CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

SABIR – ŞÜKÜR - 2

Büyük velîlerden Seyyid Mîr Muhibbullah-ı Mankpûrî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından vazifelendirilerek Mankpûr'a gidince, orada bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermelerinden iyice rahatsız olup, hazret-i İmâm'a mektup yazarak durumu arzetti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şöyle bir mektup yazdılar:

"Allahü teâlâya hamd olsun ve O'nun sevgili Peygamberine salât olsun. Size ve bütün müslümanlara duâ ederim. Kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah'ın şerefli mektubu geldi. Bizi çok sevindirdi. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabânın incitmelerine sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine, aleyhisselâm emrederek, Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: "Peygamberlerden Ülül'azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azab vermesi için duâ etmekte acele eyleme!" orada bulunanlara en faydalı şey; yanlarında bulunanların eziyet etmeleri, sıkıntı vermeleridir. Siz bu nîmeti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yemeğe alışmış olan, şifâ verici acı ilâcdan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum. Fârisî beyt tercümesi:

 

Nazlı olsa da, aşka yakalanan kimse,

Naz çekmeğe alışması lâzım elbette!

 

İlâh-âbâd denilen yere göç etmek için izin istiyorsunuz. Yâhut bir yer gösteriniz de, oraya gidip, halkın ifrât derecesindeki cefâsından kurtulayım diyorsunuz. Buna ruhsat, izin verilebilir. Fakat, azîmet daha iyi yol, orada kalıp, sıkıntılara sabır ve tahammül etmektir. Bildiğiniz gibi, bu mevsimde hâlsiz oluyorum. Bunun için kısa yazdım. Selâm ederim." (Üçüncü cild, 7'nci mektup)

Hindistan'ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sabırlı olup, sevdiklerine sabırlı olmayı tavsiye ederdi: "Sabır, şikâyet etmeksizin üzüntüye katlanmak ve sıkıntılara göğüs germektir." buyururdu.

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) son derece sabırlı ve tevekkül sahibi olup, kadere râzı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü. Zâhirde hiç üzüntülü hâli görünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi. Bâzıları buna hayret ettiler. Bu hareketlerinin sebebini sordular. Cevâbında; “Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyorsunuz? Rabbime yemin olsun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yudum suyu (Kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç düşünmeden hemen verirdim. O bir yudum suyu, bu dünyâ ve içindekilerin hepsine tercih ederdim.” buyurdular.

Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sabrı ve affetmesi çoktu. Bir gün dergâhına bir fakir geldi. Hiçbir sebep yok iken, küstahca onu kötülemeye başladı. O büyük velî, bütün bu saçma sözleri sadece sabırla dinledi. Ayrıca, o fakir ne istiyorsa, hepsini verdi. Fakir dergâhtan ayrıldıktan sonra, Nizâmeddîn Evliyâ orada bulunanlara; "Bizi sevenlerin çoğu, hediye ile geliyor. Bizi kötülemek üzere gelecek olan birkaç kişi de bulunmalı. Birisi gelip bizi kötülerse, biz ona, dünyâda olduğumuz sürece yanlış işler yapabileceğimizi ve kötülemeye mârûz kalabileceğimizi söyleriz" buyurdular.

Bir gün meclisine gelenlerden bâzıları Nizâmeddîn Evliyâ'ya; "Halktan bâzı kimseler, sizin hakkınızda o kadar kötü konuşuyorlar ki, bunları dinlemeye tahammül edemiyoruz." dediler. Nizâmeddîn Evliyâ onlara; "Bizim hakkımızda konuşanları affediyoruz. Sizin onlarla münâkaşa etmenize gerek yok." dedi.

Nizâmeddîn Evliyâ, kendisine düşmanlık besleyenlere karşı da çok sabırlıydı. İnsanlara, düşmanlarına karşı sevgi ve sabırla muâmele etmeyi öğretiyordu. Kıyaspur'da yaşıyan ve sebepsiz yere Nizâmeddîn Evliyâ'ya karşı kin besleyen ve dâimâ ona bir zarar vermeye çalışan, Şaşu isminde birisi vardı. Nizâmeddîn Evliyâ, Şaşu'nun ölümünü işitince, defninden sonra bir kenarda iki rekat namaz kıldı ve onun eski hâlini affederek, kurtuluşu için duâ etti.

