|
RÜYA - 8
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece rüyâsında, dağdan bol bir suyun
aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu
kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun
kaynağında Allah'ın Resûlü var. Ve bütün sahrâyı kol kol dolaşan sular, O'nun
mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan
ve fışkırış noktasından içmek saâdetine erişmek için yaklaştı ve içti.
Hindistan'da yaşayan
evliyânın büyüklerinden Tâhir-i Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk
zamanlar askeriyede çalışıyordu. Askerler kalelerden birini fethetmek için yola
çıktıkları sırada, bir gece rüyâda Peygamber efendimizi gördü. Hazret-i Sıddîk-i
Ekber, diğer halîfeler ve Eshâb-ı kirâm Resûlullah'ın huzûr-ı saâdetlerinde idi.
Peygamber efendimiz kendisine; "Bu seferden döndükten sonra, sen bu askerin
arasından ayrıl! Tasavvuf büyüklerinin sohbetinde bulun." buyurdular. Ebû Bekr-i
Sıddîk, Peygamber efendimizin emri ile kendisine hırka giydirdi. Uykudan
uyanınca, askerliği bırakmaya karar verdi. Bu sefer dönüşünde askerler, çalılar
ve ağaçlar arasından geçerken, kendisi attan indi ve ağaçların arasına girdi.
Emir eri, abdest bozmaya gittiğini zannetti. Bir müddet bekledi. Tanıdıkları ne
kadar aradıysalar, bulamadılar. Tâhir-i Bedahşî, o havâlide bir çiftçiye
rastladı. Kendi elbiselerini ona verip onun elbiselerini giydi ve o memleketteki
dervişlerin sohbetine katıldı. Aradan yıllar geçti. Akrabâları onun hayatta olup
olmadığını bilmiyorlardı. Tâhir-i Bedahşî, eve gelince durumu hanımına anlattı.
Hanımı; "Ben de seninle geleceğim." dedi. Üstüne bir örtü, eline bir âsâ alıp,
kocası ile berâber yola çıktı. O memlekette bulunan, gönül sâhibi bir âlimin
hizmet ve huzûruna kavuştu. Bu zât, kendisine; "Senin nasîbinin Nakşibendî
yolunda olan büyüklerden olacağını anlıyorum." dedi. Delhi ve Lâhor tarafına
gitmesini işâret buyurdu. Bu zamanda o diyarda hazret-i Hâce Muhammed Bâkî
vardı. Cihânı aydınlatan bir güneş gibiydi. Sözlerini duyanlar, o gönüller
sultânı büyük âlimin etrâfından ayrılmıyorlardı. Huzûruna kavuşmadan birkaç gün
önce, Muhammed Bâkî-billah âhirete irtihâl eyledi. Tâhir-i Bedahşî şaşkın bir
hâlde kaldı. Allahü teâlânın ihsânı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gitmeye
karar verdi. Huzûruna gidip talebesi olmak ve hizmette bulunmakla şereflendi. O
yüksek dergâhta canla başla çalıştı. Nasîbi olan her şeye kavuştu. Talebe
arkadaşı Hâşim-i Keşmî şöyle anlattı: "Yalnız ve kalabalıkta iken, Peygamber
efendimizin mübârek sûretini müşâhade ederdi. Saf ve temiz rûhlu idi. Kendi
hâllerini ve keşflerini hazret-i İmâm'a öyle bir edâ ile arzederdi ki, hazret-i
İmâm ister istemez tebessüm ederlerdi. Bâzan hazret-i İmâm'dan yüksek
mârifetleri dinlerken, öyle bir şekilde; "Evet, öyledir." deyip başını sallardı
ki, hazret-i İmâm; "Bu sırlar Mevlânâ Tâhir'e bildirilmiştir, biz ise bunların
tercümânıyız." buyururdu. Tecellîye, yüksek hâllere ve cezbeye kavuştuktan
sonra, hazret-i İmâm kendisine icâzet, diploma verdi ve Canpûr şehrine
gönderdi."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Hâlimin başlangıcında,
rüyâda Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın
eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim
yaklaşmamı işâret edip; "Beni bu dağın başına çıkar!" buyurdular. Ben de
kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. "Ben sende böyle bir
kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu
işi yaptırdım." buyurdular.
Yine ilk zamanlarda, rüyâda
Hâce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime
öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp
yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim.
Geriye dönüp, "Mübârek olsun!" buyurdular."
