CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

PEYGAMBERİMİZ - 1

Abdullah Hasîb Yardımcı (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimiz için söylediği şiirlerinden:

 

ŞEFÂAT  Y  RESÛLALLAH!

 

Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini

Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini

Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini

Hasîb'in maksâdı ancak teşerrüftür cemâlinle

Senin dîdârına geldi şefâat yâ Resûlallah!

 

Giderse Cennet'e ahbâbu yârânım

Beni nâra sokarsa cürm ü isyânım

Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım

Hasîb'in başlıca arzûsu Cemâlullahı görmektir

Sana yalvarmaya geldi şefâat yâ Resûlallah!

 

Ali Gâlib Vasfî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Vasfî mahlasıyla söylediği na't-ı şerîflerden birisi şöyledir:

 

Bilâşek hâk-i pâyin kimyâdır yâ Resûlallah

Uyûn-ı âşıkâna tûtiyâdır yâ Resûlallah.

 

(Yâ Resûlallah, şüphesiz senin temiz ayağının tozu kimyâdır; bu toz âşıklarının gözlerine sürmedir.)

 

Günâhım olsa mânend-i hezârân kûh-ı kâf-âsâ

Nigâhın olsa bir dem hep hebâdır yâ Resûlallah!

 

(Günâhlarım binlerce Kaf dağı gibi, ne kadar büyük olursa olsun, Ey Allah'ın sevgili Peygamberi senin bir anlık bakışın onların hepsini yok eder.)

 

Behişt-i heşti tezyîn eyleyen nûr-ı zuhûrundur.

Ziyâsı nûr-ı zâtından nümâdır yâ Resûlallah!

 

(Sekiz Cennet'i süsleyen senin nûrunun ortaya çıkışıdır. Ey Allah'ın sevgilisi, sekiz Cennet'in nûru sana âid olan nûrdan görünmektedir. Senin nûrunun delâleti ile ancak Cennet'e girilir.)

 

Azâb-ı dûzahı çekmez sana ümmet olan âdem

"Feterdâ" sana Hak'tan bir atâdır yâ Resûlallah!

 

(Sana ümmet olan kimse Cehennem azâbı çekmez. Yâ Resûlallah! Sen râzı oluncaya kadar Allahü teâlâ her istediğini vereceğini vadediyor, bu senin için büyük ihsandır.)

 

Ümîd-i Vasfî-i âciz kapında bende olmakdır

Ki baş ü cân sana ancak fedâdır yâ Resûlallah!

 

(Bu âciz Vasfî'nin ümidi kapında köle olmaktır. Ey Allahın resûlü başımı ve canımı, ancak senin yolunda senin için fedâ ederim.)

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; "Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini anlamaktan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin sünnetine tam uyar. O'nun yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resûlullah efendimizin işlediği her sünneti işlerdi. Bir defâsında Peygamberimiz Eshâb-ı kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübârek eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı kirâmın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamber efendimizin koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş, Peygamber efendimizin mübârek elinin dokunduğu hamura tesir etmedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, Resûlullah'a uymak için, talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mübârek elinin dokunduğu hamura ateş tesir etmedi. Resûlullah efendimize uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta; "Her hususta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır." buyurdular.

Osmanlı evliyâsının büyüklerinden Bosnalı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsında, Peygamber efendimizin peygamberliği bildirilmeden önce İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduğunu şöyle anlattı: Sevgili Peygamberimiz, peygamberliği bildirilmeden önce, İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi 40. âyetinde meâlen; "Rabbim! Beni gereği üzere namâza devâmlı kıl. Zürriyetimden de böyle kimseler yarat. Ey Rabbimiz duâmı kabûl et." buyruldu."

İbn-i Münzîr tefsîrinde, bu âyet-i kerîme hakkında, İbn-i Cerîr'den sahih bir senedle, "İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden İslâma uygun olarak, Allahü teâlâya ibâdet eden kimselerin elbette bulunacağını" bildiriyor.

