|
RÜYA - 7
Konya'nın büyük velîlerinden
Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: 1255
senesi Şevvâl ayının on yedisine rastlayan Cumartesi gecesi, rüyâmda hocam
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini gördüm. Aramızdaki uzun konuşmalardan sonra, ona,
cenâb-ı Hakk'ın Esmâ-i Hüsnâsı ile ilgili kalbime doğan bilgileri arz ettim. O
da; "Çok doğru, pek güzel!" deyince, ona; "Efendim! Hakîkatte güzel olan
sizsiniz. Çünkü bu ilimleri bana siz öğrettiniz. Siz olmasaydınız, bu ilimleri
bana kim öğretirdi?" dedim. Mübârek ellerini öptüm ve; "Efendim! Bütün
mahlûkâtı, her şeyi unutup Allahü teâlâyı dâimî olarak hatırımda tutabilmem için
bu fakîre duâ ve himmetlerinizi istirhâm ediyorum." diye yalvardım. O da, benim
bu arzuma kavuşacağımı müjdeledi ve uyandım."
Sadreddîn-i Konevî
hazretleri, bundan sonra çok büyük mânevî derecelere yükseldiğini, mânevî
âlemlerin kendisine seyrettirildiğini, hiçbir zaman Allahü teâlâyı hatırından
çıkarmadığını, bir an bile unutmadığını Nefehât isimli eserinde bildirdi.
Sadreddîn-i Konevî
hazretleri bir gün, Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ Rabbî! Sana lâyıkı ile ibâdet,
kulluk yapamadım ve seni hakkıyla tanıyamadım. Senin lutf ve ihsânına
güveniyorum. Cennet'teki makâmımı görmek arzu ediyorum." dedi. O gece bir rüyâ
gördü. Rüyâsında kıyâmet kopmuş ve insanlar kabirlerinden kalkıyordu. Bu durumu
kendisi şöyle anlatır: "Beni de Rabbimin huzûruna götürdüler. Allahü teâlâ
meleklere emredip; "Alın Cennet'e götürün." buyurdu. Beni alıp Cennet'e
götürdüler. Orada türlü türlü köşkler ve bahçeler vardı. Onları seyrettim. Bir
bahçe vardı ki, onun meyvesi miskti. O esnâda bir elma mikdârı misk almak
istedim ve aldım. İşte o esnâda rüyâdan uyandım. Uyandığımda sağ elimde bir avuç
misk duruyordu. O miskin kokusu da her tarafı kaplamıştı. Bu miskin kokusu hocam
Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bana hediye ettiği hırka-i şerîfe sirâyet
etti." buyurdu. Sadreddîn-i Konevî hazretleri vefât ettiklerinde kefenine bu
miskten konulmuştur.
Türbesine hizmet edenlerden
biri rivâyet etti: "Zamânın devlet erkânından yüksek rütbeli bir subay türbeyi
ziyârete geldi. Câmide namazı kıldıktan sonra, Sadreddîn-i Konevî'nin nefsini
terbiye etmek için yaptırdığı çilehânesini ziyâret etmek istedi. Kapısını açtık.
Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği büyüklükteki, feyz, bereket, huzûr ve
saâdet mekânı olan çilehâneye girdi. Uzun bir secdeden sonra cenâb-ı Hakk'a
yalvarmaya başladı. Daha sonra kabr-i şerîfin yanına Sadreddîn-i Konevî'nin
huzûruna gelip, Allahü teâlâya, onu vesîle ederek uzun bir duâ etti. Biz de âmin
dedik. Duâ bitince bize dönerek; "Bizler, ellerimizdeki silâhlar ve diğer askerî
güçlerimizle, memleketimizin görünürdeki bekçileriyiz. Fakat huzûrunda
bulunduğumuz Sadreddîn-i Konevî ve onun emsâli olan büyükler, bu memleketin
hakîkî kumandanlarıdır. Allahü teâlânın yardımı ve bunların mânevî destekleri
olmadıkça, bizim görünürdeki güç ve kuvvetimizin hiçbir tesiri olamaz. Onun için
biz, bir memlekete vardığımız zaman, önce o memleketin mânevî kumandanlarını
ziyâret ederiz." dedi.