Bursa'da yaşayan büyük
velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) dergâhta talebelere
ders verdiği zamanlarda, bir gece rüyâsında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi gördü.
Mevlânâ buyurdular ki: "Talebelere bizim Mesnevî'den de okutunuz!" O da;
"Farsçayı bilemiyorum." deyince, Mevlânâ hazretleri; "Sen başla bir kere, Allahü
teâlâ yardım eder." buyurdu. Ertesi sabah, hiç Fârisî bilmediği hâlde, kırk
yıldır Farsça tahsîli görmüş gibi Mesnevî'den vâz ve nasîhat vermeye başladı.
Bursa'da yaşayan büyük
velîlerden Üftâdezâde Kutub İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin vefâtından 50 sene sonra, türbedâr ve câmi imâmı her gece
rüyâlarında, Kutub İbrâhim Efendiyi gördü. İbrâhim Efendi onlara; "Rahatsızım,
göğsüme bir tuğla parçası düştü, lütfen bu tuğlayı alın!" diyordu. Aynı rüyâ
birkaç akşam tekrar edilince, kabri açmaya karar verdiler. Lahid açıldığında,
mezardan mis gibi bir koku yayıldı. Daha kefeninin çürümediği görüldü. Naaşının
göğüs kısmına düşen tuğla parçası alınıp kabir kapatıldı.
Hanefî fıkıh âlimlerinin
büyüklerinden, şânı yüce bir velî olan Yahyâ bin Eksem (rahmetullahi
teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra, kendisini sevenlerden Ebû Abdullah Hüseyin
isminde bir zât rüyâda görüp; “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi?” diye sordu.
Yahyâ cevâbında; “Allahü teâlâ bana; “Yâ Yahyâ! Sen dünyâda, benim için şu, şu
amelleri yapmıştın, değil mi?” buyurdu. Ben de; “Yâ Rabbî! Ben yaptığım amellere
değil, bana rivâyet edilen bir kudsî hadîse îtimâd edip ümitlendim.” dedim.
Allahü teâlâ; “O hadîs-i kudsî nedir?” buyurdu. Ben de; “Bana Mu’ammer, İmâm-ı
Zührî’den, o dahi Urve’den, o dahi hazret-i Âişe-i Sıddîka’dan, o dahi hazret-i
Peygamber efendimizden, o dahi hazret-i Cebrâil’den o dahi Allahü teâlâdan haber
verdiler. Allahü teâlâ; “Ben azîmüşşân, İslâmda ağaran saç ve sakala azâb
etmekten hayâ ederim.” buyurdu dedim.” Allahü teâlâ hazretleri, o zaman; “Sen ve
Mu’ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe ve Muhammed aleyhisselâm ve Cebrâil
sâdıksınız. Ben azîmüşşân dahi seni magfiret ettim.” buyurdu.
Büyük velîlerden Seyyid
Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra sevdikleri onu
rüyâda gördüler ve; “Allahü teâlâ size ne muâmele etti.” diye sordular. O da;
“Allahü teâlâ beni arş-ı âlâ altında bir yaygı üzerine oturmamı nasîb edip
etrâfıma iyi kimselerin rûhlarını topladı ve bana hitâb edip; “Ey Yahyâ! Dünyâda
talebelerin ile toplanıp okuduğun dersleri şimdi bu Cennetliklerle oku. Bunlar
işitsinler.” buyurdu. Ben de okumaya başladım.” buyurdu.
Büyük velîlerden Ya’kûb
Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hak yola girişi şöyle
anlatılır: Ya'kûb Germiyânî bir gece rüyâsında şöyle gördü: Kıyâmet kopmuş,
herkesin amel defterleri mühürlenmiş, kapanmış, mîzân kurulmuş ve mahşer meydanı
baştan başa dolmuştu. Görülen manzarayı söz ile anlatmak, belli bir şeylere
benzeterek, kıyas etmek, ölçmek mümkün değildi. O şeref sâhibi pâdişâhlar kendi
başlarına düşmüşlerdi. Ne annede çocuğuna şefkat, ne de bir kişide başka bir
kimseye yardım edecek hâl vardı. Bu acâib hâlde iken, büyük bir ağaç gördü. Çok
uzun ve geniş olan o ağacın gölgesinde; mahşer halkının ızdırâbı kendilerinde
hiç bulunmayan, pek rahat ve saâdet içerisinde olan bâzı insanlar vardı.