Sultân Celâleddîn, Nizâmeddîn Evliyâ'nın Dehli'deki ilk zamanlarında, aşırı derecede fakru zarûret içinde olduğunu öğrenince, ona bâzı hediyeler gönderdi ve bir köyün gelirinin ona bağışlanmasına izin verip vermeyeceğini araştırdı. Fakat o, sultânın teklifini kabûl etmeyerek; "Benim köye ihtiyâcım yok. Ben ve benimle olanlar, Allahü teâlâya güveniriz. O, bizim ihtiyâçlarımızı gözetir." buyurdu. Talebelerinden bâzıları bunu işitince; "Efendim! Siz günlerce açlığa ve susuzluğa katlanabilirsiniz. Fakat, yiyeceksiz bizim hâlimiz korkunçtur. Eğer sultânın teklifi kabûl edilseydi, vücut ve rûhumuzu birlikte muhâfaza etmemize faydası olacaktı." dediler. Fakat o, talebelerinin sözlerini dikkate almadı ve hepsi onu terketseler bile, kendisi yalnız olarak bu yola devâm etmeğe karar verdi. Sultânın bu teklifi hakkında diğer sûfîler ile istişâre ettiği zaman, onlar hep bir ağızdan; "Eğer sultânın teklifini kabûl etseydin, senin dergâhında su bile içmezdik." dediler. Nizâmeddîn Evliyâ, onların bu konudaki hassâsiyetlerini tebrik ederek; "Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun. Sizin gibi, prensiplerimize bağlılıkta bana yardımcı olan arkadaşların olduğunu görmek, beni mesûd ediyor." dedi.

Bağdât velîlerinden Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sabır; şikâyeti terk etmek, belâlara zevk alarak rızâ göstermektir."

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak şöyle anlatılır: Bir gün Sırrî-yi Sekatî'ye, sabrın ne olduğu soruldu. O da sabır konusunu anlatmaya başladı. Bu esnâda bir akrep dolaşmaya başladı. İğnesini defalarca kendisine soktuğu hâlde, Sırrî-yi Sekatî hiçbir şey yokmuş gibi, sâkin sâkin konuşmasına devâm etti. Neden akrebi fırlatıp atmıyorsunuz? diye soranlara, Sırrî-yi Sekatî şöyle cevap verdi: "Sabır konusunda konuşurken, sabretmemek husûsunda Hak teâlâdan hayâ ederim."

Büyük velîlerden  Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)  buyurdular ki: “Sabrın alâmeti üçtür: Samîmî bir rızâ, şikâyeti terk, kaderin tecellîsini gönül hoşluğuyla kabûllenme.”

Büyük velîlerden Şeyh İsmâil Enarânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin iki çocuğu vardı. Kendisi Süleymâniye'de bulunduğu bir sırada eski Bağdât vâlisi Muhammed Necib Paşa, bir gece hükûmet konağında büyük bir toplantı tertib etti. Kapıcıların kapıyı kapattığı sırada bir izdiham meydana geldi. İsmâil Enarânî'nin iki çocuğu ayaklar altında kalarak öldü. Bu elîm vakayı duyan vâli kapıcıları hapsettirdi. On gün sonra İsmâil Enarânî Bağdât'a döndü. Bütün talebeleri ve sevenleri onları ziyârete gitti. Hüzün ve keder sebebiyle kimse konuşmuyordu. İsmâil Enarânî onlara; "Niçin konuşmuyorsunuz? Yanınızda bir olay mı meydana geldi? Biliyorum ki, benim iki evlâdım birden vefât eyledi. Ama onlar bana hocam Mevlânâ Hâlid'den daha kıymetli değildiler. Ben, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini kaybettim. Onun dışındakilerin kaybı beni onunkinden daha fazla üzmez." buyurdu. Oradakiler ağlamaya başladı. İsmâil Enarânî onlara sabretmelerini işâret etti.

