SABIR –
ŞÜKÜR - 3
Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs
âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ
aleyh) haretlerine talebelerinden biri, "Şükredici ve sabredici kimlerdir?" diye
sorduğunda, Enes bin Mâlik'den rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu.
Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Dünyâ husûsunda, kendisinden yukarı
olanlara, din husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahü teâlâ
şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıda
olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahü
teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sabır husûsunda buyurdular ki:
"Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede
kemâl yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler, Allahü teâlâya muhabbet,
O'nun takdirine rızâ ve O'nun nîmetlerine şükür ederek vâsıl olmuşlardır."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr bin Sa'dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hâlinde şükreder, Allahü
teâlâdan gelen derd ve belâlar da, nîmetleri gibi tatlı gelirdi. O bu hâliyle de
Resûlullah efendimize tâbi olur, herkese bunu tavsiye ederdi. Buyurdu ki:
"Şükür; Allahü teâlâdan nîmetler ve ihsânlar geldiği zaman şükrettiğin gibi,
dert ve belâ hâlinde de öylece şükretmektir."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İyiliği görüp,
kıymetini takdir ederek ona karşı saygılı olmak, nîmetin şükrüdür."
Kûfe ve Şam taraflarında
yaşamış olan İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdan Ebû İshâk el-Fezârî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Allahü teâlânın kullarının
kendilerine verilen nîmetlere şükretmesi gerektiğini söyler ve buyururdu ki:
"Bir nîmete kavuşan kimse Elhamdülillahi alâ küllî hâl duâsını okursa, o nîmete
şükretmiş olur. Bir musîbetle karşılaşınca bu duâyı okursa, o musîbete sabretmiş
olur."
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti
vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur'ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna şükür
ismi verilmiştir."
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Şükrün esası, nîmetin sâhibini bilmek, bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille
söylemektir."
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisinden nasihat
isteyenlere buyurdular ki: En faydalı şükür, yapılan günahları Allahü teâlânın
setredip (gizleyip) hiçbir kuluna bildirmediğini, bilmektir.
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şükür edenlerin
hâli sorulduğunda; rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle cevap verdi: "Her
hâllerinde Allahü teâlâya şükredenler ilk önce Cennet'e girecek ve en evvel haşr
olacak kâfiledirler."
Horasan'da yetişen velîlerin
meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan
Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükür, Allahü
teâlânın lütuf ve ihsânını, rahmetini görmektir. Bütün nîmetlerin, O'ndan
geldiğini anlamaktır."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyuruyor ki: "Allahü teâlânın
nîmetleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O'na şükretmek
lâzımdır."
NİÇİN HAMDETMİYEYİM?
Behâeddîn Zekeriyyâ
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Kerâmetler sâhibi, bir
velîsidir Hakkın,
Kulların hizmetine,
çalışmıştır bihakkın.
Dîne hizmet aşkıyle, kalbi
hep çarpıyordu,
Bir şeyler yapmak için,
fırsatlar arıyordu.
Zengin idi, malını, verdi
İslâm yolunda,
Çünkü mal ve paranın,
sevgisi yoktu onda.
Ne kadar çok idiyse, onun
malı, serveti,
Çok idi o kadar da, o
mallara nefreti.
Bir gün bir talebeye,
buyurdu: "Odaya gir,
Beş bin dînar olacak, onları
bana getir."
Talebe o odaya, girdi ve
döndü geri,
Dedi ki: "Göremedim, içerde
akçeleri."
"Elhamdülillah" deyip,
dersine etti devam,
Olmadı bu hususta, onda hiç
üzüntü gam.
Az sonra o talebe, içeri
girdi yine,
Onları bulduğunu, arz etti
kendisine.
Hazret-i Behâeddîn, aldı
"Peki" diyerek,
Devâm etti dersine, bir daha
hamd ederek.
Merak etti talebe, dedi ki:
"Efendim siz,
Her iki halde dahi, yine
hamd eylediniz."
Buyurdu ki: "Evlâdım, niçin
hamd etmiyeyim?
Rabbimiz imân vermiş,
dünyâlığı nideyim?
Paranın varlığıyla, yokluğu
bu dünyâda,
Müsâvîdir, değişmez,
dervişlerin yanında.
Dünyâ elden çıkınca, üzüntü
duymazlar hiç,
Ele geçirince de, bulmazlar
aslâ sevinç.
Ben dahi birincide, nazar
ettim kalbime,
Gördüm ki üzüntü yok, hamd
eyledim Rabbime,
İkinci seferde de, kalbime
ettim nazar,
Gördüm ki bir sevinç yok,
şükr eyledim, o kadar.
Bir kul ki Allah'ını,
seviyorsa eğer çok,
Fark etmez ona göre,
dünyâlık var veyâ yok."