Onların, o sıkıntılardan emîn olup, âyet-i kerîmede; kendileri için korku ve
hüzün bulunmadığı bildirilen kimseler olduğunu anladı. Tam bu sırada bir
münâdînin işâret ederek; “Her kim kurtulmak arzusunda ise, bu topluluğa iltihâk
etsin (katılsın).” diye nidâ ettiğini duydu. Bunun üzerine, olanca gayreti ve
gücünün yettiği kadar süratli bir şekilde hareket ederek o topluluğa katıldı.
Böylece korku ve hüznünden emîn oldu.
Bu rüyânın dehşeti ve
heyecanıyla uyanan Ya’kûb Germiyânî’nin gönlüne, rüyâda gördüğü o kurtuluş
fırkasına katılmak, onların yolunda ilerlemeye çalışmak arzusu düştü. Bu sebeple
memleketinden ayrılıp yola koyuldu. İstanbul’a gelerek, Kocamustafapaşa
Dergâhında bulunan, Sünbül Sinân hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Bu
yolda ilerlemek için çok gayret etti. Mücâhede ve riyâzetle nefsini terbiye
için, nefsin arzularını yapmamak ve nefsin istemediği, ona zor gelen ibâdetleri
çok yapmakla meşgûl oldu.
Sünbül Sinân hazretlerinin
dergâhında zincirli servî diye bilinen, meşhûr ve büyük bir ağaç vardı. Ya'kûb
Germiyânî’nin rüyâsında gördüğü ağacı, bu zincirli serviye işâret ederek tâbir
etmişlerdir.
Sünbül Sinân Efendi, Ya'kûb
Germiyânî’yi çok sever; “Talebe olunca, Germiyânlı Yâkub Efendi gibi olmak
lâzımdır.” buyururdu.
Merkez Efendinin oğlu ve
halîfesi olan Ahmed Efendi, babasının vefâtından iki sene sonra, asıl
memleketleri olan Uşak vilâyetine hicret edip, İstanbul’a dönmek istemedi. Bunun
üzerine bütün İstanbullular, Merkez Efendinin yerine Ya’kûb Efendinin geçmesini
istediler. O ise, Kocamustafapaşa zâviyesine geçmesi hâlinde, şimdi bulunduğu
Dâvûd Paşa dergâhını yaptıran Şâh Sultan’ın incineceğini düşünüp, vazîfeyi
almakta tereddüd ediyordu. Bu günlerde rüyâsında, hocası Sünbül Sinân Efendiyi
gördü. Sünbül Sinân, Ya’kûb Germiyânî’ye; “Benimle berâber olmaktan, aynı yerde
bulunmaktan ar mı ediyorsun? Gel!” buyurdu. O da hemen gelip, Kocamustafapaşa
zâviyesine yerleşti. Orada hizmete devâm etti. Şâh Sultan da, Davûdpaşa’daki
zâviyeyi medrese hâline çevirdi.
Evliyânın büyülerinden
Yûsuf Mahdûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmî tahsîlini tamamladıktan sonra,
Şirvan’a geri döndü. Burada senelerce ilim öğretmekle meşgûl oldu. Sabah
namazından öğle namazına kadar kırâat ilmine, öğle namazından akşam namazına
kadar da çeşitli konulara dâir dersler verirdi. Geceleri de ibâdet ile
geçirirdi. Fakat ilâhî feyz ve mârifetlere kavuşamamasından dolayı çok üzülürdü.
