|
RÜYA - 2
Anadolu'da yaşayan büyük
velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Susuz'a vardıktan bir
müddet sonra rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Hacım Sultan Peygamber
efendimizin elini öptü. Peygamber efendimiz ona; "Ey ciğerpârem Hacım! Senin
makâmın burasıdır. Burada karar eyle. Senin ömrün burada geçer. Allahü teâlâdan
râzı ol. O'na tevekkül eyle." buyurdu ve bâzı nasîhatlarda bulundu. Hacım Sultan
uykudan uyanınca, Allahü teâlâya şükretti.
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) rüyâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece
rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla
beni uyandırdılar. Kendisine bakınca; "Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu
öğrenir, sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir
kimseye vermediği bir azap ile cezâlandırır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından
Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Bir defâ
cihânın süsü ve kâinâtın serveri olan Peygamber efendimizi rüyâda görmekle
şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi
yüzüme geliyordu. Bu esnâda susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su
getirmesini emir buyurdu. Fakîr; "Yâ Resûlallah, onlar benim pîrimin evlâdıdır."
diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir azîz,
kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; "Yâ Resûlallah, hazretiniz Müceddîd-i
elf-i sânî hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri
yoktur." buyurdu. "Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ı,
mübârek nazarlarınızdan geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın
bir yer varsa oku!" Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bâzı mektuplarında
geçen ve Allahü teâlâ için; "O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ'dır, yâni
Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O
değildir" buyurduğunu okudum. Resûlullah efendimiz bunu çok beğendi ve; "Tekrar
oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir
müddet devâm etti. Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana; "Ben bu
gece rüyâmda sizin bir rüyâ gördüğünüzü gördüm. O rüyâyı bana anlat!" deyince,
anlattım. Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rüyâda, Resûlullah
efendimizin mübârek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamâmen nûr ve
huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu
rüyânın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."
Bursa velîlerinden
Miskâlî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Mustafa
Efendi adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün damda uyuyordum. Rüyâmda
Miskâlî Efendi ayağı ile bana dokunup; "Kalk buradan bire gâfil!" dedi. Hemen
uyandım rüyânın tesiriyle yerimden fırlayıp kalktım. O anda tavanda bulunan
büyük bir taş parçalanıp, bir parçası tam başımı koyduğum yere düştü. Sonra
huzûruna gittiğimde kulağıma yavaşça; "Yatacaktın değil mi?" dedi."
Anadolu evliyâsından Baba
Haydar Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında,
pâdişâh Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir
ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine: "Efendimiz, Eyüp'teki
Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh
uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı
Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç
duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken
Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var
Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı
bir zât bana; "Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ
veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah
Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar
kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi.
Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı
rüyâsında gördü ve yine:
"Baba Haydar sizi
kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma
anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna
rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında
üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle
sâdece:
"Baba Haydar sizi bekliyor."
dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp'ten dâvet
aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle
ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı
kişilere:
"Biz uzaktan geldik. Baba
Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca
câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de
sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:
"Siz şu tepede oturan ve
kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i
ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini
istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O
amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi.
Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde
beklerken içeriden titrek ince bir ses:
"Buyurunuz Pâdişâhım!"
diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir
postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu
gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle
Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir
müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir
görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu
gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete
geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri
kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün
sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr
yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba
Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:
"Efendim! Benden ne
dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem."
deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu
fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:
"Mâdem çok istiyorsan,
şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek.
Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet
etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda
tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba
Haydar'ın yanına giderek:
"Efendi hazretleri
buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer
yaptırılmıştır." dedi.
Baba Haydar, Sultana; "Ben
ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin
bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra,
üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana
vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi
için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide
imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra,
büyüklerden biri kendisini rüyâda görüp; "Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi."
diye sordu. Buyurdular ki: "Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki; "Ey
Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?" diyordu. "Yâ Rabbî! Sana lâyık hiç bir iyi
amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim."
dedim.
Hazret-i Bâyezîd, vefât
ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rüyâda görüp sordu. "Münker ve
Nekir sana nasıl muâmele eyledi?" Cevâbında; "O iki mübârek melek gelip; "Rabbin
kimdir?" diye sorunca, onlara dedim ki: "Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl
olmaz. Siz bana O'nu soracağınıza, beni O'na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak
kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defâ;
"O, benim Rabbimdir." desem ne faydası olur?" buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir
kere rüyâmda çok güzel bir genç gördüm. "Sen kimsin?" diye sordum. "Takvâyım."
dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Dertlilerin kalbinde." dedi. Sonra
diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir kocakarı gördüm. "Sen kimsin?" dedim.
