|
RÜYA - 4
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin İdrîs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden biri şöyle anlatır: Mekke-i mükerremede hac farîzasını edâ
ettikten sonra, şiddetli bir hastalığa tutuldum. İhtiyâcımı görecek kadar bile
ayağa kalkamıyordum. Bu hâl üzere öleceğimden çok korktum. O hâlde Allahü
teâlâya duâ edip, Ahmed bin İdrîs'in rûhâniyetinden yardım istedim. O anda
uyudum. Karşımda Ahmed bin İdrîs'i gördüm. Ben bir divanda sırt üstü yatıyordum.
O yanımda durdu. Bana; "Senin ilâcın Zemzem suyu ve ameliyat." buyurdu. Tâkatim
hiç yoktu. Beni ameliyat etti. Çok terledim. Hattâ divandan yerlere terler
damladı. O esnâda uyandım. Kendimi yokladığımda bir dinçlik hissettim. Ayağa
kalkıp yürümeye başladım. Hocamın bereketiyle şifâ buldum.
Günler sonra tekrar
hastalandım. Tekrar hocamı vesîle ederek yardım istedim. Rüyâmda onu yüksek bir
mekânda, büyük bir çadır içinde tek başına oturur gördüm. Selâm verdim. Bana;
"Otur." buyurdu. Huzûrunda oturunca: "Sen ölümden korkuyorsun değil mi?"
buyurdu. "Evet efendim." dedim. Bir kâğıt alıp üzerine iki satır hâlinde,
birinci satıra, ömrün seksen seneye ulaşmadan ölmezsin, ikinci satıra da
inşâallah âriflerden bir zât olursun, diye yazdı. Sonra o kâğıdı bana verdi ve;
"Oku." buyurdu. Ben de okudum. Bu hususta Allahü teâlâya şükrettim. Sonra da
Resûlullah efendimizi göremediğimi hatırlayıp, görmekle şereflenmek istediğimi
arzettim. O zaman; "Otur, görmene yardımcı olayım." buyurdu. O esnâda karşımda
sırasıyla; hazret-i Ali, hazret-i Osman, hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekr ile
Peygamber efendimizi gördüm. Sonra uyandım. Gördüğüm rüyâ sebebiyle çok
sevinçliydim. Sonra Mekke-i mükerremeden Yemen'e gittim. Subye şehrinde hocam
Ahmed bin İdrîs'e kavuştum. Birinci günün gecesi, rüyâmda nûrlara gark olduğumu
gördüm. Nûrun çokluğu sebebiyle kendimden geçtim. Uyandığımda vücûdum
titriyordu. Daha sonra hocamdan İdrîsiyye yolunun edebini öğrendim. Bana: "Bizim
yolumuza giren, yüce maksada kavuşur. Allahü teâlâyı tanır." buyurdu.
Horasan'ın büyük
velîlerinden Ahmed-i Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
vefât ettikten üç gün sonra Kâdı Alâeddîn Mervezî Câm kasabasına gelmişti. Ahmed
Nâmık hazretlerinin vefâtını öğrenince; "Ben ondan hadîs-i şerîf dinlemeye
gelmiştim. Çünkü, onun sahîh hadîs-i şerîfler ile sahîh olmayanları birbirinden
ayırabildiğini duydum. Yazık, ben onun huzûrunda bulunmaya ona hizmet etmeye
kavuşamadım." diyerek üzüldü. O sırada Ahmed Nâmıkî Câmî'nin yerinde
oğullarından Burhâneddîn Nasr bulunuyordu. O, Kâdı Alâeddîn'i ağırladı. Kâdı
Alâeddîn, her gün bir-iki defâ Ahmed Nâmık'ın kabrine gidip, orada ağlıyordu.