Kelime-i tevhîdin ve tevhîd îtikâdının, İbrâhim aleyhisselâmın zürriyeti arasında devâm etmesi, Allahü teâlânın onlara lütuf ve ihsânıdır. İslâm dîninin Resûlullah efendimize bildirilinceye kadar devâm edip gelmesi, Resûlullah efendimizin hazret-i İbrâhim'e kadar olan müslüman baba ve dedeleri vâsıtasıyla olmuştur. Çünkü onlar da, İbrâhim aleyhisselâmın müslüman olan zürriyetindendirler.

İslâmdan ibâret olan Hanîf dîni, Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin bildirilmesine kadar devâm etmiştir. Hak dînin, İbrâhim aleyhisselâm zamânından, Resûlullah efendimiz zamânına kadar devâm etmesi, bu iki zaman arasında, bir Allah'a inanan müminlerin bulunmasıyla olmuştur. Bu sebeple Resûlullah efendimizin ana ve babalarının da müslüman oldukları sâbit olmaktadır. Resûl-i ekremin babası Abdullah ve annesi Âmine Hâtunun tevhîd inancı üzere bulundukları ve müslüman oldukları ortaya çıkmaktadır.

İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve büyük velîlerden İmâm-ı Busayrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait

 

KASÎDE-İ BÜRDE'DEN

 

Selem ağaçlarının bulunduğu yerdeki,

Peygamber dostlarını yâd mı ağlatan seni?

 

Medîne rüzgârı mı, söyle seni ağlatan?

Gece çakan şimşek mi yoksa İdem dağından?

 

Gözlerine ne oldu, dur dedikçe akmakta?

Kendine gel dedikçe, kalbin coşup yanmakta?

.........................................

Hazret-i Muhammed'in, kerem yağmurlarından,

Bir damla almak ister, bilcümle peygamberân.

 

Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî,

Varlıkların hepsinden O'dur Hakk'a sevgili.

 

Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli,

Mümkün değil anlatmak, dil ile kemâlini

 

Eğer Resûlullah'ın cümle mûcizeleri

Büyüklüğünü dile getirebilse idi,

 

Mübârek isimleri anıldığı zamanda,

Hep çürümüş kemikler dirilirdi bir anda.

 

Tâkatımız üstünde, bize yük yüklemedi.

Baş ve göz üzeredir, emir ve nehiyleri.

 

Hakîkî değerini, anlatmaktan âciziz.

Bu yönüyle övmekten, yeğdir sükût etmemiz.

.........................................

Peygamber efendimiz, güneş gibidir bilin,

Ondan ziyâ bulmakta nücûm-ı resûllerin.

 

Allah O'nu ahlâkta, tezyîn edip yarattı.

Güzel huy, güler yüzle, bezemiştir zâtını.

 

Latîf yaratılmıştır gül ve çiçek misâli,

Parlak ve şereflidir, ayın on dördü gibi.

 

Himmetli ve gayretli o Nebî zaman kadar,

O'nun cömertliğinde, damladır okyanuslar.

 

Mübârek bedenini, kucaklayan toprağın,

Kokusu misk-ü anber gibi hoştur, inanın.

 

Ne mutlu o toprağı, koklayıp öpenlere,

O mübârek kokuyu sîneye çekenlere.

.........................................

Arab olan olmayan, bilcümle insanların,

Efendisidir hem de, yüzü suyudur cihânın.

 

Kötülüğü yasaklar, emreder iyiliği,

Bir ilâhî emirdir, emir ve nehiyleri.

 

O Server, Rabbimizin öyle bir kuludur ki,

Her tehlike ânında, umulur şefâati.

 

O öyle bir Resûl ki, Allah'a ibâdete,

Çağırır insanları, O'na uyun elbette.

 

Hiç kopmayan sağlam bir ipe yapışmış gibi,

Emniyette hisseder, rahat bulur kendini.