"Ben kahkaha, zevk ve keyifim." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Çok
gülenlerin kalbinde." dedi. Uyandıktan sonra hiç bir zaman kahkaha ile gülmemeye
niyet ettim."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini vefâtından
sonra rüyâda gördüler. Benzi sararmış bir hâlde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Sebebini sorduklarında; "Gömülü bulunduğum şu kabristana defnedilen
cenâzelerden, onda biri bile mümin olarak ölmemiş." buyurdu. "Öldükten sonra
sana nasıl muâmele edildi?" diye sorduklarında: "Elime bir sevap ve günah
defteri verildi. Bunu okurken, bilmediğim bir günahtan dolayı, amel defteri
baştan başa simsiyah oldu. Geriye kalan kısmını okuyamadım. O sırada bir nidâ
geldi ve; "Dünyâda iken lütuf ve ihsânımız olarak bu günâhını gizlemiştik,
burada açıklamak bize yakışmaz, affettik." buyruldu.
Cezâyir'de yetişen büyük
velîlerden Ebü'l-Abbâs Müstegânimî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin annesi Fâtıma Hanım anlatır: Hâmile iken "Bir gece rüyâmda
âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Mübârek
ellerinde bir demet nergis çiçeği vardı. Tebessüm ederek çiçek demetini bana
attılar. Ben de onu büyük bir hayâ ve edep içerisinde yakaladım ve uyandım.
Büyük bir sevinç içerisinde rüyâmı zevcime, kocama anlattım. O da buna çok
sevinip; "Bu rüyân, Allahü teâlânın bizlere sâlih bir erkek evlâd ihsân
edeceğine alâmettir." diye tâbir etti. Yedi ay sonra bir oğlum dünyâya geldi.
Allahü teâlâ bizi, rüyâmdaki müjdeye kavuşturmuştu."
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda gördü. Peygamber
efendimiz ona; "Yâ Ali! Elbiselerini kirden temizle ki, her nefesinde Allahü
teâlânın imdâdına mazhâr olasın." buyurdu. "Yâ Resûlallah! Benim elbisem
hangisidir?" dedim. Buyurdu ki: "Allahü teâlâ sana beş hil'at giydirmiştir.
Muhabbet, tevhîd, mârifet, îmân ve İslâm hil'atlarıdır. Allahü teâlâya muhabbet
edene, sevene her şey kolay olur. Allahü teâlâyı tanıyanın gözünde dünyâdan bir
şey kalmaz. Allahü teâlâyı vahdâniyetle bilen, O'na hiçbir şeyi ortak koşmaz.
Allahü teâlâya inanan, her şeyde emin olur. İslâmla sıfatlanan, Hak teâlâya âsî
olmaz. Eğer âsî olursa, af diler. Af dilerse, kabûl edilir. Ebü'l-Hasan der ki:
Bu îzâhtan, Allahü teâlanın Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ve elbiseni temizle."
âyetinin mânâsını anladım."
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretleri anlatır: "Bir gece rüyâmda hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı gördüm. Bana;
"Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti nedir, biliyor musun?" diye sordu.
Bilmediğimi söyleyince; "Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti; bulunca
vermek, olmayınca kalben rahat olmaktır." buyurdu.
Osmanlı âlimlerinin en
meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü'ûd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: "Henüz daha
medresede talebe iken, bir gece rüyâmda Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok
kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûl-i ekrem efendimizin dîvân-ı
seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de,
o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda
bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta
duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden
onu Arab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde
oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz
ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah'ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret
ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât
ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca
konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ
Abdürrahmân Câmî olduğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah!
Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi.
Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi
methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben
ise Acemim..." demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman
da makbûldür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî'ye hitâben; "Şu oturan
kimseyi bilir misin?" diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî;
"Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbn-i Kemâl Paşadır ve
hâlen ümmetimin müftîsidir." buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun
arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ
Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü'ûd bin Yavsî'dir. O da
ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra,
bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle
gördüm: Bursa'nın uzak kasabalarından birkaç kişi: "Bursa'da bir evliyâ var.
Allahü teâlânın izniyle ne hâcetin varsa verirmiş." diye yola çıktılar. Ben de
yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de
duâsını alalım diye birlikte Bursa'ya gittik. Dergâha girip Emîr Sultan'ı
görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak tâkati bulamadım.
Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. "Sultânım, beni talebeliğe
kabûl edin!" dedim. "Kâbûl eyledik!" diyerek mübârek elleri ile sırtımı
sığadılar. Heyecanla uyandım. Rüyâmı anneme anlattım ve tâbir etmesini istedim.
Annem; "Sen hemen o büyük velînin yanına koş, himmetine kavuşarak duâsını al."
dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyâmdaki gibi; "Gidip Emîr Sultan'ı
ziyâret edelim. Onun duâsını alalım." diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına
katılarak, rüyâmdaki gibi, sırayla dergâha girip huzûrlarına çıktık. Emîr
Sultan'ın mübârek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım.
Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekliyerek ayak uçlarına kadar gittim.
"Bizi talebeliğe kabûl buyurun Sultânım." deyince; "Biz seni talebeliğe kabûl
edeli kırk yıl oldu." buyurdular. |
|