CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

RÜYA - 6

Hindistan'ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri hastaydı. Durumunu bildirdiler. Bunun üzerine Kerîmüddîn gelip o hasta talebenin yanında başka bir yatakta yattı. Allahü teâlâya yalvardı. Rüyâsında o talebesinin yaşayıp yaşamayacağını göstermesini diledi. Uykuya vardı ve rüyâsında siyahlar giyinmiş düşman askerleri ile kendi talebelerinin muhârebe ettiklerini, hasta olan talebenin ise, diğer askerlerden önde at koşturduğunu, kahramanca çarpışarak düşmana çok zâyiat verdirdiğini, yaralanıp attan düştüğünü ve atının onu bırakıp kalabalığa karıştığını gördü. Uykudan uyandığında o talebesinin vefâtının yaklaştığını haber verip, eshâbına techiz, tekfin ve defn için hazırlık yapılmasını söyledi. Talebenin hastalığı ise ölüm şiddetinde görünmüyordu. Orada bulunan talebelerin hepsi hayret ettiler.

Az bir zaman geçince, hastanın durumu ağırlaştı. Nefesi sıklaştı. Bu sırada orada bulunan ve tasavvuf ehlinin hâlini inkâr eden bâzı kimseler kendi kendilerine; "Hocalığın ve talebeliğin şu anda (ölüm ânında) ne işe yaradığını görelim." dediler. Onların bu düşüncelerini kalb yoluyla anlayan Kerîmüddîn hazretleri, açıktan; "Ey Allahım! Vefât etmek üzere olan bu hastanın hakîkî tasavvuf büyüklerine bağlanması hürmetine, seni zikrettiğini bunlara da duyur!" diye duâ etti. Bu söz daha bitmeden, o ölüm hastasının açıktan açığa "Allah! Allah!.." demeye başladığı duyuldu. Rûhunu teslim edinceye kadar böyle devâm etti. Bu apaçık kerâmete şâhid olan yabancılar inkarlarından vazgeçip, Kerîmüddîn'e bağlanıp talebelerinden oldular.

Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Ebü'l-Hasan Şa'rânî şöyle anlatır: "Bir kerre Mansûr bin Ammâr'ı rüyâmda gördüm ve Allahü teâlâ sana nasıl muâmelede bulundu? diye sordum. Şöyle cevap verdi: Bir ses duydum: "Mansûr bin Ammâr sen misin?" dedi. Evet yâ Rabbî dedim. Bir yandan dünyâya rağbet ederken, öbür yandan halkı dünyâdan soğutup zühde teşvik eden sen misin?" dedi. Evet böyle olmuştu yâ Rabbî! Fakat önce sana hamd ü senâ etmeden, sonra Peygamberlerine salât ve selâm getirmeden, üçüncü olarak da kullarına samîmî sûrette nasîhat etmeden, hiçbir sohbete başlamadım ve bitirmedim, dedim. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine: "O doğru söyledi, onun için bir kürsü kurun, üzerine çıksın, dünyâda kullarım arasında şan ve şerefimin yüceliğini ilân ettiği gibi, bu defâ da meleklerim arasında şan ve şerefimin yüceliğini ilân etsin" dedi.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyyid Mîr Muhammed Numân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlattı: Bir gece rüyâda hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri'ni gördüm. Bir yerden mübârek dergâhına gelmişim. Kapıda bekliyorum. İçerden çıkıp beni ayakta, başı önüne eğik, muhtaç hâlde görünce memnun oldu. Çok teveccüh edip, beni kucakladı ve yanındakilere; "Mîr, yoldan geldi. Harâreti vardır. Meyve suyu getiriniz." buyurdu. Önüme beyaz bir kâse getirdiler. Hazret-i İmâm; "Mîr, bu kâseyi al ve hepsini iç ve ondan hiç kimseye bir damla verme!" buyurdu. O meyve suyunu tamâmen içtim. Bundan sonra mübârek hocam yüzünü kıbleye dönüp ellerini kaldırdı ve; "Ey Allah'ım! Muhammed Resûlullah'a mahsus olan nisbeti Mîr'e nasîb eyle!" diyerek, duâ etti ve ellerini mübârek yüzüne sürdü. Sonra yine ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî, bana mahsus olan nisbeti de Mîr'e ihsân eyle." dedi. Uyanınca, rüyâmı hazret-i İmâm'a arz ile tâbirini istirhâm ettim. Cevap vermediler. Huzurlarından ayrıldım. Bir müddet sonra şu mektubu bana gönderdiler:

"Bir gün sabah namazından sonra eshâbımla oturuyordum. Gayr-i ihtiyârî size teveccüh eyledim. Hissettiğim zulmet ve bulanıklıkların giderilmesine gayret ettim. Böylece sizin kemâl hâliniz ayın on dördü gibi oldu. Hidâyet güneşine verilen her şey o dolunaya aksetti. Hattâ kemâl cihetinden fark kalmadı. Ancak bundan sonra zarfı genişletmek ve genişlediği kadar onu doldurmak kaldı. Uzun zaman bu mânânın temsîlî sûretini, doğruluğunu gösteren bir yakînin hâsıl olması için, nazarımda tuttum. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun. Bu nîmete kavuşmanız gördüğünüz ve tâbirini çok istediğiniz o rüyâ sebebiyledir. Allahü teâlâya hamd ve senâlar olsun ki, borcunuz tamâmen ödendi ve vâd edilen şey gerçekleşti. Verilen söz yerine geldi. Temennimiz, kavuştuğunuz bu kemâle, insanları da kavuşturmanız ve o memleketin köyünü, sahrâsını mübârek vücûdunuzla aydınlatmanızdır."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan  Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak şöyle anlatılır: Horasanlı bir genç, bir müddet, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyârî Üveysî'nin feyz ve nûr saçan mezârına gider. Bu mübârek zâtın rûhâniyetinden, hayatta olan bir mürşid-i kâmilin kendisine bildirilmesini ister. Muhammed Bâkî-billah Delhi'ye geldiği gece, bu genç rüyâda, Nakşibendî büyüklerinden birinin geldiğini görür. Emre uyarak, Muhammed Bâkî-billah'ın huzûruna gelip, rüyâda gördüklerini arz eder ve kabûl edilmesi için yalvarır. Fakat cevâbında; "Bu miskîn kendimi bu işe lâyık göremiyorum, herhâlde başkası olsa gerek." buyurur. Çok fazla tevâzu gösterdiği ve çeşit çeşit özürler dilediği için, genç tekrar kaldığı yere döner. Ertesi gece rüyâda kendisine; "O büyük, huzûruna çıktığın ve sana inkisârını beyân eyleyen zâttır." buyururlar. Sabahleyin tekrar huzûruna gelir, fakat bir daha geri çevrilmez. İhtimâmla kabûl edilip, her ne gördüyse orada görür.

Hindistan velîlerinden Muhammed İhsân (rahmetullahi teâlâ aleyh)  hazretleri, gençliğinde tahsîl görmemiş ve ilimde yetişmemişti. Bu sebeple, lüzumsuz ve uygunsuz işlerle meşgûl oluyordu. Bir gece rüyâsında Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini gördü. Süt ile pirinç pilavı yiyordu. Yemeğinden artanı Muhammed İhsân'a verdi. O da yeyip çok lezzet aldı. Heyecanla uyandı. Bu rüyânın tesirinin devâm ettiği günlerde, Muhammed İhsân, Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın talebeleri arasına girdi. Tam bir tövbe ile eski hâlini terketti. Artık bu büyükler yolunda istikâmete kavuşup git gide ilerledi. Müceddidiyye yolunda çok yüksek makamlara kavuştu. Kalbi, Allahü teâlânın muhabbetiyle nûrlandı. Öyle ki, cenâb-ı Hakk'ın muhabbetinden kendinden geçmiş bir hâlde bulunur, dünyâyı unuturdu.