Yine birgün kabrin ayak
ucunda oturmuştu. Bu sırada uykuya daldı ve uzun müddet öyle kaldı. Burhâneddîn
Nasr üç kişiyi ona kimsenin dokunmaması için vazîfelendirdi. Kâdı Alâeddîn
uyanınca, Şeyh Burhâneddîn'in kütüphânesinde bulunan hadîs-i şerîf râvilerini
(rivâyet edenleri) anlatan Esânid isimli kitabı yanında buldu. Ağlayarak dergâha
geldi. Burhâneddîn Nasr'a rüyâsını anlatmak istediğinde o rüyâdan haberim var
demek isteyerek; "Anlatmana gerek yok." dedi. Bunun üzerine oradakilere rüyâsını
şöyle anlattı:
Ahmed-i Nâmıkî'nin kabri
başına oturmuştum. Kendi kendime; "Ne olaydı da onunla görüşebilseydim. Birkaç
hadîs-i şerîf dinleseydim. Bu fırsatı kaçırdım." diye düşünerek hem üzülüyor hem
de ağlıyordum. Bu sırada bana bir ağırlık gelip, uyudum. Rüyâmda Ahmed-i Nâmıkî
hazretlerini gördüm. Yüksek bir yerde oturmuştu. Yanına gidip, selâm verdim.
Bana iltifât etti. O sırada oğlu Burhâneddîn Nasr yanımıza geldi. Ona; "Ey Nasr!
Git Esânid isimli kitabı getir." dedi. O, kitabı getirince huzûrunda ondan
pekçok hadîs okudum. Sahîh değildir dediklerine işâret koyuyordum. Okuma işi
bitince; "Ben bunların gerçekten sahîh olmadığını nereden bileyim." dedim. Bunun
üzerine bana; "Ben bunları sana söylerken, o sırada Resûlullah efendimizi
görüyordum. Sahîh olmadığını işâret buyurduklarını sana söylüyordum, sen de
işâretliyordun." buyurdu. Sonra; "Efendim! Esânid kitabını bana lutfetseniz
bizim için büyük devlet olur." dedim. Ahmed-i Nâmıkî; "Ey Nasr! Esânid'i Kâdıya
ver. Bizden ona yâdigâr olsun. Bize de duâ eder." buyurdu. Uykudan uyandığımda;
Esânid kitabını içindeki hadîs-i şerîflerden sahîh olmayanları işâret edilmiş
olarak yanımda buldum."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
vefâtından yaklaşık 200 yıl geçtikten sonra, birgün Büyük Türk Hâkânı Emîr Tîmûr
Buhârâ'ya gitmek üzere yola çıktı ve Türkistan'a uğradı. O gece rüyâsında Ahmed
Yesevî hazretlerini gördü. Kendisine: "Ey yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâallah
orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten
oranın insanları senin gelmeni bekliyorlar." buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu
müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok
para verip, Ahmed Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe
yaptırmasını emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün
hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır.
Buhârâ'da yetişen en büyük
velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü: "Büyük bir otağ
kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri
ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri
girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri
girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki: "Bize, kabrimizin 100
fersah mesâfesine defnedilecek her müslümana şefâat etmemiz ihsân edildi.
Alâeddîn-i Attâr'a da 40 fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi
sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar
ihsân edildi." (Bir fersah, altı kilometredir.)
Evliyânın büyüklerinden
Ali bin Muvaffak (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir zaman Kâbe-i
muazzamayı tavaf ettikten sonra Altın oluğun hizâsında oturup tefekküre daldı.
"Acabâ Allahü teâlâ indinde hâlim nicedir?" diye düşündü. Bu hâlde iken
kendinden geçti uyudu. Rüyâsında kendisine; "Ey Ali bin Muvaffak! Elbette sen
evine sevdiğini ve seni seveni dâvet edersin. Biz de sevdiğimizi çağırırız."
denildi. Sonra sevinçle uyandı.
Ali bin Muvaffak hazretleri
şöyle anlatır: "Bir sene hacca gitmiştim. Arefe gecesi olunca, Minâ'da Hîf
Mescidinde uyudum. Rüyâmda; semâdan üzerlerinde yeşil elbiseler bulunan iki
meleğin indiğini gördüm. Birisi diğerine; "Bu sene, Kâbe-i muazzamayı kaç
kişinin ziyâret ettiğini biliyor musun?" diye sordu. Diğeri; "Bilmiyorum!" dedi.
