CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

SABIR – ŞÜKÜR - 3

Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretlerine talebelerinden biri, "Şükredici ve sabredici kimlerdir?" diye sorduğunda, Enes bin Mâlik'den rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu. Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Dünyâ husûsunda, kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahü teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sabır husûsunda buyurdular ki: "Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede kemâl yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler, Allahü teâlâya muhabbet, O'nun takdirine rızâ ve O'nun nîmetlerine şükür ederek vâsıl olmuşlardır."

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr bin Sa'dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hâlinde şükreder, Allahü teâlâdan gelen derd ve belâlar da, nîmetleri gibi tatlı gelirdi. O bu hâliyle de Resûlullah efendimize tâbi olur, herkese bunu tavsiye ederdi. Buyurdu ki: "Şükür; Allahü teâlâdan nîmetler ve ihsânlar geldiği zaman şükrettiğin gibi, dert ve belâ hâlinde de öylece şükretmektir."

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İyiliği görüp, kıymetini takdir ederek ona karşı saygılı olmak, nîmetin şükrüdür."

Kûfe ve Şam taraflarında yaşamış olan İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdan Ebû İshâk el-Fezârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Allahü teâlânın kullarının kendilerine verilen nîmetlere şükretmesi gerektiğini söyler ve buyururdu ki: "Bir nîmete kavuşan kimse Elhamdülillahi alâ küllî hâl duâsını okursa, o nîmete şükretmiş olur. Bir musîbetle karşılaşınca bu duâyı okursa, o musîbete sabretmiş olur."

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur'ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna şükür ismi verilmiştir."

Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükrün esası, nîmetin sâhibini bilmek, bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille söylemektir."

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisinden nasihat isteyenlere buyurdular ki: En faydalı şükür, yapılan günahları Allahü teâlânın setredip (gizleyip) hiçbir kuluna bildirmediğini, bilmektir.

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şükür edenlerin hâli sorulduğunda; rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle cevap verdi: "Her hâllerinde Allahü teâlâya şükredenler ilk önce Cennet'e girecek ve en evvel haşr olacak kâfiledirler."

Horasan'da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükür, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını, rahmetini görmektir. Bütün nîmetlerin, O'ndan geldiğini anlamaktır."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyuruyor ki: "Allahü teâlânın nîmetleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O'na şükretmek lâzımdır."

 

NİÇİN  HAMDETMİYEYİM?

 

Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

Kerâmetler sâhibi, bir velîsidir Hakkın,

Kulların hizmetine, çalışmıştır bihakkın.

 

Dîne hizmet aşkıyle, kalbi hep çarpıyordu,

Bir şeyler yapmak için, fırsatlar arıyordu.

 

Zengin idi, malını, verdi İslâm yolunda,

Çünkü mal ve paranın, sevgisi yoktu onda.

 

Ne kadar çok idiyse, onun malı, serveti,

Çok idi o kadar da, o mallara nefreti.

 

Bir gün bir talebeye, buyurdu: "Odaya gir,

Beş bin dînar olacak, onları bana getir."

 

Talebe o odaya, girdi ve döndü geri,

Dedi ki: "Göremedim, içerde akçeleri."

 

"Elhamdülillah" deyip, dersine etti devam,

Olmadı bu hususta, onda hiç üzüntü gam.

 

Az sonra o talebe, içeri girdi yine,

Onları bulduğunu, arz etti kendisine.

 

Hazret-i Behâeddîn, aldı "Peki" diyerek,

Devâm etti dersine, bir daha hamd ederek.

 

Merak etti talebe, dedi ki: "Efendim siz,

Her iki halde dahi, yine hamd eylediniz."

 

Buyurdu ki: "Evlâdım, niçin hamd etmiyeyim?

Rabbimiz imân vermiş, dünyâlığı nideyim?

 

Paranın varlığıyla, yokluğu bu dünyâda,

Müsâvîdir, değişmez, dervişlerin yanında.

 

Dünyâ elden çıkınca, üzüntü duymazlar hiç,

Ele geçirince de, bulmazlar aslâ sevinç.

 

Ben dahi birincide, nazar ettim kalbime,

Gördüm ki üzüntü yok, hamd eyledim Rabbime,

 

İkinci seferde de, kalbime ettim nazar,

Gördüm ki bir sevinç yok, şükr eyledim, o kadar.