Bu cevap, talebenin, sürûr
verdi gönlüne,
Daha arttı yakîni, onun
büyüklüğüne.
Hazret-i Behâeddîn, tevâzu
sâhibiydi,
Kendini üzenlere, sabır küpü
gibiydi.
Hattâ o, kendisine, kötülük
edenlere,
İhsân ve ikrâmlarda,
bulunurdu çok kere.
Derdi ki: "Hak yolunda,
yürüyen kimseleri,
Rabbimiz imtihana, tâbi
tutar ekseri.
Kulların cefâsından, olunca
mutazarrır,
Hiç karşılık vermeyip,
göstermeli hep sabır.
Sırf sabır kâfi değil, hattâ
o insanlara,
Ayrıca gül demeti,
sunmalıdır onlara."
Bu Allah adamı da, zengindi,
malı çoktu,
Bu yüzden bâzıları, yapardı
dedi-kodu.
Meselâ derlerdi ki; "Bu
nasıl evliyâdır?
Hepimizden daha çok, malı ve
mülkü vardır."
O, bunları duyunca, buyurdu:
"Ey insanlar,
Hak teâlâ dünyâyı, sevmiyor
zerre kadar.
Dünyânın tamâmının,
olmayınca kıymeti,
Olur mu bir kısmının, hiç
bir ehemmiyeti?
Evet, o dünyâlıktan, çok var
ise de bizde,
Lâkin muhabbetleri, hiç
yoktur kalbimizde."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Mihnete şükretmeyen, nîmete şükretmez."
Büyük velîlerden Ebû
Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse; "Efendim
dilimle Allahü teâlâyı zikrediyorum ve kalbimle yapamıyorum. Ne yapayım!?" diye
sorunca; "Şükret, hiç olmazsa bir organın, dilin itâatkâr oluyor. Senden bir
uzva bu iş için yol açılmış inşâallah bir gün kalp de ona uyar." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû
Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükür, nîmete
hakkıyla şükretmekten âciz olduğunu bilmektir."
Yine buyurdular ki: "Avam,
yiyecek ve giyecek şeyler nevinden nîmetlere şükreder. Havâs, seçilmişler ise,
kalplerine gelen feyze şükrederler."
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
"Şükür nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Şükür; gönlünün, nimet veren Allahü
teâlâya tam bağlı olmasıdır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Nîmetlere şükretmeyen, elden çıkmalarına çalışmış olur. Nîmetlere şükreden,
onları en kuvvetli bağlarla bağlamış olur."
Büyük velîlerden Muhammed
bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükrün neticesi;
Allahü teâlâyı sevmek ve O'ndan korkmaktır."
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyudular
ki: ”Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim.”
Tâbiîn devrinde Kûfe’de
yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ
aleyh) Allahü teâlânın verdiği nîmetlerin şükrünü îfâ edebilmek ve ömür
sermâyesini kullanarak âhiret için dünyâdan azık toplamak lâzım olduğunu bilir
ve bu yollardan, Rabbini tanıyıp ona kavuşmaya çalışırdı. Hatta evinde bir mezar
kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü’minûn sûresinin “Ey Rabbim! Beni dünyâya
gönder de, iyi amelde bulunayım” meâlindeki 99. âyetini okur, sonra kalkar ve
kendi kendine; “Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemeyeceğin gün gelmeden,
fırsatı ganîmet bilerek Rabbine ibâdet eyle” derdi.
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kulun Allahü
teâlâya şükretmesi, O'nun kuluna verdiği nîmetlerle, O'na isyân etmemesidir.
Çünkü kulun bütün uzuvları, Allahü teâlânın kuluna olan lütuf ve nîmetleridir."
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse bir
nîmete kavuşur da bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de, o kimsenin
haberi bile olmaz."
Evliyânın büyüklerinden
Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke’ye gitti. Orada pekçok kimse
etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve nasîhatlerinden istifâde ederlerdi.
Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl temin ediyorsun. Bir şey bulamazsan ne
yapıyorsun?” O kimse dedi ki: “Bir şey bulursam şükrediyorum, bulamazsam
sabrediyorum.” Şakîk-i Belhî; “Belh şehrinin köpekleri de böyledir. Buldukları
zaman, sevinirler. Bulamazlarsa bekleyip sabrederler.” buyurdu. O kimse dedi ki:
“Peki bu hususta sizin yaptığınız nedir." Cevâbında; “Elimize bir şey geçerse,
başkalarını kendimize tercih eder, başkalarına veririz. Geçmezse şükrederiz.”
Bunun üzerine o kimse Şakîk-i Belhî’ye sarıldı ve; “Vallahi sen büyük bir
zâtsın.” dedi. |