana mübârek olsun." buyurdu. Meğer bu zât,
Alâeddîn Goncdüvânî imiş, bu sözlerinden sonra da, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın göz
ağrıları birden kesildi."
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, meşhur talebelerinden İsmâil Hakkı Bursevî hazretlerine yazdığı bir
mektupta buyuruyor ki:
"Ey âşık ve sâdık oğlum!
Niyetinde, amelinde ve ibâdetinde sıdka, doğruluğa yapış. Bu ihlâsın,
samîmiyetin îcâbıdır. İhlâs, kulun işlerinin ve tavırlarının Allah için
olmasıdır. Eğer kulun işlerine, nefsin arzularından, lezzetlerinden bir şey
karışırsa sıdk, doğruluk bozulur. Böyle kimseye işlerinde ve hareketlerinde
yalancı demek uygun olur. Sıdkın derecelerinin sonu yoktur. Kul işlerinin
bazısında sâdık olup bazısında olmayabilir. Eğer bütün işlerinde sadık olursa
ona "sıddîk", pek doğru denir.
Ey oğul, Rabbine karşı
muâmeleni, davranışını Resûlullah efendimizin Allahü teâlâya karşı muâmelesi,
davranışı gibi yap. Allahü teâlâ senin edebini Resûlullah'ın edebi içerisinde
bildirdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Beni Rabbim terbiye etti. Benim
terbiyemi güzel yaptı." O halde Rabbine karşı davranışlarında Resûlullah'ın
edebine uy. Rabbine karşı Resûlullah efendimiz gibi ol. Ondan gelen şeylere
rızâ, hoşnutluk göster. İtirâz etme.
Sabırlı ol. Nîmetlere
şükret. Hidâyet yolu, doğru yol budur. Nefsinin arzu ve isteklerine uyma. Yoksa
felâkete uğrarsın.
Rabbinin huzûrunda, O'nun
yüce divânında, korkarak, titreyip ürpererek, boyun bükerek hayâ ile dur. Kalbin
devamlı Allahü teâlâ ile meşgûl olsun. Böyle olursan gafletten ve nefsinin bütün
kötülüklerinden kurtulursun. Allahü teâlâya yakın olur, huzûr, sürûra ve mânevî
lezzetlere kavuşursun. Şeytan sana musallat olup, üstünlük kuramaz.
Mısır velîlerinden Bennân
el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzun bir süre yiyecek bir şey
bulamamıştı. Yolda giderken yerde bir altın gördü. Önce birisi düşürmüştür diye
almadı. Fakat daha sonra aldı. Biraz yürüdükten sonra bir grup çocuğun bir arada
oturduklarını ve birisinin güzel ahlâktan bahsettiğini gördü. Çocuklardan biri;
"Kul ne zaman doğruluğun lezzetini bulur?" diye sordu. Tasavvuftan bahseden
çocuk; "Kişi, altın parçasını attığı zaman, sıdkın, doğruluğun lezzetini bulur."
dedi. Çocukları dinleyen Bennân-ı Hammâl, kendi hâlini düşündü. Kendi kendinden
utandı. Bunun üzerine derhâl altını çıkarıp bir fakire verdi.
İran'da yaşayan büyük
velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir
defâsında büyük velîlerin hallerinden bahsediyordu. Şöyle buyurdu: "Bir kimse,
Allahü teâlâ ile arasındaki geçen mânevî haller âleminde, sadâkatı, doğruluğu ve
bağlılığı esas alırsa, bu sadâkatı onu halka, yaratılmışlara meyletmekten
korur."
Bir gece semâdan inen iki
melek, Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine gelerek;
"Doğruluk nedir?" diye sordular. O da; "Ahde vefâ etmektir." dedi. "Doğru
söyledin." diyen melekler yine semâya çıktılar.
Tasavvuf büyüklerinden
Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Doğruluk,
açıkta ve gizlide hakka uymak ve uygun olmaktır. Doğruluğun hakîkatı, darlık ve
kıtlık zamanlarında da hakkı söyleyebilmektir."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hakkında Selâm bin Ebî Hamza şöyle anlatır: Ebû Eyyûb'un sohbetinde idik, şöyle
buyurdular: "Sâdık kimse, kalbindeki iyiliği, hâliyle ve hareketleriyle de
gösteren kimsedir. Böyle olmazsa kişi içinin doğruluğu ile kalır."
Hanım velîlerden Fâtıma-i
Nişâbûriyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) bir ara Kudüs'e Beyt-i Makdise
gelmişti. Zünnûn hazretleri ona; "Bana nasîhat eder misin ey velî hâtun!" dedi.
O da;
"Doğruluğa sarıl. İşlerinde
nefsinle mücâdele et." buyurdular.
