|
SABIR –
ŞÜKÜR - 2
Büyük velîlerden Seyyid Mîr
Muhibbullah-ı Mankpûrî hazretleri, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
tarafından vazifelendirilerek Mankpûr'a gidince, orada bâzı kimselerin eziyet ve
sıkıntı vermelerinden iyice rahatsız olup, hazret-i İmâm'a mektup yazarak durumu
arzetti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şöyle bir mektup yazdılar:
"Allahü teâlâya hamd olsun
ve O'nun sevgili Peygamberine salât olsun. Size ve bütün müslümanlara duâ
ederim. Kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah'ın şerefli mektubu geldi. Bizi çok
sevindirdi. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabânın incitmelerine
sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine,
aleyhisselâm emrederek, Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki:
"Peygamberlerden Ülül'azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara
azab vermesi için duâ etmekte acele eyleme!" orada bulunanlara en faydalı şey;
yanlarında bulunanların eziyet etmeleri, sıkıntı vermeleridir. Siz bu nîmeti
istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yemeğe alışmış olan, şifâ verici
acı ilâcdan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum. Fârisî beyt tercümesi:
Nazlı olsa da, aşka
yakalanan kimse,
Naz çekmeğe alışması lâzım
elbette!
İlâh-âbâd denilen yere göç
etmek için izin istiyorsunuz. Yâhut bir yer gösteriniz de, oraya gidip, halkın
ifrât derecesindeki cefâsından kurtulayım diyorsunuz. Buna ruhsat, izin
verilebilir. Fakat, azîmet daha iyi yol, orada kalıp, sıkıntılara sabır ve
tahammül etmektir. Bildiğiniz gibi, bu mevsimde hâlsiz oluyorum. Bunun için kısa
yazdım. Selâm ederim." (Üçüncü cild, 7'nci mektup)
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sabırlı
olup, sevdiklerine sabırlı olmayı tavsiye ederdi: "Sabır, şikâyet etmeksizin
üzüntüye katlanmak ve sıkıntılara göğüs germektir." buyururdu.
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) son derece
sabırlı ve tevekkül sahibi olup, kadere râzı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü.
Zâhirde hiç üzüntülü hâli görünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi.
Bâzıları buna hayret ettiler. Bu hareketlerinin sebebini sordular. Cevâbında;
“Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyorsunuz? Rabbime yemin
olsun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yudum
suyu (Kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç düşünmeden hemen
verirdim. O bir yudum suyu, bu dünyâ ve içindekilerin hepsine tercih ederdim.”
buyurdular.
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin sabrı ve affetmesi çoktu. Bir gün dergâhına bir fakir
geldi. Hiçbir sebep yok iken, küstahca onu kötülemeye başladı. O büyük velî,
bütün bu saçma sözleri sadece sabırla dinledi. Ayrıca, o fakir ne istiyorsa,
hepsini verdi. Fakir dergâhtan ayrıldıktan sonra, Nizâmeddîn Evliyâ orada
bulunanlara; "Bizi sevenlerin çoğu, hediye ile geliyor. Bizi kötülemek üzere
gelecek olan birkaç kişi de bulunmalı. Birisi gelip bizi kötülerse, biz ona,
dünyâda olduğumuz sürece yanlış işler yapabileceğimizi ve kötülemeye mârûz
kalabileceğimizi söyleriz" buyurdular.
Bir gün meclisine
gelenlerden bâzıları Nizâmeddîn Evliyâ'ya; "Halktan bâzı kimseler, sizin
hakkınızda o kadar kötü konuşuyorlar ki, bunları dinlemeye tahammül edemiyoruz."
dediler. Nizâmeddîn Evliyâ onlara; "Bizim hakkımızda konuşanları affediyoruz.
Sizin onlarla münâkaşa etmenize gerek yok." dedi.
Nizâmeddîn Evliyâ, kendisine
düşmanlık besleyenlere karşı da çok sabırlıydı. İnsanlara, düşmanlarına karşı
sevgi ve sabırla muâmele etmeyi öğretiyordu. Kıyaspur'da yaşıyan ve sebepsiz
yere Nizâmeddîn Evliyâ'ya karşı kin besleyen ve dâimâ ona bir zarar vermeye
çalışan, Şaşu isminde birisi vardı. Nizâmeddîn Evliyâ, Şaşu'nun ölümünü
işitince, defninden sonra bir kenarda iki rekat namaz kıldı ve onun eski hâlini
affederek, kurtuluşu için duâ etti.
