|
RÜYA - 3
Musul âlimlerinden ve
Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatır: "Bir gün Emir-ül-müminîn hazret-i Ali'yi rüyâmda görüp, bana nasîhat
et, dedim. Tevâzudan daha iyi bir şey görmedim. Yalnız Allahü teâlâdan sevap
umarak, zenginin yoksula gösterdiği tevâzudan daha güzel ne olabilir, dedi.
Biraz daha nasîhat edin, dedim. Buyurdu ki: Ondan daha güzel olanı, Allahü
teâlâya gâyet fazla güven duyan fakirin, zengine karşı kibirli ve gururlu
davranmasıdır."
Vefâtından sonra Feth-i
Mûsulî'yi rüyâda görenler; "Allahü teâlâ sana ne yaptı?" dediler. Dedi ki:
Allahü teâlâ bana; "Niçin o kadar ağladın?" buyurdu. "Günahlarım ve kusurlarım
sebebiyle yüzüm olmadığından ağlıyorum." dedim. "Ey Feth! Bu çok ağlaman
sebebiyle, günâhını yazan meleğe sana günah yazmamasını emretmiştim." buyurdu.
İstanbul evliyâsının
büyüklerinden Mehmed Emîn Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak Hattat Muhammed Râsim Efendi şöyle anlatır; "Cennetmekân
Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada
orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır,
çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye
yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman
Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem'e götürülecek bâzı kimseler
bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem'den kurtuluyordu.
Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda;
"Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına
vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat
istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı
anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına
doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir
dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler.
O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine
iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat
buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus
süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle
çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri
arasında, süratle oradan uzaklaştı.
Bu rüyâyı gördükten sonra
ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler
teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm.
Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece
gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de
ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak,
bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir
mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından
sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe
nakleder oldum."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak Sultânın yakınlarından Hasan Can anlatır: Mısır feth olunduğu
günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han bana şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda
Muhammed Bedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek
giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını
söyleyip bizimle vedâlaştı." Ben ise, gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı
tabire giriştim ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi
olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir."
dedim. Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir
ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî'nin ölüm döşeğinde
Şam'ın ileri gelenlerini toplayıp; "Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ
katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ
tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu
bildirdi. Orada hazır olanlara veya olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı
olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i Muhteremeyne (Mekke-i mükerreme
ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultân'a benden duâ ve
selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin."
diye vasiyette bulunmuştu.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri
hakkında Abede binti Şevvâl şöyle anlatmıştır: "Râbia'yı vefatından bir sene
sonra rüyâda gördüm. Yeşil elbiseler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü vardı.
Ben; "Seni sardığım kefenine ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ onları çıkardı ve
bana bunları verdi." dedi.
Vefâtından sonra kendisini
rüyâda görenler; "Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu?"
diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim?)
suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle
arzediniz: (Ey Allah'ım! Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı
unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum?)"
Bessâr bin Gâlib en-Necrânî
diyor ki: "Râbia-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında
onu rüyâmda gördüm. Bana; "Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış
tabaklarla bize sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan
müminler ölüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara
konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir"
buyurdu.
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A'lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geçmişti ki,
talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından olan Mesmât Revşenâhî
ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini tâmir etmek, kabrin üzerine güzel
bir türbe yapmak istedi. Fetihpûr şehrinden kırmızı taş getirtti. İnşâata
başlandı. İşin başında bulunan mühendis gece rüyâsında, Şeyh'in, kabrinin
üstünde ayakta durduğunu ve; "Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına
bir tuğla parçası düş- tü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o
tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata
devâm edin" buyurduğunu gördü. Sabah olunca o mühendis, Mesmât'ın yanına geldi
ve rüyâsını anlattı. Mesmât; "Hazret-i Şeyh'in buyurduğunu yapın." dedi. Öyle
yaptılar. İleri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın
büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının
sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla parçasının içine düştüğünü gördüler.
Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün
bedeni sağlam ve nûrlu, sîmâsı ise hayattaki kadar canlı ve tâze olarak duruyor.
Hayretler içinde kaldılar. Rüyâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının
mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar Fâtiha okudular. Sonra
kırılmış tabutu tâmir ettiler ve türbenin yapımına başladılar. Güzel bir türbe
yapıldı. İnsanlar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.
Evliyânın büyüklerinden
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim
öğretmekle meşgûl olduğu sırada, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü.
Rüyâsını şöyle anlatır: "Resûl-i ekrem, Eshâbı ile berâber oturuyordu. Ben
Eshâbdan bir zâta; "Bu topluluk nedir?" diye sordum. O zât da; "Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya,
Allahü teâlâ yedi yâren verdi. Bu topluluğun gâyesi, onları tâyin etmektir."
dedi. Ben bunu duyunca, bir köşede edeble oturdum. O tâyin olacak kimseleri
görmek için beklemeye başladım. Resûl-i ekrem; İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin ve
İmâm-ı Zeynel Âbidîn'e; "Gidin, Tâc-ül-Ârifîn'in akrabâsından Seyyid Matar,
Seyyid Kâzım, Seyyid Muhammed, Seyyid Ali ibni Kamîs, Abdurrahmân Tafsuncî, Ali
ibni Haytî, Seyyid Askeri-i Şevdî adlı yedi kimseyi alıp getirin." buyurdu.