 

İlâhî izin ver de âl ve Eshâbına da,

Onlara tâbi olan, ehl-i takvâlara da.

 

Rahmet bulutlarının, akması dâim olsun,

Halîm ve kerîm kullar, rahmetine kavuşsun.

 

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, meleklerini gökten yere indirir. Meleklerin yanında gümüşten sahifeler ve altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar Resûlullah'a okunan salevâtı yazarlar."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Resûlullah efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem her zaman Allahü teâlâdan ümmetini istemiş, onlar için Allah'a yalvarıp yakardığı kadar, kimse için yalvarmamıştır. Çünkü O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Ümmetine şefkat ve merhameti çoktu. Ümmetinden birinin günah işleyerek, Allahü teâlânın gazâbına uğrayabileceğini düşünerek çok üzülürdü. Nitekim cenâb-ı Hak, Tevbe sûresi yüz yirmi sekizinci âyetinde meâlen; "Size, içinizden öyle bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz O'nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür, müminlere çok merhametlidir. Onlara hep hayır diler." Buyurmaktadır."

Horasan bölesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında Peygamber efendimizin ümmetine olan şefkat ve merhâmeti husûsunda buyurdular ki: "Allahü teâlâ, Peygamber efendimize vefâtından sonra ümmeti arasında vukû bulacak ayrılıkları ve başlarına gelecek musîbetleri bildirdi. Peygamber efendimiz bunu hatırladıkça üzülürdü. Bunun için, ümmetinin Allahü teâlâ tarafından bağışlanmasını isterdi."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin makâmının çok yüksek olduğunu anlatırdı. "Hiç kimse, Peygamber efendimizin makâmına ulaşamamıştır. O'nun makâmını geçtim veya geçerim diyen doğru yoldan ayrılmış olur. Zîrâ velîlerin en son dereceleri, Peygamberlerin ilk dereceleridir." buyurmuştur.

Yemen'in büyük velîlerinden Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) uyanık iken karşısında Peygamber efendimizi görürdü. Bir gün birisi Zebid Hâkimi Kâdı Ahmed et-Tihâmî'ye gelip bu husûsu söyledi. O da bu duruma inanmadığı halde; "Gel berâberce ona gidip konuşmasını dinleyelim." dedi. Huzûruna gittiklerinde, Ebû Muhammed onlara hiç bakmadı. Fakat; "Bâzı kimseler, uyanık iken Resûlullah efendimizin görüleceğini kabûl etmiyorlar. Böyle inanmaktan Allahü teâlâya sığınırız." buyurdu. Gelenler hatâlarını anlayıp özür dilediler. Başka bir rivâyette ise; kâdı, Ebû Muhammed Talhâ'nın huzûrunda hiç konuşmadan edeple bir müddet oturdu. Hiçbir şey konuşmadan ayrılıp gitti. Yanındaki; "Niçin bir şey sormadın?" dediğinde, kâdı; "Yemin ederim ki, huzuruna girer girmez, Resûlullah efendimizi yanında gördüm." dedi.

Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, sohbet esnâsında bir zât Peygamber efendimizin mîrâca çıkmasının cismânî mi, yoksa rûhânî mi olduğunu sordu. Cevaben buyurdular ki: "Ceddim Resûl-i ekrem, mîrâca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm sûresinde bildirilmiştir. Resûl-i ekrem için cümle melâike ve bütün mahlûkât salevât getirirler. Böyle yüksek bir zâtın mîrâcında, bedenen veya rûhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defâ değil, dört yüz kere mîrâc yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde; "Ey Habîbim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım." buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, bunun doğru olduğunu gösterir."

Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Resûlullah'tan sana bir hadîs-i şerîf ulaştığı zaman, ondan başkasını söyleme, onu değiştirme. Çünkü, Resûlullah efendimiz Allahü teâlâdan aldığını bildirmektedir."