Sultân Celâleddîn,
Nizâmeddîn Evliyâ'nın Dehli'deki ilk zamanlarında, aşırı derecede fakru zarûret
içinde olduğunu öğrenince, ona bâzı hediyeler gönderdi ve bir köyün gelirinin
ona bağışlanmasına izin verip vermeyeceğini araştırdı. Fakat o, sultânın
teklifini kabûl etmeyerek; "Benim köye ihtiyâcım yok. Ben ve benimle olanlar,
Allahü teâlâya güveniriz. O, bizim ihtiyâçlarımızı gözetir." buyurdu.
Talebelerinden bâzıları bunu işitince; "Efendim! Siz günlerce açlığa ve
susuzluğa katlanabilirsiniz. Fakat, yiyeceksiz bizim hâlimiz korkunçtur. Eğer
sultânın teklifi kabûl edilseydi, vücut ve rûhumuzu birlikte muhâfaza etmemize
faydası olacaktı." dediler. Fakat o, talebelerinin sözlerini dikkate almadı ve
hepsi onu terketseler bile, kendisi yalnız olarak bu yola devâm etmeğe karar
verdi. Sultânın bu teklifi hakkında diğer sûfîler ile istişâre ettiği zaman,
onlar hep bir ağızdan; "Eğer sultânın teklifini kabûl etseydin, senin dergâhında
su bile içmezdik." dediler. Nizâmeddîn Evliyâ, onların bu konudaki
hassâsiyetlerini tebrik ederek; "Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun. Sizin gibi,
prensiplerimize bağlılıkta bana yardımcı olan arkadaşların olduğunu görmek, beni
mesûd ediyor." dedi.
Bağdât velîlerinden
Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sabır; şikâyeti
terk etmek, belâlara zevk alarak rızâ göstermektir."
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak şöyle anlatılır: Bir gün Sırrî-yi Sekatî'ye, sabrın ne olduğu soruldu. O
da sabır konusunu anlatmaya başladı. Bu esnâda bir akrep dolaşmaya başladı.
İğnesini defalarca kendisine soktuğu hâlde, Sırrî-yi Sekatî hiçbir şey yokmuş
gibi, sâkin sâkin konuşmasına devâm etti. Neden akrebi fırlatıp atmıyorsunuz?
diye soranlara, Sırrî-yi Sekatî şöyle cevap verdi: "Sabır konusunda konuşurken,
sabretmemek husûsunda Hak teâlâdan hayâ ederim."
Büyük velîlerden Şâh
Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sabrın
alâmeti üçtür: Samîmî bir rızâ, şikâyeti terk, kaderin tecellîsini gönül
hoşluğuyla kabûllenme.”
Büyük velîlerden Şeyh
İsmâil Enarânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin iki çocuğu
vardı. Kendisi Süleymâniye'de bulunduğu bir sırada eski Bağdât vâlisi Muhammed
Necib Paşa, bir gece hükûmet konağında büyük bir toplantı tertib etti.
Kapıcıların kapıyı kapattığı sırada bir izdiham meydana geldi. İsmâil
Enarânî'nin iki çocuğu ayaklar altında kalarak öldü. Bu elîm vakayı duyan vâli
kapıcıları hapsettirdi. On gün sonra İsmâil Enarânî Bağdât'a döndü. Bütün
talebeleri ve sevenleri onları ziyârete gitti. Hüzün ve keder sebebiyle kimse
konuşmuyordu. İsmâil Enarânî onlara; "Niçin konuşmuyorsunuz? Yanınızda bir olay
mı meydana geldi? Biliyorum ki, benim iki evlâdım birden vefât eyledi. Ama onlar
bana hocam Mevlânâ Hâlid'den daha kıymetli değildiler. Ben, Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerini kaybettim. Onun dışındakilerin kaybı beni onunkinden daha
fazla üzmez." buyurdu. Oradakiler ağlamaya başladı. İsmâil Enarânî onlara
sabretmelerini işâret etti.
İsmâil Enarânî, Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî'nin vefâtından kısa zaman sonra tâûn hastalığına yakalandı ve
vefât etti. Hasta yatağında yerine Abdullah Hirevî'yi halîfe bıraktı. Malının
dörtte birinin fakirlere dağıtılmasını vefâtından önce vasiyet etti.
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sabırlı olmak isteyen kimse; öfkesini
yenmeli, kalbinde Allahü teâlâdan başka bir şeye yakınlığın olmaması için
çalışmalı. Bir musîbet veya sıkıntı geldiği zaman, inleyip sızlamamalı.