Konevî Câmiine devamlı
gelenlerden biri anlatır: "Sadreddîn-i Konevî'yi iki defâ rüyâmda gördüm. İlk
gördüğüm gecenin gündüzünde, bir iş yüzünden birçok kimsenin kalblerini kırmış,
onları çok üzmüştüm. Rüyâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki:
"Kimseyi üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın." Bu ihtar bana
çok tesir etti. Bundan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye
çalıştım.
İkinci rüyâm da şöyle oldu:
İlk rüyâmdan sonra artık devamlı onun kabrinin bulunduğu câmiye gitmeye
başladım. Câminin ve türbenin tâmiratı, bakımı ve temizliği ile uğraşıyordum.
Bir gece rüyâmda bana güler yüzle görünüp; "Hizmetlerinden memnunum. Allahü
teâlâ bu hizmetlerini karşılıksız bırakmaz." buyurdu. Bu ikinci rüyâdan sonra
Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgi ve muhabbetim daha da arttı. Bütün günümü,
câmi ve türbenin işleriyle geçirmeye başladım.
Evliyânın büyüklerinden
Safiyyüddîn Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, talebelerinden
Mevlânâ Behâüddîn gençliğinde ilim tahsîl ederken, tasavvuf ehline karşı
olanlarla arkadaşlık ettiği için onların tesiriyle, tasavvuf ehline karşı
îtikâdı, inancı iyi değildi. Onların sünnet-i seniyye üzerine bulunduklarına
inanmazdı. Bir ara rüyâsında şöyle gördü: Bir bahçedeki havuzun etrâfında
tasavvuf ehli toplanmıştı. Bu esnâda birden "Resûlullah efendimiz geliyor." diye
bir ses işitildi. Herkes Peygamber efendimizi karşılamaya hazırlandı. Mevlânâ
Behâüddîn bir fırsatını bulup Peygamber efendimize yaklaşıp; "Yâ Resûlallah!
Senelerdir içimde bir tereddüdüm var. Bu gördüğünüz çeşit çeşit insandan hangisi
hak üzeredir. Her birisi bir sûret ve kılık, kıyâfette gelmiş. Biz onların
hangisinin hak üzere olduğunu ayıramıyoruz." dedi. Peygamber efendimiz, orada
bulunan bütün toplulukları gözden geçirdi. Bu sırada Safiyyüddîn Erdebilî ve
talebelerinden bâzılarını gördü. Mübârek yüzünü Mevlânâ Behâüddîn'e çevirip;
"İşte bunlar hak üzere, sünnet ve şerîat üzeredir." buyurdu. Peygamber
efendimizden bunları duyunca, tasavvuf ehli hakkındaki îtikâdı düzeldi. Ertesi
gün hemen tövbe edip Safiyyüddîn Erdebilî'nin talebelerinin ileri gelenlerinden
oldu.
Hindistan'da yetişen büyük
âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona, günlük
olarak bir rubiyye (Hind lirası) tâyin buyurdu ve ona çok iltifât eyledi. Bu
rüyâdan birkaç gün sonra, zenginlerden birisi Senâullah hazretlerine gelip,
ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendisine her gün bir rubiyye vereceğini söyledi.
Hanefî mezhebi fıkıh
âlimlerinin büyüklerinden Serûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında
şöyle anlatılır: Serûcî hazretleri hacca gittiğinde, Mekke-i mükerremede Allahü
teâlâdan bir dilekte bulunmuştu ve bunu da hiç kimseye söylememişti. Bundan bir
müddet sonra kendisine bir kimse gelerek dedi ki: "Rüyâmda Resûlullah efendimizi
gördüm. Sana, "Yanında (cebinde para olarak) ne varsa hepsini bana ver! Buna
alâmet (işâret) istersen o da Mekke-i mükerremede, Allahü teâlâdan şu dilekte
bulunmandır" diye söylememi emir buyurdular" dedi. O kimsenin sözlerini hayretle
dinleyen Serûcî hazretleri; "Peki." dedi ve derhâl yanında bulunan yüz dînâr
altın ve bin gümüşü çıkarıp o kimseye verdi. Sonra da; "Şâyet yanımda bundan
daha fazla birşey bulunsaydı. Onu da mutlakâ sana verirdim. Çünkü bu emri
Resûlullah efendimizden naklettiğine dâir bildirdiğin işâret mutlaka doğrudur"
buyurdular.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Seyyid Abdülhakîm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
oğlu Ahmed Arvâsî Efendi şöyle anlatmıştır: "Babamın hâli güzel, yolu istikâmet
idi. Bu bakımdan rüyâları sâdıktı. Meselâ ben 1952'de Konya'nın Beyşehir kazâsı
Doğanbey nâhiyesine ilkokul öğretmeni olarak tâyin olunmuştum. Vâsıta çok azdı.