Yûsuf Mahdûm, mübârek bir
gecede, ibâdet ve tâatler yaparak o geceyi ihyâ etti. Allahü teâlâya çok
yalvarıp yakardı. Seher vakti bir ara uykuya daldı. Bu anda kendini, uzak ve
büyük bir çölde gördü. Geniş ve kalın bir bulut da, parlayan güneş ışıklarının
kendisine gelmesine mâni oluyordu. Yanında ne bineği, ne de arkadaşı vardı. Yolu
da bilmiyordu. Bu karanlık çölde, korku ve dehşet ile şaşkın bir hâlde sağa-sola
gidiyordu. Böyle sıkıntılı, yolunu kaybetmiş bir hâlde iken, bir yönden öyle
büyük bir nûr peydâ oldu ki, güneşin ışığını bastırdı. O sırada Resûl-i ekrem,
etrâfında Eshâb-ı kirâm olduğu hâlde, ona doğru geliyorlardı. Bunu gören Yûsuf
Mahdûm, sevinç gözyaşları içerisinde yalvarırcasına; “Arz-ı hâlim sana mâlûm
sultanım!” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem şöyle buyurdu: “Ey Yûsuf! Maksuduna
kavuşman, benim en kâmil vârislerimden ve evlâdımdan olan Seyyid Yahyâ’nın
delâlet ve irşâdına, yol göstermesine bağlıdır.” Yûsuf Mahdûm uykusundan
uyanınca, Resûlullah efendimizin nasîhatı ile müşerref olmanın sevinç ve
rahatlığı içerisindeydi. Fakat ne yerinde durmak ne de bir yere gitmek için
mecâli vardı. O günü tereddüt içerisinde geçirdi. Akşam olunca, gecenin üçte
ikisini ibâdetle geçirdikten sonra, uyudu. Rüyâsında bu sefer Yahyâ Şirvânî
hazretlerini gördü. Yahyâ Şirvânî ona; “Resûlullah efendimizin mübârek
emirlerini aldıktan sonra, daha düşünmenin ve tereddüdün ne mânâsı var?” dedi. O
anda uyanan Yûsuf Mahdûm, şu beyti okudu:
Baş açıp girdim bugün
meydân-ı ışka ey gönül!
Elvedâ, yârâna düştüm nâr-ı
şevke ey gönül!
Sonra medreseyi terk ederek
yola düştü. Çünkü Seyyid Yahyâ’nın dergâhına gitmedikçe rahat ve sükûn
bulmayacaktı. Seyyid Yahyâ ise dergâhın avlusunda onu bekliyordu. Yûsuf Mahdûm’u
görünce; “Hoş geldin yâ Mahdûm! Sana hizmet ve seni irşâd üzerimize lâzım oldu.
Çünkü senin vesîlen ile Fahr-i kâinât efendimiz, bu fakîre oğlum diye hitâbı
lâyık görmüşlerdir” diyerek kerâmet buyurdu.
Yûsuf Mahdûm, Seyyid Yahyâ
Şirvânî tarafından dergâha kabûl edilince, kırk gün tek başına bir odada kaldı.
Birçok riyâzet ve mücâhede ile yüksek mertebe ve mârifetlere kavuştu.
Son asır İslâm âlimlerinin
büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Peygamber efendimizi sık sık rüyâda görür; “Beni rüyâsında gören sağlığımdayken
görmüş gibidir.” hadîs-i şerîfinde müjdelenen yüksekliklere kavuşurdu. Bir
defâsında Lazkiye’de vazîfeli bulunduğu sırada bir gece Peygamber efendimize
çokça salevât-ı şerîfe okuduktan sonra yatağına uzandı. Uyuduğu zaman rüyâsında
ayı on dördüncü gününde parlak olarak gördü. Yeryüzünü çok yakından aydınlatan
ay ile Yûsuf Nebhânî hazretleri arasında çok kısa bir mesâfe vardı. Aya biraz
dikkatli baktıktan sonra ayın üzerinde cemâl ve güzelliği gâyet çok bir çehre
belirdi. O çehrenin sâhibi Yûsuf Nebhânî hazretlerine bakıyordu. Yûsuf Nebhânî
de o çehreye bakıyordu. Dikkatlice baktığında o çehrenin sevgili Peygamberimize
âid olduğunu anladı. Onu görmesinin çok kısa olacağını düşünerek, bu kısa zaman
içinde en önemli bir husûsu istemeye niyet etti. Kendi kendine; “En önemli şey,
son nefeste îmânla gitmektir.” diye düşündü. Peygamber efendimize dönüp; “Yâ
Resûlallah, ölüm ânında îmân ile gitmeyi istiyorum.” diye tekrar tekrar
yalvardı. Peygamber efendimiz memnun ve tebessüm eder bir vaziyette bakıyordu.
Biraz sonra ayın ışığı fazlalaştı. Peygamber efendimizin mübârek çehreleri
kayboldu. Ay aynı şeklinde ışığını saçmaya devâm etti.