Evliyanın büyüklerinden Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri dâimâ Resûlullah efendimizi rüyâda görmeyi temenni ederdi. Bir gün eve girdi. Annesi evde oturmuş bir kitabı okurken yanına yaklaştığında; "Kim Cumâ gecesi bu duâyı birkaç defâ okursa, rüyâsında Resûlullah efendimizi görür." sözlerini işitti. Böylece Resûlullah efendimizi görme arzusu arttı. Gelecek gece de Cumâ gecesi idi. Annesine; "Cumâ gecesi gelince o duâyı okuyacağım. Belki Resûlullah efendimizi görürüm" deyince, "Git oku." dedi. O da doğruca odasına gitti. Kitapta bildirilen şartlara uyarak, duâyı okumakla meşgûl oldu. Daha önce de, kim her Cumâ gecesi Resûlullah efendimize üç bin salevât okursa, rüyâsında Resûlullah efendimizi görür, diye duymuştu. O duâyı okuduktan sonra, üç bin kerre de Resûl-i ekreme salevât okudu. Vakit gece yarısına yaklaşınca, yatağına yatarak uyudu. Rüyâsında şöyle gördü: Eve girdiğinde kışlık salonda annesi onu görünce; "Oğlum niçin geciktin? Burada seni bekliyordum. Evimizi Resûl-i ekrem teşrif etti. Haydi gel, seni Resûlullah efendimize götüreyim." dedi. Elinden tutup, Resûl-i ekremin bulunduğu yazlık salona doğru götürdü. Resûl-i ekrem oturmuşlardı. Etrâfında da birçok kimseler vardı. Bunların bir kısmı oturuyor, bir kısmı ayakta duruyordu. Resûlullah efendimizin etrafında halka yapmışlardı. Dünyânın her tarafına mektuplar gönderiyordu. Huzûrlarında bir kâtip vardı. Resûlullah efendimizin buyurduklarını yazıyordu. O, Şerefüddîn Osman Zeyyâr Tukânî idi. O zât, zamânın büyük âlimi ve velîsi idi. Annesi onu Resûlullah efendimizin huzurlarına götürünce, Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Zât-ı âliniz bana, ömrü uzun ve Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşacak bir oğlum olacağını buyurmuştunuz. O buyurduğunuz bu mu, yoksa başkası mı?" diye sorunca, Resûl-i ekrem ondan tarafa doğru baktılar. Sonra tebessüm ederek; "Evet, o söylediğim oğlunuz budur." Buyurduktan sonra, kâtip Şerefüddîn Osman'a, "Onun için bir mektup yaz." buyurdu. O da bir kâğıda üç satırlık bir yazı yazdı. Muhammed Rûcî, kâtibin yazdığına bakıyordu. Satırların altına şâhidlerin ismini yazar gibi, ayrı ayrı yerlere birçok kimsenin isimlerini yazdı. Sonra kâğıdı katlayıp, annesine verdi. Oradan ayrılınca, annesinden mektubu aldı. Kendi kendine; "Bu mektûbun muhtevâsını bilmiyorum. En doğrusu, geri dönüp, mektubu Resûlullah efendimize göstereyim. Bana mektubun muhtevâsını anlatırlar." dedi. Bu düşünce ile döndü ve Resûl-i ekremin huzûruna girdi. "Yâ Resûlallah! Bu mektubun muhtevâsını bilmiyorum." dedi. Resûlullah efendimiz kâğıdı elinden aldı. Kâğıtta yazılı olanları sesli olarak okudu. O da Resûl-i ekremin okuduklarını bir defâda ezberledi. Sonra Resûlullah efendimize başka bir şeyi sordu. O anda, kapının sesini duyarak uyandı. Annesi kapıdan içeri giriyordu. Elinde kandil vardı. Yatağından kalktı. Annesi ona; "Oğlum, rüyânda birşey gördün mü?" diye sorunca; "Evet gördüm." dedi. O zaman, "Ben de senin gördüğünü gördüm." dedi ve rüyâsını anlatmaya başladı. İki rüyâ arasında hiç fark yoktu.

Büyük velîlerden Muhammed Nasûhî Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında sarayda vazîfeli Mehmed Ağa şöyle anlattı: "Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar'daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde, Doğancılar'da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu. Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu. Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nasûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Bâzılarına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; "Pâdişâhımız, Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz." dediler. Bu sırada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın önünden geçerken durdu. Ona dönüp; "Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!" buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rekat namaz kılıp Kur'ân-ı kerîm okudu. Sevaplarını Nasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı. Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı. Ağa nereye gidiyor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa Doğancılar'a geldi. Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar durduktan sonra, Kur'ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağaya, bilmiyormuş gibi gece nereye gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş sebebini anlattırdı. Hanımı Ağadan dinlediklerini daha sonra bana nakletti."

Bu zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olan Ağa, dergâhının devamlılarından oldu.

