|
RÜYA - 1
Lügatte açmak, gizli bir
şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına
gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalplerine
gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan
keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların, bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl
aynasında görünmesi olduğunu, uykuda iken olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken
olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş, hayâl aynası ne kadar çok
saf, temiz ise, keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını
belirtmiştir. (E. Ans.
c.1, s. 19)
İmâm-ı Rabbânî, evliyânın
keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi
olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil
uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan
sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz
sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı
işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez.
Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz.
Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir.
(E. Ans. c.1, s. 19)
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin önde gelen talebelerınden Muhammed Hâşim-i Keşmî
şöyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla
arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir
hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü.
Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele hazret-i Muâviye'yi sevmezdim.
Bir gece senin üstâdın İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ını okuyordum. Okuduğum
yerde; "İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Hazret-i Muâviye'yi, sevmemek onu
kötülemek, hazret-i Ebû Bekr'i ve hazret-i Ömer'i sevmemek bunları kötülemek
gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâzımdır." yazılı idi.
Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim.
Mektûbât'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyâmda, senin o büyük üstâdın
öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı
çekti ve; "Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı
fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel,
seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullah efendimizin eshâbını sevmediğin için,
aldandığını ondan işit." buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında
bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak'ta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü.
Orada nûr yüzlü, büyük bir zât oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm
verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu."
Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o
yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zât, hazret-i
Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim.
"Sakın, sakın! Resûlullah efendimizin eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık
bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şeklinde
görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz
biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zâtın yazılarına da
sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu
hususdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi
hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha
temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli
bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara
düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok
incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık,
kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden
temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde
Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı
Rabbânî'ye ve onun yazdıklarındaki mârifete inancım iyice arttı."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
büyük oğlu Muhammed Saîd buyurdular ki: "Yüksek babamı, vefâtından sonra rüyâda
gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nîmetlerden tam neşe ve sevinçle
anlatıyordu ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr
makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de
şükredenlerden eylediler." buyurdu. Arzettim ki, Kur'ân-ı kerîmde meâlen;
"Şükreden kullar azdır." (Sebe' sûresi: 13) buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeden
anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük
eshâblarıdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat
beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler." buyurdu.
Hâce Muhammed Ma'sûm
hazretleri buyurdu ki: "Babamı vefâtından sonra rüyâda gördüm. Münker ve
Nekîr'in suâli nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ merhamet
ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek
kabrine gelecek." buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allah'ım! Bu iki melek de, senin
huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve
onları benim yanıma göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması nasıl geçti?" diye
sordum. "Oldu, fakat çok az oldu." buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir: "Bir grup tüccarla Acîn'de
idim. Bu tüccarlar arasında Cân Muhammed adında Celender'den bir zât da vardı.
Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Bir gün biri bana sultânın, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülüydüm. Cân Muhammed
beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, böyle olduğumu söyledim. Cân
Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim."
dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı yâni öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu
uykusunda, rüyâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine;
"İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bâzı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl
sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer öyle olmasaydı o makamları geçmek
mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı
budur." buyurduğunu söyledi.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
Sultan Ahmed Han'ın hocasıdır.
Bir gün Sultan Birinci Ahmed
Han rüyâsında; "Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü
yere düştüğünü" görmüştü. Zâhiren bakıldığında rüyâ çok korkunç idi. Sabahleyin,
derhal huzûra getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiçbiri bu rüyâyı,
Pâdişâhı tatmin edecek şekilde tâbir edemedi. Nihâyet Üsküdar'da bulunan Azîz
Mahmûd Hüdâyî'nin, bu rüyâyı tâbir edebileceğini arz ettiler. Pâdişâh Birinci
Ahmed bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir edilmesini
ricâ etti. Haberci, mektubu alıp süratle Üsküdar'a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin
kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü.
Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu da Pâdişâha
verilmek üzere verdi ve; Sultânımızın gönderdiği mektûbun cevâbıdır." buyurdu.
Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektubu sultâna götürdü ve
gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmed Hanın gönderdiği mektup, daha açılıp
okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, gönderilen bu mektubu
heyecanla okudu. Deniyordu ki: "Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız
mahlûklar da ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın
birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece,
Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla
bu rüyâdan İslâmın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı
anlaşıldı." Pâdişâh bu tâbiri pek beğendi ve; "İşte gördüğüm rüyânın tâbiri
budur." dedi. Derhal Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altın gönderdi.
Diğer taraftan Azîz Mahmûd
Hüdâyî'nin hanımı hâmile olup doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak
çocuğun ihtiyaçlarını alamamışlardı. Çünkü Hüdâyî hazretleri kapısına gelen,
kendisine el açan fakir ve ihtiyâç sâhiplerine hiç düşünmeden nesi olsa verirdi.
Bu sebeple çoğu kez evde yakacak mum bile bulamazlardı. Bu sebeple hanımı;
"Bursa kâdılığını bıraktın,
medrese hocalığını terkettin... Elindeki malını mülkünü, ona buna vererek
harcadın... Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok!.." diye
yakınıyordu.
Tam bu sırada kapı çalındı.
Hüdâyî hazretleri kapıya doğru giderken hanımına da; "Hâtun, Allahü teâlâ
istediğin dünyâlığı gönderdi." buyurdu. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Hanın
hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim
etti. Ertesi gün de Pâdişâh kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla
şereflendi.
Tasavvuf büyüklerinden velî
ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Abdullah Merrakûşî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Anlatılır ki, Bağdât'ta Kerhli bir
attâr vardı. Doğruluğu, iyiliği ve güvenilirliği ile meşhur olmuştu. Fakat bir
hayli borcu vardı. Hayâsından evinden çıkamaz hâle geldi. Cumâ gecesi olunca,
âdeti üzere namaz kıldı. Resûlullah efendimize salât ve selâm getirdi ve duâ
edip uyudu. Rüyâda Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah ona; "Vezîr Ali bin
Îsâ'ya git! Ben ona, sana dört yüz dînar vermesi için emir verdim. Onları al,
ihtiyaçlarını giderip hâlini düzelt." buyurdu. Sabah olunca, attâr, vezîrin
yanına gitti. Fakat muhâfızlar onu içeri almadılar. Biraz sonra, vezîrin
yakınlarından biri dışarı çıktı. O, attârı tanıyordu. Muhafızlara durumu
anlatıp, attâra; "Vezir, seher vaktinden beri seni bekliyor. Bana, seni ve
kaldığın yeri sordu. Sen şimdi burada bekle, ben vezîrin yanına gidip geleyim."
dedi. O şahıs süratle vezîrin yanına gidip geldi. Attârı alıp vezîrin huzûruna
götürdü. Vezîr attâra ismini sordu. O da kendisini tanıttı. Kerh ehlinden
olduğunu söyledi. Bunun üzerine vezir, attâra; "Allahü teâlâ sana iyi
karşılıklar versin, dün geceden beri uyuyamadım. Dün gece Resûlullah efendimizi
rüyâmda gördüm. Bana; "Falanca attâra dört yüz dînar ver, hâlini düzeltsin."
buyurdu." dedi. Attâr da vezîre; "Ben de dün gece Resûlullah'ı rüyâmda gördüm.
Bana; "Vezîr Ali bin Îsâ'ya git, ona, sana dört yüz dînar vermesini emrettim."
buyurdu." dedi. Vezîr, Resûlullah efendimizin kendisinden bahsetmesinin
sevincinden çok ağladı. Attâra bin dînar verilmesini emretti. Hizmetçiler bin
dînar getirdiler. Attâra; "Dört yüz dînârı, Resûlullah'ın emri üzerine diğer
altı yüz dînârı da, ayrıca sana hîbe ediyorum." dedi. Attâr ise fazlasını kabûl
etmeyip; "Resûlullah'ın verdiğinden ve ihsânından fazlasını istemem. Ben,
Resûlullah'ın ihsânı olan bu dört yüz dînârdan başkasından bereket ummuyorum. Bu
söz üzerine vezir ağladı. Uygun olanı budur, nasıl istersen öyle yap." dedi.
