CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

RÜYA - 8

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece rüyâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allah'ın Resûlü var. Ve bütün sahrâyı kol kol dolaşan sular, O'nun mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saâdetine erişmek için yaklaştı ve içti.

Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden Tâhir-i Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk zamanlar askeriyede çalışıyordu. Askerler kalelerden birini fethetmek için yola çıktıkları sırada, bir gece rüyâda Peygamber efendimizi gördü. Hazret-i Sıddîk-i Ekber, diğer halîfeler ve Eshâb-ı kirâm Resûlullah'ın huzûr-ı saâdetlerinde idi. Peygamber efendimiz kendisine; "Bu seferden döndükten sonra, sen bu askerin arasından ayrıl! Tasavvuf büyüklerinin sohbetinde bulun." buyurdular. Ebû Bekr-i Sıddîk, Peygamber efendimizin emri ile kendisine hırka giydirdi. Uykudan uyanınca, askerliği bırakmaya karar verdi. Bu sefer dönüşünde askerler, çalılar ve ağaçlar arasından geçerken, kendisi attan indi ve ağaçların arasına girdi. Emir eri, abdest bozmaya gittiğini zannetti. Bir müddet bekledi. Tanıdıkları ne kadar aradıysalar, bulamadılar. Tâhir-i Bedahşî, o havâlide bir çiftçiye rastladı. Kendi elbiselerini ona verip onun elbiselerini giydi ve o memleketteki dervişlerin sohbetine katıldı. Aradan yıllar geçti. Akrabâları onun hayatta olup olmadığını bilmiyorlardı. Tâhir-i Bedahşî, eve gelince durumu hanımına anlattı. Hanımı; "Ben de seninle geleceğim." dedi. Üstüne bir örtü, eline bir âsâ alıp, kocası ile berâber yola çıktı. O memlekette bulunan, gönül sâhibi bir âlimin hizmet ve huzûruna kavuştu. Bu zât, kendisine; "Senin nasîbinin Nakşibendî yolunda olan büyüklerden olacağını anlıyorum." dedi. Delhi ve Lâhor tarafına gitmesini işâret buyurdu. Bu zamanda o diyarda hazret-i Hâce Muhammed Bâkî vardı. Cihânı aydınlatan bir güneş gibiydi. Sözlerini duyanlar, o gönüller sultânı büyük âlimin etrâfından ayrılmıyorlardı. Huzûruna kavuşmadan birkaç gün önce, Muhammed Bâkî-billah âhirete irtihâl eyledi. Tâhir-i Bedahşî şaşkın bir hâlde kaldı. Allahü teâlânın ihsânı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gitmeye karar verdi. Huzûruna gidip talebesi olmak ve hizmette bulunmakla şereflendi. O yüksek dergâhta canla başla çalıştı. Nasîbi olan her şeye kavuştu. Talebe arkadaşı Hâşim-i Keşmî şöyle anlattı: "Yalnız ve kalabalıkta iken, Peygamber efendimizin mübârek sûretini müşâhade ederdi. Saf ve temiz rûhlu idi. Kendi hâllerini ve keşflerini hazret-i İmâm'a öyle bir edâ ile arzederdi ki, hazret-i İmâm ister istemez tebessüm ederlerdi. Bâzan hazret-i İmâm'dan yüksek mârifetleri dinlerken, öyle bir şekilde; "Evet, öyledir." deyip başını sallardı ki, hazret-i İmâm; "Bu sırlar Mevlânâ Tâhir'e bildirilmiştir, biz ise bunların tercümânıyız." buyururdu. Tecellîye, yüksek hâllere ve cezbeye kavuştuktan sonra, hazret-i İmâm kendisine icâzet, diploma verdi ve Canpûr şehrine gönderdi."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Hâlimin başlangıcında, rüyâda Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip; "Beni bu dağın başına çıkar!" buyurdular. Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. "Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.

Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, "Mübârek olsun!" buyurdular."