Kendisinden sıdk ve takvâ
sâhiplerinin halleri soruldu. O zaman; "Sıdk ve takvâ sâhipleri bu zamanda bir
deryâ içindedirler. O deryânın dalgaları onlara çarpmaktadır. O deryâ içinde
boğulmuşçasına Allahü teâlâya duâ ve feryâd ederler. Kâdir-i mutlak olan Hak
teâlâdan saâdet, necât ve kurtuluş taleb ederler." buyurdular.
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri de Şeyh Ârif Sevastânî idi. Lahor
vâlisi, Acûzân'daki Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e verilmek üzere, Ârif Sevastânî'ye
yüz dînâr verdi. Şeyh Ârif, Acûzân'a varınca, hocasına sâdece elli dînâr verdi.
Büyük velî, gülümseyerek; "Ârif, sen çok hoş bir arkadaşsın, bu hediyeyi yarı
yarıya bölüştürerek tam kardeş payı yaptın." dedi. Bunun üzerine Ârif Sevastânî
çok şaşırdı ve sarardı. Kalan elli dînârı da çıkardı ve hatâsı için özür diledi.
Genc-i Şeker; "Sûfî her zaman dürüst olmalıdır. Yoksa mükemmelliğe erişemez."
dedi. Bu îkâzdan sonra yüz dînârın hepsini Ârif Sevastânî'ye verdi ve
tövbesinden sonra onu yeniden talebeliğe kabûl etti.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin
edebi fevkalâde idi. Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı çıktı. Ondan
sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn
olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya yalvardı.
"Yâ Rabbî! Garib ve
kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben
bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup
olmadığını da bilmiyorum" dedi. Bu sırada bir ses duydu. "Üzülme, sen âhirette
meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu. Râbia tekrar
efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta
dururdu. Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet
ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığında Râbia'nın odasından sesler
geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini, Allahü teâlâya
şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki: "Ey Rabbim! Benim arzumun senin emrine
uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer
elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde
bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..." Ev
sâhibi, bunları duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu,
kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile
aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı. "Artık Râbia köle olamaz!"
diyordu. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve dedi ki:
"Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim."
Râbia; "Gideyim." dedi. Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini
ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ
yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni
yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse
görmedi. Süfyân-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
buyurdular ki: “Doğruluk, Allahü teâlânın bir kılıcıdır ki, üzerine konulan her
şeyi keser.”
“Doğru kimse, dili hak ve
gerçek olanı anlatan kimsedir.”
Sadâkatı ve doğruluğu en
büyük lütfun elde edilmesinde tek çâre olarak gören evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Kim,
bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendisiyle olmasını istiyorsa, doğruluğa
sarılsın" derdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Amr ez-Zücâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Babamın vefâtından
sonra, bana elli dinâr mîras kaldı. Hacca gitmek maksadıyla yola çıktım. Yolda
bir şahıs yanıma yaklaşarak kaç paran var diye sordu. Kalbimden; "Doğru
söylemekten daha güzel bir şey yoktur." diye geçirdim ve o şahsa; "Elli dinârım
var.' dedim. Parayı benden isteyip kesedekileri saydı. Dediğim kadar çıkınca;
"Al sende kalsın, doğru sözlülüğün beni sevindirdi." dedi. Sonra merkebinden
inerek beni bindirdi ve bana; "Arkandan yetişirim." dedi. Ertesi yıl bana
Mekke'de yetişti. Vefât edinceye kadar hep benim yanımda kaldı."
Hac zamânında yabancı
birisi, evliyânın büyüklerinden Ebû Amr ez-Zücâcî hazretlerinin yanına gelerek;
"Haccımı yaptım. Berâtımı ver. Senin arkadaşların, berâtımı almam için sana
gönderdiler. Ebû Amr, o kimsenin gönlünün temiz ve saf olduğunu gördü. Ona şaka
yaptıklarını anladı. Kâbe'nin kapısı ile Hacer-ül-esved arasındaki Mültezim'e
işâret ederek; "Git oraya ve yâ Rabbî! Bana berâtımı ver, de!" dedi. Bir süre
sonra o yabancı, elinde bir kâğıt ile geri döndü. Kâğıdın üzerinde yeşil hat,
yazı ile; "Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu falan oğlu falanın Cehennem'den berât
kâğıdıdır." yazılı idi.
Tâbiînin
büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin
Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dedesi Hazret-i Ömer,
(radıyallahü anh) halîfeliği zamânında bir gece Medîne’de kol gezerken
sabaha karşı bir evden, bir kadının kızına; “Süte su koy!” dediğini işitti.
Kızın da; “Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ömer süte su katmayı yasak etti.” cevâbını
verdiğini ve annesinin; “Emîr-ül-Müminîn nereden bilecek.” demesi üzerine de; “O
görmüyorsa Allahü teâlâ görüyor.” dediğini işitti. Hazret-i Ömer bu hâdise
üzerine o kızı araştırıp, oğlu Âsım’a nikâh etti. Âsım’ın bundan bir kızı oldu,
bundan da Ömer bin Abdülazîz hazretleri dünyâya geldi. |
|