Attâr, dört yüz dînârı aldı. Bir kısmı ile borcunu ödedi. Resûlullah efendimizin
bereketi ile hâli iyileşti ve malı çoğaldı.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Bir gece Resûlullah efendimizi gördüm. Bir taraftan diğer tarafa gidip
geliyorlardı. Mübârek yüzlerinde keder ve üzüntü görülüyordu. Anam-babam sana
fedâ olsun yâ Resûlallah! Üzüntü ve kederinizin sebebi nedir? diye sordum.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: Bugün Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Bunun
için kederliyim." Ebü'l-Hayr hazretleri rüyâsını naklettikten sonra, gözleri yaş
içerisinde şöyle buyurdu: "Bu yüz sene içerisinde Sultan Abdülhamîd Han gibi
takvâ sâhibi bir sultan gelmemiştir. O, kavminin derdi ile dertlenir, milletinin
iyiliğini ve refahını isterdi. Müttekî ve ilmi seven bir sultândı. Hocam
Rahmetullah Efendiyi Mekke-i mükerremeden İstanbul'a yanına dâvet etmiş, çok
ikrâm ve iltifâtta bulunmuştu. Hattâ kendi eliyle ona namaz için seccâde
sermişlerdi. O yüce Hâkana bu muâmeleyi revâ görenlerin sonları pek fecî
olacaktır. Ama din ve millet çok zarar görecektir, ona yanıyorum."
Evliyânın büyüklerinden ve
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hakkında Seyyid Mustafâ Bekri anlatır: "Ben, Medîne-i münevverede Mescid-i
Nebevî'nin hizmetkârı, temizleyicisiydim. Her akşam Resûlullah efendimizi rüyâda
görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi
yapmışım, diye sevinirdim. Bir akşam Resûlullah efendimizi ağlarken gördüm ve
çok üzüldüm. Resûlullah efendimiz bana dönerek buyurdu ki: "Ey Mustafâ, sen
üzülme! Hizmetinde bir kusûr işlemedin. Benim ümmetimin âlimlerinden, benim
ismimi taşıyan birisi vefât etti." Sonra öğrendik ki, o gün İmâm-ı Gazâlî
vefât etmiş.
Batıda Ebü'l-Hasan ibni
Harezhem adında bir imâm vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını
okuyunca beğenmeyip onu yakmayı emretti. Halkın elinde bulunanları da toplayıp
bir Cumâ günü yakılmasını kararlaştırdılar. O Cumâ gecesinde Ebü'l-Hasan
rüyâsında: Kendi ders okuttuğu câminin kapısından içeri girdi. Bir de ne görsün;
câminin içinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve yanında Ebû Bekr
radıyallahü anh ve Ömer radıyallahü anh oturuyorlardı. İmâm-ı Gazâlî de orada
ayakta duruyordu ve elinde İhyâ kitabını tutup: "Ey Allah'ın Resûlü! Şu kimse
benim hasmımdır." deyip, sonra dizleri üzerine çöktü. İhyâ kitabını Resûlullah'a
verip: "Yâ Resûlallah, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda
sünnete uymayan, esâsa muhâlif bir yanlışlık varsa, ben Allahü teâlâya tövbe
ettim. Eğer sizin bildirdiğiniz dîne uygunsa, bu adamdan hakkımı alıp beni
sevindirin." dedi. Bunun üzerine Resûlullah, İhyâ kitabını baştan sona kadar
inceledi ve; "Vallahi bu elbette güzel bir kitaptır." buyurdu, sonra onu
hazret-i Ebû Bekr'e ve hazret-i Ömer'e verdiler. Onlar da inceleyerek, bu kitap
elbette güzeldir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah:
"Adı geçen Ebü'l-Hasan'ın
elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun." buyurdu. Beşinci
sopadan sonra hazret-i Ebû Bekr; "Yâ Resûlallah böyle yapması yine senin
sünnetini tâzim içindi. Fakat yanıldı." dedi. İmâm-ı Gazâlî de affetti.
Ebü'l-Hasan uyanınca
gördüklerini talebelerine anlattı. Tövbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği
sopaların acısından rahatsız oldu, canı yandı. Sonra geçti, fakat ölünceye kadar
sopaların izi sırtında görüldü. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur,
ona hürmet ederdi. |
|