İsmâil Enarânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin vefâtından kısa zaman sonra tâûn hastalığına yakalandı ve vefât etti. Hasta yatağında yerine Abdullah Hirevî'yi halîfe bıraktı. Malının dörtte birinin fakirlere dağıtılmasını vefâtından önce vasiyet etti.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi teâlâ aleyh)  buyurdular ki: “Sabırlı olmak isteyen kimse; öfkesini yenmeli, kalbinde Allahü teâlâdan başka bir şeye yakınlığın olmaması için çalışmalı. Bir musîbet veya sıkıntı geldiği zaman, inleyip sızlamamalı. İbâdetleri “Güzel yapabiliyorum” düşüncesinden uzak olup, amellerini kusurlu bilmeye devâm etmeli, farzları ve vâcibleri yapmakta tembellik yapmayıp, en güzel şekilde yapmaya çalışmalı, yapılan bütün işlerin dîne uygun olmasına gayret etmeli ve önceden yapılan hatâ ve zararları telâfi etmek için uğraşmalıdır.”

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin buyurduğunu, Sâbit bin Ebî Hamza es-Simâlî şöyle nakletmiştir: “Kıyâmet günü, sabır ehli kalksın diye nidâ olunur. Bir grup insan kalkar. Onlara da, hadi Cennet’e giriniz, denilir. Onlar da meleklerle karşılaşırlar. Melekler onlara da aynı şeyi sorarlar. Biz sabır ehliyiz dediklerinde, sizin sabrınız ne idi? derler. Biz Allahü teâlâya ibâdet etme hususunda zorluklara katlandık. Nefsimize uymayıp, günâhlardan sakındık ve bu hususlarda sabrettik, derler. Melekler onlara da, hadi Cennet’e girin, sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine buyurdular ki: “Sabır, Allahü teâlânın emirlerine muhâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dayısına talebe olduktan bir süre sonra onunla berâber hacca gitti. Mescid-i Harâmda dört yüz kadar büyük zât, şükür hakkında konuşuyorlardı. Her zât şükrü târif ve îzâh ettiler. Netîcede dört yüz ayrı îzâh meydana geldi ise de, hepsi de bu târif ve îzâhları yetersiz buldu. Hazret-i Sırrî-yi Sekatî, orada bulunan Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Mâdem ki buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O'na isyân etmemek, O'na isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak kullanmamaktır." buyurdular. Orada bulunanların hepsi bu cevâba çok sevinip; "Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin. Bu, ancak bu şekilde târif edilebilirdi." dediler. Sırrî-yi Sekatî; "Yavrum, öyle anlıyorum ki senin lisanın doğru ve kuvvetli olacak. Böyle güzel söyleyebilmek hâli sana nereden geliyor?" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Sizin sohbetlerinizde bulunmakla efendim." dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "Şükretmek, kendini bu nîmete ehil ve lâyık görmemektir." Buyurdular.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şükürle ilgili olarak buyurdular ki: "Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, eğer şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur."

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o kimseye; "Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?" diye sordu. O da; "Hayır, râzı olmam." diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâsından Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) yani "Ebû Hâzım hazretlerine birisi gözlerin şükrü nedir?" diye sordu. Şöyle cevap verdiler: "Onlarla hayır (iyilik) gördüğün zaman bakar, şerri (kötülük) gördüğün zaman, bakmazsın. "İki kulağın şükrü nedir?" diye sordu. Cevâbında; "İyilik işitirsen dinlersin, kötülük duyduğun zaman dinlemezsin "İki elin şükrü nedir?" diye sorunca; "Onunla senin olmayan şeyi alma. Haram işleme" buyurdular. "Karnın şükrü nedir?" diye sorunca; "Altı yemek, üstü ilim olsun", "Ayakların şükrü nedir" diye sorunca, "İyi kimseyi görünce ayaklarını, onun yaptığı işlerde kullanırsın. Beğenmediğin birisini görünce, ayaklarını onun yaptığı kötü işlerde, kullanmaz ve onun gittiği kötü yerlere ayaklarınla gitmezsin. Diliyle şükredip, diğer âzâlarıyla (vücûdunun diğer kısımlarıyla) şükr vazifesini yapmıyana gelince: Onun durumu, elbisesi olup, onu giymeyen, sâdece eliyle bir kenarına dokunan kimse gibidir. Elbette, o elbise o kimseyi sıcaktan ve soğuktan korumayacaktır." buyurdular.