Bursa'da yaşayan büyük velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) dergâhta talebelere ders verdiği zamanlarda, bir gece rüyâsında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi gördü. Mevlânâ buyurdular ki: "Talebelere bizim Mesnevî'den de okutunuz!" O da; "Farsçayı bilemiyorum." deyince, Mevlânâ hazretleri; "Sen başla bir kere, Allahü teâlâ yardım eder." buyurdu. Ertesi sabah, hiç Fârisî bilmediği hâlde, kırk yıldır Farsça tahsîli görmüş gibi Mesnevî'den vâz ve nasîhat vermeye başladı.

Bursa'da yaşayan büyük velîlerden Üftâdezâde Kutub İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından 50 sene sonra, türbedâr ve câmi imâmı her gece rüyâlarında, Kutub İbrâhim Efendiyi gördü. İbrâhim Efendi onlara; "Rahatsızım, göğsüme bir tuğla parçası düştü, lütfen bu tuğlayı alın!" diyordu. Aynı rüyâ birkaç akşam tekrar edilince, kabri açmaya karar verdiler. Lahid açıldığında, mezardan mis gibi bir koku yayıldı. Daha kefeninin çürümediği görüldü. Naaşının göğüs kısmına düşen tuğla parçası alınıp kabir kapatıldı.

Hanefî fıkıh âlimlerinin büyüklerinden, şânı yüce bir velî olan Yahyâ bin Eksem (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra, kendisini sevenlerden Ebû Abdullah Hüseyin isminde bir zât rüyâda görüp; “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi?” diye sordu. Yahyâ cevâbında; “Allahü teâlâ bana; “Yâ Yahyâ! Sen dünyâda, benim için şu, şu amelleri yapmıştın, değil mi?” buyurdu. Ben de; “Yâ Rabbî! Ben yaptığım amellere değil, bana rivâyet edilen bir kudsî hadîse îtimâd edip ümitlendim.” dedim. Allahü teâlâ; “O hadîs-i kudsî nedir?” buyurdu. Ben de; “Bana Mu’ammer, İmâm-ı Zührî’den, o dahi Urve’den, o dahi hazret-i Âişe-i Sıddîka’dan, o dahi hazret-i Peygamber efendimizden, o dahi hazret-i Cebrâil’den o dahi Allahü teâlâdan haber verdiler. Allahü teâlâ; “Ben azîmüşşân, İslâmda ağaran saç ve sakala azâb etmekten hayâ ederim.” buyurdu dedim.” Allahü teâlâ hazretleri, o zaman; “Sen ve Mu’ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe ve Muhammed aleyhisselâm ve Cebrâil sâdıksınız. Ben azîmüşşân dahi seni magfiret ettim.” buyurdu.

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra sevdikleri onu rüyâda gördüler ve; “Allahü teâlâ size ne muâmele etti.” diye sordular. O da; “Allahü teâlâ beni arş-ı âlâ altında bir yaygı üzerine oturmamı nasîb edip etrâfıma iyi kimselerin rûhlarını topladı ve bana hitâb edip; “Ey Yahyâ! Dünyâda talebelerin ile toplanıp okuduğun dersleri şimdi bu Cennetliklerle oku. Bunlar işitsinler.” buyurdu. Ben de okumaya başladım.” buyurdu.

Büyük velîlerden Ya’kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hak yola girişi şöyle anlatılır: Ya'kûb Germiyânî bir gece rüyâsında şöyle gördü: Kıyâmet kopmuş, herkesin amel defterleri mühürlenmiş, kapanmış, mîzân kurulmuş ve mahşer meydanı baştan başa dolmuştu. Görülen manzarayı söz ile anlatmak, belli bir şeylere benzeterek, kıyas etmek, ölçmek mümkün değildi. O şeref sâhibi pâdişâhlar kendi başlarına düşmüşlerdi. Ne annede çocuğuna şefkat, ne de bir kişide başka bir kimseye yardım edecek hâl vardı. Bu acâib hâlde iken, büyük bir ağaç gördü. Çok uzun ve geniş olan o ağacın gölgesinde; mahşer halkının ızdırâbı kendilerinde hiç bulunmayan, pek rahat ve saâdet içerisinde olan bâzı insanlar vardı. Onların, o sıkıntılardan emîn olup, âyet-i kerîmede; kendileri için korku ve hüzün bulunmadığı bildirilen kimseler olduğunu anladı. Tam bu sırada bir münâdînin işâret ederek; “Her kim kurtulmak arzusunda ise, bu topluluğa iltihâk etsin (katılsın).” diye nidâ ettiğini duydu. Bunun üzerine, olanca gayreti ve gücünün yettiği kadar süratli bir şekilde hareket ederek o topluluğa katıldı. Böylece korku ve hüznünden emîn oldu.