İbâdetleri “Güzel yapabiliyorum” düşüncesinden uzak olup, amellerini kusurlu
bilmeye devâm etmeli, farzları ve vâcibleri yapmakta tembellik yapmayıp, en
güzel şekilde yapmaya çalışmalı, yapılan bütün işlerin dîne uygun olmasına
gayret etmeli ve önceden yapılan hatâ ve zararları telâfi etmek için
uğraşmalıdır.”
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin buyurduğunu, Sâbit bin Ebî Hamza es-Simâlî
şöyle nakletmiştir: “Kıyâmet günü, sabır ehli kalksın diye nidâ olunur. Bir grup
insan kalkar. Onlara da, hadi Cennet’e giriniz, denilir. Onlar da meleklerle
karşılaşırlar. Melekler onlara da aynı şeyi sorarlar. Biz sabır ehliyiz
dediklerinde, sizin sabrınız ne idi? derler. Biz Allahü teâlâya ibâdet etme
hususunda zorluklara katlandık. Nefsimize uymayıp, günâhlardan sakındık ve bu
hususlarda sabrettik, derler. Melekler onlara da, hadi Cennet’e girin, sâlih
amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler.
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
buyurdular ki: “Sabır, Allahü teâlânın emirlerine muhâlif olan davranışlardan
uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân
ettiği zaman, zengin görünmektir.”
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dayısına talebe olduktan bir
süre sonra onunla berâber hacca gitti. Mescid-i Harâmda dört yüz kadar büyük
zât, şükür hakkında konuşuyorlardı. Her zât şükrü târif ve îzâh ettiler.
Netîcede dört yüz ayrı îzâh meydana geldi ise de, hepsi de bu târif ve îzâhları
yetersiz buldu. Hazret-i Sırrî-yi Sekatî, orada bulunan Cüneyd-i Bağdâdî'ye;
"Mâdem ki buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle." dedi. Cüneyd-i
Bağdâdî; "Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O'na isyân etmemek, O'na
isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak kullanmamaktır." buyurdular.
Orada bulunanların hepsi bu cevâba çok sevinip; "Seni tebrik ederiz. Maksadı en
güzel şekilde ifâde ettin. Bu, ancak bu şekilde târif edilebilirdi." dediler.
Sırrî-yi Sekatî; "Yavrum, öyle anlıyorum ki senin lisanın doğru ve kuvvetli
olacak. Böyle güzel söyleyebilmek hâli sana nereden geliyor?" deyince, Cüneyd-i
Bağdâdî; "Sizin sohbetlerinizde bulunmakla efendim." dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri;
"Şükretmek, kendini bu nîmete ehil ve lâyık görmemektir." Buyurdular.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şükürle ilgili olarak
buyurdular ki: "Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur.
Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, eğer şer görürse onu
örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse
onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır.
Mîdenin şükrü, ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten
başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur."
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir
kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o
kimseye; "Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler
râzı olur musun?" diye sordu. O da; "Hayır, râzı olmam." diye cevap verdi. Bunun
üzerine Mevlânâ hazretleri; "Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın, niçin geçim
sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha
kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları
sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen
"Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım."
(İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.
Tâbiînin büyük âlim ve
evliyâsından Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) yani "Ebû Hâzım
hazretlerine birisi gözlerin şükrü nedir?" diye sordu. Şöyle cevap verdiler:
"Onlarla hayır (iyilik) gördüğün zaman bakar, şerri (kötülük) gördüğün zaman,
bakmazsın. "İki kulağın şükrü nedir?" diye sordu. Cevâbında; "İyilik işitirsen
dinlersin, kötülük duyduğun zaman dinlemezsin "İki elin şükrü nedir?" diye
sorunca; "Onunla senin olmayan şeyi alma. Haram işleme" buyurdular. "Karnın
şükrü nedir?" diye sorunca; "Altı yemek, üstü ilim olsun", "Ayakların şükrü
nedir" diye sorunca, "İyi kimseyi görünce ayaklarını, onun yaptığı işlerde
kullanırsın. Beğenmediğin birisini görünce, ayaklarını onun yaptığı kötü
işlerde, kullanmaz ve onun gittiği kötü yerlere ayaklarınla gitmezsin. Diliyle
şükredip, diğer âzâlarıyla (vücûdunun diğer kısımlarıyla) şükr vazifesini
yapmıyana gelince: Onun durumu, elbisesi olup, onu giymeyen, sâdece eliyle bir
kenarına dokunan kimse gibidir. Elbette, o elbise o kimseyi sıcaktan ve soğuktan
korumayacaktır." buyurdular. |
|