Soran melek; "Altı yüz bin kişi ziyârette bulundu." dedi. Yine; "Kaç kişinin
haccı kabûl oldu, biliyor musun?" diye sordu. Diğeri yine bilmediğini
söyleyince, soruyu soran melek; "Altı kişinin haccı kabûl oldu." dedi. Sonra,
her iki melek havaya doğru yükselip, kayboldular. Ben korku ile uyanıp çok
üzüldüm. Altı kişinin haccı kabûl olunca, benim bu altı kişi arasında olmam pek
zor, diye düşündüm. Arafât'tan ayrılıp Meş'ar-i Haram'a geldim. Geceyi orada
geçirdim. İnsanların çok olmasına rağmen, pek azının haccının kabûl olmasının
üzerinde düşünmeye başladım. Bu düşünce ile uyuya kaldım. Önceki gördüğüm iki
melek, yine aynı sûretleri üzere geldiler. Biri diğerine; "Bu gece, Allahü
teâlânın nasıl ve ne ile hükmettiğini biliyor musun?" dedi. Diğeri;
"Bilmiyorum!" dedi. Bunun üzerine soruyu soran; "Allahü teâlâ altı kişiden
herbirine, yüz bin kişi verdi. Onların haccını, bu altı kişinin yüzüsuyu
hürmetine kabûl etti." dedi. O sırada ben sevinçle uyandım."
Horasan velîlerinden Ali
Nâtikî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kâdı iken bir rüyâ gördü. Rüyâsında
kıyâmet kopmuştu. Halk, Arasat meydanında toplanmıştı. Günahkârların hesapları
görülmüş olanlarını zebanîler yakalayıp Cehennem ateşine atmak için
götürüyorlardı. Cehennem'e müstahak olanların başında kâdı tâifesi geliyordu.
Bir ara, sıra Herât'ın eski kâdısına geldi. Bu zât kollarından sürüklenerek
götürülürken feryad içinde Ali Nâtikî'yi de göstererek; "Benim yerime kâdı olan
budur. Bunu da benimle ateşe atın!" deyince, Zebânîler Seyyid Ali'yi de
yakalayıp sürüklemeye başladılar. O da feryâd içinde yardım istemeye başladı. Bu
sırada bir zât gelip, onun ellerini çözüp, zebânîlerin elinden kurtardı. Seyyid
Ali heyecan içinde uyandı. Hemen tövbe ve istiğfâr etti. Sonra kâdılıktan
ayrılarak rüyâsındaki zâtı aramaya başladı. Soranlara kâdılıktan ayrılış
sebebini hiç söylemedi. Bir köyden geçerken, yanına bir zât gelip; "Sizi hocam
istiyor." diyerek Ali Nâtikî'yi berâberinde bir dergâha götürdü. Ali Nâtikî ile
hocasının huzûruna girdi. O zât; "Rüyânda gördüğün o zâta çok benziyor muyuz?"
buyurunca, Ali Nâtikî'nin o anda aklı başından gitti. Hemen o zâtın elini
öperek, ona talebe oldu. Ondan tasavvuf yolunu öğrenerek, yüksek mertebelere
kavuştu. Sonra hocası tarafından insanlara doğru yolu anlatmakla
vazîfelendirildi.
Tâbiîn devrinin büyük hadîs,
kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A'meş (rahmetullahi teâlâ aleyh)
vefâtından sonra da ilminin çokluğu sebebiyle, hayırla anılmıştır. Vefâtından
sonra, evini birçok âlim ziyâret etmiştir. Cerîr şöyle anlatır: "Vefâtından
sonra A'meş'i rüyâmda gördüm; "Nasılsın?" diye sordum. Bana; "Allah'ın mağfireti
ile kurtulduk. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun." cevâbını verdi."