Bu rüyânın dehşeti ve heyecanıyla uyanan Ya’kûb Germiyânî’nin gönlüne, rüyâda gördüğü o kurtuluş fırkasına katılmak, onların yolunda ilerlemeye çalışmak arzusu düştü. Bu sebeple memleketinden ayrılıp yola koyuldu. İstanbul’a gelerek, Kocamustafapaşa Dergâhında bulunan, Sünbül Sinân hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etti. Mücâhede ve riyâzetle nefsini terbiye için, nefsin arzularını yapmamak ve nefsin istemediği, ona zor gelen ibâdetleri çok yapmakla meşgûl oldu.

Sünbül Sinân hazretlerinin dergâhında zincirli servî diye bilinen, meşhûr ve büyük bir ağaç vardı. Ya'kûb Germiyânî’nin rüyâsında gördüğü ağacı, bu zincirli serviye işâret ederek tâbir etmişlerdir.

Sünbül Sinân Efendi, Ya'kûb Germiyânî’yi çok sever; “Talebe olunca, Germiyânlı Yâkub Efendi gibi olmak lâzımdır.” buyururdu.

Merkez Efendinin oğlu ve halîfesi olan Ahmed Efendi, babasının vefâtından iki sene sonra, asıl memleketleri olan Uşak vilâyetine hicret edip, İstanbul’a dönmek istemedi. Bunun üzerine bütün İstanbullular, Merkez Efendinin yerine Ya’kûb Efendinin geçmesini istediler. O ise, Kocamustafapaşa zâviyesine geçmesi hâlinde, şimdi bulunduğu Dâvûd Paşa dergâhını yaptıran Şâh Sultan’ın incineceğini düşünüp, vazîfeyi almakta tereddüd ediyordu. Bu günlerde rüyâsında, hocası Sünbül Sinân Efendiyi gördü. Sünbül Sinân, Ya’kûb Germiyânî’ye; “Benimle berâber olmaktan, aynı yerde bulunmaktan ar mı ediyorsun? Gel!” buyurdu. O da hemen gelip, Kocamustafapaşa zâviyesine yerleşti. Orada hizmete devâm etti. Şâh Sultan da, Davûdpaşa’daki zâviyeyi medrese hâline çevirdi.

Evliyânın büyülerinden Yûsuf Mahdûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmî tahsîlini tamamladıktan sonra, Şirvan’a geri döndü. Burada senelerce ilim öğretmekle meşgûl oldu. Sabah namazından öğle namazına kadar kırâat ilmine, öğle namazından akşam namazına kadar da çeşitli konulara dâir dersler verirdi. Geceleri de ibâdet ile geçirirdi. Fakat ilâhî feyz ve mârifetlere kavuşamamasından dolayı çok üzülürdü.

Yûsuf Mahdûm, mübârek bir gecede, ibâdet ve tâatler yaparak o geceyi ihyâ etti. Allahü teâlâya çok yalvarıp yakardı. Seher vakti bir ara uykuya daldı. Bu anda kendini, uzak ve büyük bir çölde gördü. Geniş ve kalın bir bulut da, parlayan güneş ışıklarının kendisine gelmesine mâni oluyordu. Yanında ne bineği, ne de arkadaşı vardı. Yolu da bilmiyordu. Bu karanlık çölde, korku ve dehşet ile şaşkın bir hâlde sağa-sola gidiyordu. Böyle sıkıntılı, yolunu kaybetmiş bir hâlde iken, bir yönden öyle büyük bir nûr peydâ oldu ki, güneşin ışığını bastırdı. O sırada Resûl-i ekrem, etrâfında Eshâb-ı kirâm olduğu hâlde, ona doğru geliyorlardı. Bunu gören Yûsuf Mahdûm, sevinç gözyaşları içerisinde yalvarırcasına; “Arz-ı hâlim sana mâlûm sultanım!” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem şöyle buyurdu: “Ey Yûsuf! Maksuduna kavuşman, benim en kâmil vârislerimden ve evlâdımdan olan Seyyid Yahyâ’nın delâlet ve irşâdına, yol göstermesine bağlıdır.” Yûsuf Mahdûm uykusundan uyanınca, Resûlullah efendimizin nasîhatı ile müşerref olmanın sevinç ve rahatlığı içerisindeydi. Fakat ne yerinde durmak ne de bir yere gitmek için mecâli vardı. O günü tereddüt içerisinde geçirdi. Akşam olunca, gecenin üçte ikisini ibâdetle geçirdikten sonra, uyudu. Rüyâsında bu sefer Yahyâ Şirvânî hazretlerini gördü. Yahyâ Şirvânî ona; “Resûlullah efendimizin mübârek emirlerini aldıktan sonra, daha düşünmenin ve tereddüdün ne mânâsı var?” dedi. O anda uyanan Yûsuf Mahdûm, şu beyti okudu:

 

Baş açıp girdim bugün meydân-ı ışka ey gönül!

Elvedâ, yârâna düştüm nâr-ı şevke ey gönül!

 

Sonra medreseyi terk ederek yola düştü. Çünkü Seyyid Yahyâ’nın dergâhına gitmedikçe rahat ve sükûn bulmayacaktı. Seyyid Yahyâ ise dergâhın avlusunda onu bekliyordu. Yûsuf Mahdûm’u görünce; “Hoş geldin yâ Mahdûm! Sana hizmet ve seni irşâd üzerimize lâzım oldu. Çünkü senin vesîlen ile Fahr-i kâinât efendimiz, bu fakîre oğlum diye hitâbı lâyık görmüşlerdir” diyerek kerâmet buyurdu.

Yûsuf Mahdûm, Seyyid Yahyâ Şirvânî tarafından dergâha kabûl edilince, kırk gün tek başına bir odada kaldı. Birçok riyâzet ve mücâhede ile yüksek mertebe ve mârifetlere kavuştu.

Son asır İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizi sık sık rüyâda görür; “Beni rüyâsında gören sağlığımdayken görmüş gibidir.” hadîs-i şerîfinde müjdelenen yüksekliklere kavuşurdu. Bir defâsında Lazkiye’de vazîfeli bulunduğu sırada bir gece Peygamber efendimize çokça salevât-ı şerîfe okuduktan sonra yatağına uzandı. Uyuduğu zaman rüyâsında ayı on dördüncü gününde parlak olarak gördü. Yeryüzünü çok yakından aydınlatan ay ile Yûsuf Nebhânî hazretleri arasında çok kısa bir mesâfe vardı. Aya biraz dikkatli baktıktan sonra ayın üzerinde cemâl ve güzelliği gâyet çok bir çehre belirdi. O çehrenin sâhibi Yûsuf Nebhânî hazretlerine bakıyordu. Yûsuf Nebhânî de o çehreye bakıyordu. Dikkatlice baktığında o çehrenin sevgili Peygamberimize âid olduğunu anladı. Onu görmesinin çok kısa olacağını düşünerek, bu kısa zaman içinde en önemli bir husûsu istemeye niyet etti. Kendi kendine; “En önemli şey, son nefeste îmânla gitmektir.” diye düşündü. Peygamber efendimize dönüp; “Yâ Resûlallah, ölüm ânında îmân ile gitmeyi istiyorum.” diye tekrar tekrar yalvardı. Peygamber efendimiz memnun ve tebessüm eder bir vaziyette bakıyordu. Biraz sonra ayın ışığı fazlalaştı. Peygamber efendimizin mübârek çehreleri kayboldu. Ay aynı şeklinde ışığını saçmaya devâm etti.