Osmanlı âlimlerinden ve büyük velîlerden Nûreddînzâde Muslihuddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece, fener hazırlatıp saraya gitti. Saraya varınca, kapıda bulunan görevliler içeri aldılar. Pâdişâha durumu arzedilince, kendisini kabûl etti. Pâdişâhla uzun müddet sohbet ettikten sonra şu rüyâsını anlattı: "Bu gece Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Emir buyurdu ki: "Süleymân'a bizden selâm söyle; İslâmın düşmanlarıyla farz olan cihâdı niçin terk etti? Benim şefâatimden ümit bekler ve rızâmı almak isterse, İslâm askerini hazır bulundurup, İslâm düşmanlarını ihtar etmekten uzak durmasın!" Bunun üzerine Pâdişâh yerinden saygı ile kalkıp, şevkle ve gözleri yaşararak nîmete şükür ettikten sonra; "Efendim, şimdi Peygamberlerin Sultânı bu tâkatsız ve güçsüz kölesine ismiyle zikr edip emir buyuruyorlar. Bu emre boyun eğmemiz gerekmez mi? Buna binlerce hamd olsun" deyip, gazâya gitmek üzere niyet etti. Ertesi gün Zigetvar seferine gitmek üzere hazırlıklar yapıldı. Ordu, İslâmın düşmanlarıyla cihâd etmek üzere yola çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân bu sefere katılıp, orada vefât etti. Şehîd olmak sûretiyle Resûlullah efendimizin muhabbetine lâyık oldu. Kânûnî'nin Zigetvar seferine, Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi de katılmıştı. Sultan Selîm'in İstanbul'da tahta çıkıp Belgrat'ta orduyu ve babası Kânûnî'nin cenâzesini karşılamasından sonra, cenâze, Muslihuddîn Efendi ve yanındaki dört yüz kişiye teslim edilip İstanbul'a gönderildi.

Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin câriyesi yanına geldi. Selâm verdi ve namaz kılınan odaya geçti. İki rekat namaz kıldı. Sonra uyuya kaldı. Biraz sonra kalktı ve halîfeye; “Tuhaf bir rüyâ gördüm.” dedi. Halîfe; “Ne gördün anlat.” dedi. Câriye; “Rüyâda Cehennem’i gördüm. Cehennemlik olanların üzerine kükreyip duruyordu. Sonra Cehennem üzerinde Sırat köprüsü kuruldu. Abdülmelik bin Mervân geldi. Köprüye girdi. Bir kaç adım attı, sonra devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Velîd bin Abdülmelik geldi. O da devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Süleyman bin Abdülmelik geldi. O da aynı şekilde Cehennem’e düştü.” dedi. Halîfe; “Devam et.” dedi. Kadın; “Sonra da seni getirdiler.” der demez, Ömer bin Abdülazîz bir ah çekti, düştü ve kendinden geçti. Kadın, yüksek sesle; “Vallahi senin selâmetle Sırat köprüsünü geçtiğini gördüm.” dedi ise de halîfe bunu işitmiyor, yerde çırpınıp duruyordu.

Fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Ömer bin Saîd el-Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ilgili olarak, Rivâyet edilir ki: Bir kimse, o zamanda bulunan büyük âlimlerden birine gelerek; “Efendim! Rüyâmda çok büyük bir nûr gördüm. Ta’ker Dağı eteğinden çıkan o nûr gittikçe yükseliyordu. Ben hayretle seyrediyordum. Nihâyet semâya kadar yükseldi. Semâ yarıldı (açıldı) ve o nûr semâda kayboldu. Bu rüyânın hikmeti ve tâbiri nasıldır?” Bunları dikkatle dinleyen o büyük âlim, o kimseye; “Bu, Ta’ker Dağı eteğinde bulunan çok büyük bir âlimin vefât edeceğine alâmettir. Hattâ o âlim vefât edince, yerler bile sarsılır.” buyurdu. Ta’ker Dağı, o muhitte bulunan en yüksek dağ idi ve Ömer bin Saîd hazretlerinin köyü bu dağın eteğinde bulunuyordu. Hakîkaten, Ömer bin Saîd  hazretlerinin vefât ettiği gün yer sarsıntısı oldu. O civarda bulunanlardan yahudilerin en âlimi olan ve Tevrat’ı en iyi bilen kimse olarak tanınan bir kimse, o gün müslümanlardan bir kimseyi görüp ona; “Bu büyük zelzele, sizin âlimlerinizin büyüklerinden birinin vefâtına alâmettir” dedi. O müslüman kimse hayret edip araştırmaya başladı. Nihâyet Ömer bin Saîd hazretlerinin o gün vefât ettiğini öğrendi. Türbesi, yüksek zâtların bulunduğu bir kabristanda olup, hiçbir kimse uygunsuz bir hâlde o türbeye yaklaşamamaktadır. Hattâ Ömer bin Saîd hazretlerinin köyü ve o köyde bulunanlar, her türlü korkulacak hâllerden emindirler. O köye sığınmış olan birine bir kimse bir kötülük yapmak istese, o kimseye bir zarar veremeyeceği gibi, kendisi de derhâl bir belâ ile cezâlandırılır. Bu ve benzeri hâller çok defâ görülüp tecrübe edilmiştir. Bir kimsenin bir ihtiyâcı olur, bu ihtiyâcının görülmesi için bu zâtın türbesine gider ve bu zâtı vesîle ederek duâ ederse, Allahü teâlânın izni ile ihtiyâcı hâllolur.