İstanbul'da yaşamış büyük
velîlerden Aynî Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün rüyâsında
Peygamber efendimizi gördü. O'na; "Deysûka'ya git. Şu alâmette, şu halde olan
Nâsûh Paşa isminde bir fakire doğru yolu göster." buyurdu. Sabah olunca Aynî
Dede; "Bu ne haldir?" diye hayretle düşündü. Ertesi gece yine rüyâda; "Niçin
hemen gitmedin?" diye îkâz edildi. Sabah olunca yol hazırlığını yapıp,
hocasından izin alarak yola çıktı. Deysûka'ya vardığında, önce o zâtı, âlimler
ve sâlihler arasında aradı, fakat bulamadı. Sonra araştırmaya devâm etti. Yine
bulamadı. Ona; "Bu vasıflı bir kimse var, fakat ibâdet ve diyânet ile pek
alâkası yoktur. Ondan bahsetmeye bile değmez." demelerine rağmen Aynî Dede o
zâtın çağırılmasını istedi. O zât gelip, Aynî Dede'yi görünce; "Ey efendim!
Teşrîf ettiniz mi? Sana emredilen sözü yerine getirdin, demek!" dedi ve Aynî
Dede'nin ellerine sarıldı. Aynî Dede; "Beni nereden tanıdın?" diye sorunca, o
zât olanları hemen anlattı. Aynî Dede derhal ona yapacağı hizmeti yerine
getirdi. İbâdet ve tâatla ilgili öğreteceklerini ona öğretti. O zât gücü
nisbetinde rızkını kazanmak için çalışıp, boş zamanlarında da Aynî Dede'nin
sohbetlerine devâm ederdi.
Bir gün o zât Aynî Dede'nin
sohbetine vaktinde gelemedi. Aynî Dede, merak edip evine gitti. Niçin
gelmediğini sorduğunda, o zât; "Efendim! Bugün sohbeti ihmâl ettiğim sanılmasın.
Vücûdumda hiç tâkat ve kuvvet kalmadı. Gözüm ve gönlüm başka âlemi seyretmekte.
Bütün âlem gül bahçesi gibi olup, âhiret kokusunu duydum. Bir Yâsîn-i şerîf
okusanız da, rûhum tertemiz olsa, gönlüm açılsa." dedi. Aynî Dede Yâsîn-i şerîf
okumaya başladı. Daha okuma bitmeden o zât rûhunu teslim etti.
Büyük velîlerden
Aynüzzemân Cemâleddîn-i Geylânî hazretleri, Necmeddîn-i Kübrâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunmak üzere, ilk defâ
memleketinden ayrılarak yola çıkacağı zaman, kendisine lâzım olur düşüncesiyle,
kütüphânesinde bulunan, çeşitli ilimlere dâir kitapları alıp götürdü.
Uzun yolculuk esnâsında, bir
gece rüyâsında Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerini gördü. Kendisine; "Ey Geylicik!
Yükünü bırak da gel!" diyordu. Uyandığında, kendisinin dünyâlık bir şeyi
bulunmadığını, dünyâlık toplayacak hâli de olmadığını düşünerek, üstâdın rüyâda
kendisine böyle söylemesinin hikmetini anlıyamadı. İkinci gece yine aynı rüyâyı
gördü. Uyandığında bu sözün mânâsını daha fazla merak etti. Üçüncü gece
rüyâsında yine aynı şeyi söyleyince; "Ey efendim! Yüküm nedir?" diye suâl etti.
"Toplayıp getirdiğin kitaplar." buyuruldu. Uyandığında, bu kitapların hocasından
istifâde etmesine mâni olacağını anlayıp, hepsini Ceyhun Nehrine attı. Necmeddîn-i
Kübrâ'nın huzûruna vardığında, kendisine; "Ey Cemâleddîn! Eğer o kitapları nehre
atmasaydın, bizden istifâde edemezdin." buyurdu. Cemâleddîn söz dinleyip
kitapları nehre attığı için çok sevindi. Hocasının dergâhında kırk gün kalmakla
çok yüksek derecelere kavuştu. Kırk gün sonra hocası ona tarîkat hırkası
giydirip, Aynüzzemân, zamânın gözbebeği ünvânını verdi. |
|