 

Bir kul ki Allah'ını, seviyorsa eğer çok,

Fark etmez ona göre, dünyâlık var veyâ yok."

 

Bu cevap, talebenin, sürûr verdi gönlüne,

Daha arttı yakîni, onun büyüklüğüne.

 

Hazret-i Behâeddîn, tevâzu sâhibiydi,

Kendini üzenlere, sabır küpü gibiydi.

 

Hattâ o, kendisine, kötülük edenlere,

İhsân ve ikrâmlarda, bulunurdu çok kere.

 

Derdi ki: "Hak yolunda, yürüyen kimseleri,

Rabbimiz imtihana, tâbi tutar ekseri.

 

Kulların cefâsından, olunca mutazarrır,

Hiç karşılık vermeyip, göstermeli hep sabır.

 

Sırf sabır kâfi değil, hattâ o insanlara,

Ayrıca gül demeti, sunmalıdır onlara."

 

Bu Allah adamı da, zengindi, malı çoktu,

Bu yüzden bâzıları, yapardı dedi-kodu.

 

Meselâ derlerdi ki; "Bu nasıl evliyâdır?

Hepimizden daha çok, malı ve mülkü vardır."

 

O, bunları duyunca, buyurdu: "Ey insanlar,

Hak teâlâ dünyâyı, sevmiyor zerre kadar.

 

Dünyânın tamâmının, olmayınca kıymeti,

Olur mu bir kısmının, hiç bir ehemmiyeti?

 

Evet, o dünyâlıktan, çok var ise de bizde,

Lâkin muhabbetleri, hiç yoktur kalbimizde."

 

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mihnete şükretmeyen, nîmete şükretmez."

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse; "Efendim dilimle Allahü teâlâyı zikrediyorum ve kalbimle yapamıyorum. Ne yapayım!?" diye sorunca; "Şükret, hiç olmazsa bir organın, dilin itâatkâr oluyor. Senden bir uzva bu iş için yol açılmış inşâallah bir gün kalp de ona uyar." buyurdular.

Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükür, nîmete hakkıyla şükretmekten âciz olduğunu bilmektir."

Yine buyurdular ki: "Avam, yiyecek ve giyecek şeyler nevinden nîmetlere şükreder. Havâs, seçilmişler ise, kalplerine gelen feyze şükrederler."

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Şükür nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Şükür; gönlünün, nimet veren Allahü teâlâya tam bağlı olmasıdır." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nîmetlere şükretmeyen, elden çıkmalarına çalışmış olur. Nîmetlere şükreden, onları en kuvvetli bağlarla bağlamış olur."

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şükrün neticesi; Allahü teâlâyı sevmek ve O'ndan korkmaktır."

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyudular ki: ”Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim.”

Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın verdiği nîmetlerin şükrünü îfâ edebilmek ve ömür sermâyesini kullanarak âhiret için dünyâdan azık toplamak lâzım olduğunu bilir ve bu yollardan, Rabbini tanıyıp ona kavuşmaya çalışırdı. Hatta evinde bir mezar kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü’minûn sûresinin “Ey Rabbim! Beni dünyâya gönder de, iyi amelde bulunayım” meâlindeki 99. âyetini okur, sonra kalkar ve kendi kendine; “Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemeyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganîmet bilerek Rabbine ibâdet eyle” derdi.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kulun Allahü teâlâya şükretmesi, O'nun kuluna verdiği nîmetlerle, O'na isyân etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları, Allahü teâlânın kuluna olan lütuf ve nîmetleridir."

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse bir nîmete kavuşur da bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de, o kimsenin haberi bile olmaz."

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke’ye gitti. Orada pekçok kimse etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve nasîhatlerinden istifâde ederlerdi. Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl temin ediyorsun. Bir şey bulamazsan ne yapıyorsun?” O kimse dedi ki: “Bir şey bulursam şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum.” Şakîk-i Belhî; “Belh şehrinin köpekleri de böyledir. Buldukları zaman, sevinirler. Bulamazlarsa bekleyip sabrederler.” buyurdu. O kimse dedi ki: “Peki bu hususta sizin yaptığınız nedir." Cevâbında; “Elimize bir şey geçerse, başkalarını kendimize tercih eder, başkalarına veririz. Geçmezse şükrederiz.” Bunun üzerine o kimse Şakîk-i Belhî’ye sarıldı ve; “Vallahi sen büyük bir zâtsın.” dedi.