Erzurum'a gitmek için bir kamyona bindim. Kamyon telefon direkleri ile yüklüydü.
Şoför mahallinde, şoför, oğlu ve ben vardım. Van Erciş yolundan Erzurum'a
gidecekti. O sabah arabaya binmeden, babam beni bir kenara çekti ve; "Her ne
kadar bizim rüyâlara îtibâr edilmese de, baba şefkati zorlaması ile bu gece
gördüğüm rüyâyı sana anlatmak zorundayım. Bindiğin bu araba, rüyâda Erciş'i
geçtikten sonra, ilk tahta köprüye girince, köprü çöktü, araba düşerken,
köprünün ortasındaki direklerden biri üzerine takılıp kaldı. Onun için sen oraya
yaklaştığında arabayı durdur ve in!" Ben de peki dedim. Hâdise aynen cereyân
etti. Köprü başına gelince, şoföre bir dakika dur, ihtiyâcım var, siz karşıya
geçin, ben gelirim dedim. İndim. Gerçekten araba köprünün üstüne varınca, köprü
büyük bir gürültü ile çöktü ve rüyâda görüldüğü gibi bir direk tarafından
muvâzenede kaldı. Sallanıp duruyordu. Direkleri indirip köprü yapıldı. Karşıya
geçildi ve direkleri tekrar arabaya koyup yola devâm ettik. Şoför bana; "Sen
kazâ olacağını nereden bildin de indin?" deyince, babamın rüyâsını ve vasiyetini
anlattım. Hayret etti ve bana çok hürmet ve îtibâr eyledi."
Horasan'ın meşhûr
velîlerinden Seyyid Ali Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatır: Bir hac seferi için Hıtlan vilâyetinin Alişah köyünden yola çıkmıştım.
Yolculuğum sırasında yanımda bulunan şeyleri muhtaçlara dağıtırdım. Bir müddet
yol aldıktan sonra, çok az param kalmıştı. Bir yerde konaklamıştık. Bu sırada
birisi gelip, bana iki bin dinar verdi ve kabûl etmemi istedi. Sonra parayı
Peygamber efendimizin mânevî işâretiyle bana getirdiğini söyledi. Bunun üzerine
kabûl edip aldım. Sonra ona Peygamber efendimiz sana ne sûretle işâret buyurdu
diye sordum. Dedi ki: "Bu dirhemleri hacca gitmek niyetiyle saklamıştım. Bir
gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Bana; "Bu dirhemleri sakla benim
evlâdımdan birisi hacca giderken falanca yerde konaklayacaktır. Dirhemleri ona
ver." buyurdu. Resûlullah efendimiz böyle buyurunca; "Yâ Resûlallah! O
torununuzun ismi nedir?" diye sordum. "Ali Hemedânî'dir." buyurdu. İşte o
zamandan bu güne kadar bir sene geçti. Bu bir sene içerisinde dâimâ oraya
gelecek birini bekledim, tâkib ettim. İşte şimdi zât-ı âlinizle müşerref oldum."
dedi.
Bu dirhemleri alıp Bağdât'a
kadar yanımda taşıdım. Fakat o sene bir hâdise yüzünden hacca gidemedim.
Bağdat'tan geri döndüm. Üç deveye çeşitli yiyecekler ve su ile, iki deveye de
öteki eşyâları yükledim. Kervandakiler beni yanımda üzeri yiyecek yüklü
develerle görünce şaşırdılar. "Bu seyyid az yerdi, yanında fazla şey bulunmazdı.
Neden böyle yanına çok azık aldı." dediler. Halbuki on dört günde ancak bir
yiyecek bulunan yere varabiliyorduk. Kervanla birlikte birkaç gün yol aldıktan
sonra, kervan yolu şaşırdı. Kervandakilerin azıkları tamâmen tükendi. Benden
yiyecek istediler. Ben de onlara yiyecek içecek verdim. Bunları yiyerek bir
müddet sonra yiyecek bulunan mâmur bir beldeye ulaşabildik. Böylece Şam'a
ulaştık. Ben yanımdaki dirhemleri muhtaçlara vermek için gâyet iktisatlı bir
şekilde harcıyordum. Bu sırada biz Şam'da iken sıkıntıya sebeb olan başka bir
hâdise meydana geldi. Yanımdaki dirhemler de iyice azalmıştı. Nihayet imkân
bulup Şam'dan Mekke'ye gittim, hac ibâdetimi yapıp memleketim Hıtlan'a döndüm.