Onları alıp, Peygamber efendimizin huzûruna getirdiler. Ben bu zâtları görünce
çok sevindim. Peygamber efendimiz; "Yâ Hasan, yâ Hüseyin, yâ Zeynel Âbidîn!
Gidiniz, oğlunuz Ebü'l-Vefâ'yı getirin." buyurdu. Bu emir üzerine onlar gelip,
beni Peygamber efendimizin huzûruna götürdüler. Ben selâm verip, Peygamberimizin
mübârek elini öptüm. Peygamber efendimiz bana; "Merhabâ yâ Ebü'l-Vefâ! Allahü
teâlâ sana hem dünyâda hem âhirette yâren olarak bu yedi kişiyi verdi." buyurdu.
Ben; "Yâ Resûlallah, bunların derecesi nedir?" diye suâl edince; "Yâ Ebü'l-Vefâ!
Senin yârenin olan bu yedi kişi dünyâ ve âhirette saîd kimselerdir. Bunların
nesli kıyâmete kadar kesilmeyip, bütün dünyâya yayılsa gerektir." buyurdu. Sonra
o zâtlara dönerek; "Birer ellerinizi Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın sırtına, birer
ellerinizi de benim elimin altına koyup bîat ediniz, ona yâren olunuz." diye
emir buyurunca bu emri yerine getirdiler.
Peygamber efendimiz, Ebü'l-Vefâ'ya
dönerek; "Yâ Ebü'l-Vefâ! Sana yedi yâren verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdk ile
riyâsız muhabbet besler ve mürîd olursa, kıyâmet gününde benim bayrağım altında
haşrolunur. Benim evlâdım olan seyyidlere kim hürmet ederse, aynen bana hürmet
etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâlâya
hürmet eden, Cennet'i kazanmıştır. Benim evlâdıma kim hürmet etmezse, bana
hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmeyen, Allahü teâlâya hürmet etmemiştir.
Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeri ise Cehennem'dir.
Ey Ebü'l-Vefâ! Sana ve
yârenlerine vasiyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga ve anlaşmazlık
çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlaşmazlık karışan silsilenin nesli helâka uğrar. Ey
Ebü'l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yârenin eteğine yapışan
saâdete ulaşır. Bunlardan uzaklaşan, benden uzaklaşmış olur." buyurdu. Ben bu
ahde sâdık kalacağımı söyledim ve bu yedi zâtı da cân u gönülden yârenliğe kabûl
ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla uyandım."
Hanıma, "Git, bak kim
gelmiş?" dedim. Hanım kapıyı açınca, o yedi zâtı gördü ve bana; "Yedi kişi
geldi, seni soruyorlar." dedi. Onları içeri dâvet ederek, yemek yedirdim ve;
"Gelmenizin sebebi nedir?" diye sordum. Onlar da; "Rüyâmızda Peygamber
efendimizi gördük. Bize Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ sizin zâhiren ve bâtınen
atanız oldu. Ona gidin, buyurdu." dediler. Ben de onlara gördüğüm rüyâyı
anlattım. Onlar zâhiren de bana bîat ettiler.
Evliyânın meşhurlarından
Abdurrahmân bin Ali Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir elini devamlı
gizli tutar, göstermek istemezdi. Bir defâsında bâzıları ısrarla sebebini
sorunca şöyle anlatmıştır:
Peygamber efendimizi
methetmek için bir kasîde yazdım. Sonra dünyâya düşkün olan bâzı kimseleri de
methettim. Bunun üzerine Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Beni azarlayıp
elimi kesmemi emretti. Ben de elimi kestim. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh) bana
şefâatçi olup, Resûlullah'dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular.
Kestiğim elimi birleştirdim, eskisi gibi oldu. Uyandığım zaman elime bir baktım,
kesilmiş ve birleştirilmiş olan yerde bir iz vardı. Sonra elini çıkarıp o ısrar
edenlere gösterdi. Baktılar ki elindeki o izden bir nûr parlıyordu.
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin vefât haberini
İskenderiye'de iken duyan Muhammed bin Huzeyme, çok üzülmüştü. Rüyâsında Ahmed
bin Hanbel'in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine; "Ey İmâm! Bu böyle ne
biçim yürüyüş?" dedi. O da; "Dünyâda Allahü teâlânın dînine hizmet edenlerin,
Cennet'teki yürüyüşleri böyledir." buyurdu. O; "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele
etti?" diye sual etti. İmâm hazretleri; "Allahü teâlâ beni affetti, başıma bir
taç, ayağıma altından iki ayakkabı giydirdi ve; "Ey Ahmed! Kur'ân-ı kerîm benim
kelâmımdır, diye inandığın için, bu iltifâtlara kavuştun. Ey İmâm! Süfyân-ı
Sevrî'den sana ulaşan duâlar var, onlarla dünyâda duâ ettiğin gibi, şimdi de duâ
et." dedi. Bu emir üzerine; "Ey âlemlerin Rabbi olan Allah'ım! Bizleri af ve
magfiret eyle. Bizlere suâl sorma." diye duâ ettim. Bu duâdan sonra; "Ey Ahmed!
İşte Cennet, gir oraya buyurdu ve ben de Cennet'e girdim." dedi. |
|