Bir defâsında da Peygamber
efendimizi Medîne-i münevveredeki bir yerde rüyâda gördü. Peygamber efendimiz
yüzü açık bir halde uyuyordu. Yûsuf Nebhânî yakınına varıp oturdu ve uyanmasını
beklemeye başladı. Orada başkaları da vardı. Biraz sonra Peygamber efendimiz
uykudan kalkıp bir kürsünün üzerine çıktı. Yûsuf Nebhânî hazretleri herkesten
önce Peygamber efendimizin huzûruna vardı, önce elini sonra da mübârek
ayaklarını öptü. Peygamber efendimiz ona; “Cennet’e girersin.” buyurarak müjdede
bulundu.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han
zamânında Beyrut’ta vazîfeli olduğu sırada, Beyrut vâlisi bir takım gerekçeler
ileri sürerek Yûsuf Nebhânî hazretleri’nin vazîfeden alınması veya başka bir
yere tâyin edilmesi için pâdişâha teklifte bulundu. Sultan Abdülhamîd Han, Yûsuf
Nebhânî hazretlerini Beyrut’a yakın bir yere tâyin ederek, vazîfelendirmeyle
ilgili kararnâmeyi imzâladı. O gece Peygamber efendimiz, Sultan İkinci
Abdülhamîd Hanın rüyâsına girerek; “Beyrut’ta bizi en çok seven Yûsuf Nebhânî
idi. Bizim bu âşıkımızın Beyrut’taki aslî vazîfesinde kalması uygundur.”
buyurdu. Pâdişâh bu rüyâ üzerine hazırlattığı kararnâmeyi iptal ettirdi ve
Beyrut’ta kalması için emir çıkarttı.
Büyük velîlerden ve Mısır’da
yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlattı:
“Bir gün ben Buhârî Şerhi'ni mütâlaa ediyordum. O sırada Zekeriyyâ Ensârî “Dur!
Bana bu gece gördüğün rüyâyı anlat bakalım.” dedi. Ben o gece rüyâmda bir gemide
bulunuyordum. Geminin yelkenleri, halatları, yaygıları ve koltukları ipektendi.
İmâm-ı Şâfiî bir koltukta oturuyordu. Zekeriyyâ Ensârî ise İmâm-ı Şâfiî’nin sol
tarafında bulunuyordu. İmâm-ı Şâfiî’nin elini öptüm. Gemi yoluna devâm ediyordu.
Gemi nihâyet bir adada durdu. Adadaki ağaçların meyveleri denize doğru
sarkmıştı. Rüyâmı ona anlattığım zaman; “Eğer rüyân doğru ise, ben İmâm-ı
Şâfiî’nin kabrinin yakınında bir yerde defnedilirim.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî
vefât ettiği zaman Bâb-un-nasr denilen yerde onun için kabir hazırlattılar ve
oraya götürdüler. Benim bu rüyâmdan haberi olan iki kişi bana rüyân doğru
çıkmadı diyorlardı. Biz bu hâlde iken, Mısır’da sultânın vekili Emin Hayri Beyin
bir habercisi geldi. Emîrin rahatsız olduğunu, buraya kadar gelemeyeceğini,
Emîrin cenâze namazına iştirak edebilmesi için, Zekeriyyâ Ensârî’nin cenâzesinin
Remile denilen yere götürülmesini emrettiğini söyledi. Emîrin isteği yerine
getirildi. Cenâze namazı kılındıktan sonra Emîr, Zekeriyâ Ensârî'nin Karâfe’de
defnedilmesini emretti. Burada Necmeddîn Cenüşânî’nin yanına defnedildi.
Defnedildiği yer İmâm-ı Şâfiî’nin kabrinin yakınındaydı ve onun yüzünün
karşısına rastlıyordu.”
Hindistan âlim ve
velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır:
Şiblî hazretlerini, öldükten sonra rüyâda gördüler. “Münker ve Nekîr’in
suâllerinden nasıl kurtuldun?” dediler. “Siz orada olsaydınız da, benim yanımdan
nasıl gittiklerini bir görseydiniz. Bana, “Rabbin kimdir?” dediler. “Rabbim öyle
birisidir ki, size, bütün meleklerle birlikte babamın önünde secde etmenizi
emretti; biz onda babamın sülbünde, bütün kardeşlerimle birlikte sizi
görüyorduk.” dedim. Melekler; “Biz buradan çekilip gidelim. Biz ona suâl
soruyoruz, o ise hazret-i Âdem’in bütün zürriyetinin cevâbını veriyor.” dediler.
Yine şöyle anlatır: Cüneyd-i
Bağdâdî hazretlerini vefâtından sonra rüyâda görüp; “İşin nereye vardı?”
dediler. “Âhiret işi, bizim dünyâda zannettiğimizden daha zordur.” buyurdular. |
|