Hac dönüşünden sonra
ziyâretine gidenlere bir sohbeti sırasında şöyle buyurmuştur: "Buradan ayrılıp
dönünceye kadar on ay müddetle ikâmet ettiğim, konakladığım her yerde Allahü
telâ kalbime; "Git insanları irşâd et, rehberlik yap." diye ilhâm etti."
Büyük velîlerden Mevlânâ
hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri'nin, ileri gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır:
"Rüyâmda hocam Sultân-ül-ulemâ'nın türbesinden yeşil bir nur yükselmeye başladı.
Genişledi, genişledi, bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun önüne bir engel
çıkmadan bütün Konya'yı kuşattı. Bu hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin
rüyâyı tâbir ettirdim. Sultân-ül-ulemâ'nın neslinden çok muhterem kimselerin
meydana geleceğini müjdelediler."
Behâeddîn Veled'in çok
sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rüyâmda, Sultân-ül-ulemâ'nın mübârek
başını, Arş'a kadar yükselmiş gördüm. Ona; "Efendim! Hâliniz nasıldır?" dedim;
"Oğlum Celâleddîn-i Rûmî'nin ilim ve amel nûruyla bu derece yükseklere ulaştım.
Oğlumun mertebesine, bütün velîler ve melekler gıbta ediyorlar. Ondan çok
memnunum." dedi.
Şam'da yetişen Şâfiî mezhebi
âlimlerinden ve evliyânın büyükleriden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin ile ilgili olarak, Necmüddîn-i Gazzî şöyle anlatır:
"Bir zaman şiddetli hasta olmuştum. Bu hastalığım esnâsında, bir gece rüyâmda
Resûlullah efendimizi gördüm. Geniş bir halkanın başında oturmuşlar, Allahü
teâlâyı zikrediyorlardı. Peygamber efendimizin bir tarafında Muhammed Sumâdî
hazretleri, diğer tarafında da Sumâdî'nin oğlu Müslim vardı. Halkanın diğer
kısmında da Sumâdî'nin diğer talebeleri vardı. Zikir bittikten sonra Sumâdî,
Resûlullah efendimize, talebelerinden suâl etti. Kendisinden sonra yerine kimin
geçeceğini anlamak istiyordu. Peygamber efendimiz onun bu suâline; "Yâ Şeyh
Muhammed! Onlar içinde senin yerine geçmeye en lâyık olan oğlun Müslim'dir."
buyurdu. Ben, bu rüyânın heyecânıyla uyandım. Hastalığım da geçmişti. Böyle bir
rüyâ gördüğümü Sumâdî'ye bildirdim. O da bana haber gönderip; "Muhterem
Necmeddîn Efendi, Rüyân bana ulaştı. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, rüyâ
haktır. Fakat bir de bana anlatmanı istiyorum." dedi. Kendisiyle görüştüğümüzde,
gördüğüm rüyâyı bir de kendim anlattım. Bana dedi ki: "Vallahi rüyân doğrudur,
gerçektir." Bu rüyâyı görmemden az bir zaman geçmişti ki, Muhammed Sumâdî vefât
etti ve yerine oğlu Müslim geçerek talebelere ders vermeye başladı."
Necmüddîn-i Gazzî, Ebû
Müslim Muhammed Sumâdî'nin komşusu olan Şeyh Sâlih Ali Lü'lüî'nin şöyle
anlattığını haber veriyor: "Bir müşkil meselem vardı. Bunun hallolması için
Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâya yalvardım. O gece rüyâmda
Resûlullah efendimizi gördüm. Bana buyurdu ki: "Komşun Şeyh Ebû Müslim Sumâdî'ye
git! Bu yükü ona yükle. Yâni müşkilini o halletsin." Sabah olunca erkenden
Muhammed Sumâdî'ye gittim. Ben daha henüz birşey söylemeden; "Ben gaybi bilmem.