Bir defâsında da Peygamber efendimizi Medîne-i münevveredeki bir yerde rüyâda gördü. Peygamber efendimiz yüzü açık bir halde uyuyordu. Yûsuf Nebhânî yakınına varıp oturdu ve uyanmasını beklemeye başladı. Orada başkaları da vardı. Biraz sonra Peygamber efendimiz uykudan kalkıp bir kürsünün üzerine çıktı. Yûsuf Nebhânî hazretleri herkesten önce Peygamber efendimizin huzûruna vardı, önce elini sonra da mübârek ayaklarını öptü. Peygamber efendimiz ona; “Cennet’e girersin.” buyurarak müjdede bulundu.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Beyrut’ta vazîfeli olduğu sırada, Beyrut vâlisi bir takım gerekçeler ileri sürerek Yûsuf Nebhânî hazretleri’nin vazîfeden alınması veya başka bir yere tâyin edilmesi için pâdişâha teklifte bulundu. Sultan Abdülhamîd Han, Yûsuf Nebhânî hazretlerini Beyrut’a yakın bir yere tâyin ederek, vazîfelendirmeyle ilgili kararnâmeyi imzâladı. O gece Peygamber efendimiz, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın rüyâsına girerek; “Beyrut’ta bizi en çok seven Yûsuf Nebhânî idi. Bizim bu âşıkımızın Beyrut’taki aslî vazîfesinde kalması uygundur.” buyurdu. Pâdişâh bu rüyâ üzerine hazırlattığı kararnâmeyi iptal ettirdi ve Beyrut’ta kalması için emir çıkarttı.

Büyük velîlerden ve Mısır’da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlattı: “Bir gün ben Buhârî Şerhi'ni mütâlaa ediyordum. O sırada Zekeriyyâ Ensârî “Dur! Bana bu gece gördüğün rüyâyı anlat bakalım.” dedi. Ben o gece rüyâmda bir gemide bulunuyordum. Geminin yelkenleri, halatları, yaygıları ve koltukları ipektendi. İmâm-ı Şâfiî bir koltukta oturuyordu. Zekeriyyâ Ensârî ise İmâm-ı Şâfiî’nin sol tarafında bulunuyordu. İmâm-ı Şâfiî’nin elini öptüm. Gemi yoluna devâm ediyordu. Gemi nihâyet bir adada durdu. Adadaki ağaçların meyveleri denize doğru sarkmıştı. Rüyâmı ona anlattığım zaman; “Eğer rüyân doğru ise, ben İmâm-ı Şâfiî’nin kabrinin yakınında bir yerde defnedilirim.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî vefât ettiği zaman Bâb-un-nasr denilen yerde onun için kabir hazırlattılar ve oraya götürdüler. Benim bu rüyâmdan haberi olan iki kişi bana rüyân doğru çıkmadı diyorlardı. Biz bu hâlde iken, Mısır’da sultânın vekili Emin Hayri Beyin bir habercisi geldi. Emîrin rahatsız olduğunu, buraya kadar gelemeyeceğini, Emîrin cenâze namazına iştirak edebilmesi için, Zekeriyyâ Ensârî’nin cenâzesinin Remile denilen yere götürülmesini emrettiğini söyledi. Emîrin isteği yerine getirildi. Cenâze namazı kılındıktan sonra Emîr, Zekeriyâ Ensârî'nin Karâfe’de defnedilmesini emretti. Burada Necmeddîn Cenüşânî’nin yanına defnedildi. Defnedildiği yer İmâm-ı Şâfiî’nin kabrinin yakınındaydı ve onun yüzünün karşısına rastlıyordu.”

Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Şiblî hazretlerini, öldükten sonra rüyâda gördüler. “Münker ve Nekîr’in suâllerinden nasıl kurtuldun?” dediler. “Siz orada olsaydınız da, benim yanımdan nasıl gittiklerini bir görseydiniz. Bana, “Rabbin kimdir?” dediler. “Rabbim öyle birisidir ki, size, bütün meleklerle birlikte babamın önünde secde etmenizi emretti; biz onda babamın sülbünde, bütün kardeşlerimle birlikte sizi görüyorduk.” dedim. Melekler; “Biz buradan çekilip gidelim. Biz ona suâl soruyoruz, o ise hazret-i Âdem’in bütün zürriyetinin cevâbını veriyor.” dediler.

Yine şöyle anlatır: Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini vefâtından sonra rüyâda görüp; “İşin nereye vardı?” dediler. “Âhiret işi, bizim dünyâda zannettiğimizden daha zordur.” buyurdular.