Ben gaybi bilmem. Ama bana ihtiyâcını söyleyebilirsin." dedi. Ben, onun benim
hâlimi kerâmet olarak anlayıp, böyle söylediğini anladım. İhtiyâcımı bildirdim.
O ihtiyâcım, onun vesîlesiyle halloldu."
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından sonra kendisini
rüyâda görenler, sordular ki: "Efendim, mezar daracık bir yerdir. Hem karanlık
hem de yalnızlıktır. Buna sabretmeniz nasıl mümkün oluyor?" Cevâbında; "Benim
mezarım Allahü teâlânın izni ile çok genişledi ve Cennet bahçelerinden bir bahçe
oldu. O bahçede Cennet kuşları ötüşüyorlar." buyurdu.
Dostlarından biri kendisini
rüyâda görüp, "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi?" diye sordu. Cevâbında; "Allahü
teâlâ bana öyle ihsânda bulundu ki, iki adımda Cennet'e vardım." buyurdu. Diğer
bir kimse, Süfyân-ı Sevri hazretlerini Cennet'te nûrdan kanatlarla uçtuğunu
gördü. "Bu dereceye nasıl kavuştun?" diye sordu. "Dînin emirlerine uymakta çok
hassas davranmakla." buyurdu.
Horasan'ın büyük
velîlerinden Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
bildirdiğine göre, Ebû Ali Şebevî, Resûlullahı rüyâsında görüp; "Yâ Resûlallah!
"Benim saçlarımı Hûd sûresi ağarttı." sözünün sizden rivâyet edildiği doğru
mudur? Bu doğru ise, buna sebeb olan, bu sûrenin hangi kısmıdır? Peygamberlerin
kıssaları mı? Yoksa geçmiş milletlerin mahvolmaları mı?" diye sordu. Resûlullah
cevâbında; "Bunların hiç biri değil. Sâdece, Allahü teâlânın "Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol!" emri beni ihtiyarlattı, saçlarımı ağarttı." buyurdu.
Irak'ta yetişen büyük
velîlerinden Şeyh Mustafa bin Ebû Bekr (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile
ilgili olarak Şeyh Muhammed Ali şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle gördüm.
Günâhlarımdan dolayı muhâkeme için huzûr-ı ilâhîde durmuştum. Etrâfıma
bakındığımda Peygamber efendi miz, Îsâ ve Yûnus aleyhimüsselâmı gördüm. Onlarla
berâber muhâkeme meclisinde Şeyh Mustafa Efendi de vardı. Hakkımda
Cehennemlik diye hükmolundu. Bu esnâda peygamberlerden biri bana; "Bu zât Şeyh
Mustafa'dır. Iraklıdır. Ondan ricâ et, Allahü teâlâdan senin affını,
bağışlanmanı istesin." dedi. Ricâm üzerine Mustafa Efendi, beni affetmesi için
Allahü teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ günahlarımı affedince, Mustafa Efendiden
beni talebeliğe kabûl etmesini ricâ ettim. O da kabûl etti. Uyandığımda terden
sırılsıklam olmuştum. Sabah olunca, hemen Şeyh Mustafa Efendinin huzûruna
koştum. Bana büyük bir yakınlık göstererek, talebeliğe kabûl etti.
Mısır'ın meşhur velîlerinden
Şeyh Safvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Harem-i şerîfte Şeyh
Mustafa Çelebi isminde bir zât vardı. Bu zât bir gece rüyâsında Peygamber
efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona bir kâğıt verip; "Bunu Mısır'da
Gülşenîzâde Şeyh Safvetî'ye ver. Bizi ziyârete gelsin." buyurdu. Bu rüyâ üzerine
hemen Mısır'a gidip onu buldu. Rüyâsını anlattı. Bu müjde üzerine bambaşka bir
hâle girdi. Sonra da hazırlanıp hacca gitti.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından sonra kendisini
rüyâda gördüler. Münker ve Nekir'in suâline karşı ne yaptın? diye sordular.
Şöyle cevap verdi: "Geldiler, Rabbin kimdir dediler. Benim Rabbim O'dur ki, size
ve bütün meleklere Âdem aleyhisselâma secde edin diye emir verdi. Ben o zaman,
Âdem aleyhisselâmın arkasında idim. Size bakıyordum." dedim. Bu cevap, bütün
Âdemoğullarını kurtarır deyip gittiler. |
|