PEYGAMBERİMİZ - 1
Abdullah Hasîb Yardımcı
(rahmetullahi
teâlâ aleyh) Peygamber efendimiz için söylediği şiirlerinden:
ŞEFÂAT
YÂ RESÛLALLAH!
Bana evvelce gösterdin senin
ol gül cemâlini
Kulağıma işittirdin dahi
şirin mekâlini
Sonunda perdeyi çektin
esirgedin visâlini
Hasîb'in maksâdı ancak
teşerrüftür cemâlinle
Senin dîdârına geldi şefâat
yâ Resûlallah!
Giderse Cennet'e ahbâbu
yârânım
Beni nâra sokarsa cürm ü
isyânım
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar
eflâke efgânım
Hasîb'in başlıca arzûsu
Cemâlullahı görmektir
Sana yalvarmaya geldi şefâat
yâ Resûlallah!
Ali Gâlib Vasfî Efendi
(rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin Vasfî mahlasıyla söylediği na't-ı şerîflerden birisi
şöyledir:
Bilâşek hâk-i pâyin kimyâdır
yâ Resûlallah
Uyûn-ı âşıkâna tûtiyâdır yâ
Resûlallah.
(Yâ Resûlallah, şüphesiz
senin temiz ayağının tozu kimyâdır; bu toz âşıklarının gözlerine sürmedir.)
Günâhım olsa mânend-i
hezârân kûh-ı kâf-âsâ
Nigâhın olsa bir dem hep
hebâdır yâ Resûlallah!
(Günâhlarım binlerce Kaf
dağı gibi, ne kadar büyük olursa olsun, Ey Allah'ın sevgili Peygamberi senin bir
anlık bakışın onların hepsini yok eder.)
Behişt-i heşti tezyîn
eyleyen nûr-ı zuhûrundur.
Ziyâsı nûr-ı zâtından
nümâdır yâ Resûlallah!
(Sekiz Cennet'i süsleyen
senin nûrunun ortaya çıkışıdır. Ey Allah'ın sevgilisi, sekiz Cennet'in nûru sana
âid olan nûrdan görünmektedir. Senin nûrunun delâleti ile ancak Cennet'e
girilir.)
Azâb-ı dûzahı çekmez sana
ümmet olan âdem
"Feterdâ" sana Hak'tan bir
atâdır yâ Resûlallah!
(Sana ümmet olan kimse
Cehennem azâbı çekmez. Yâ Resûlallah! Sen râzı oluncaya kadar Allahü teâlâ her
istediğini vereceğini vadediyor, bu senin için büyük ihsandır.)
Ümîd-i Vasfî-i âciz kapında
bende olmakdır
Ki baş ü cân sana ancak
fedâdır yâ Resûlallah!
(Bu âciz Vasfî'nin ümidi
kapında köle olmaktır. Ey Allahın resûlü başımı ve canımı, ancak senin yolunda
senin için fedâ ederim.)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün;
"Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki:
"Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini
anlamaktan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer
insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak
o kadar tanıyabilirler."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber
efendimizin sünnetine tam uyar. O'nun yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi.
Resûlullah efendimizin işlediği her sünneti işlerdi. Bir defâsında Peygamberimiz
Eshâb-ı kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her
biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübârek
eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı
kirâmın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamber efendimizin koyduğu hamur
pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş, Peygamber efendimizin mübârek elinin
dokunduğu hamura tesir etmedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, Resûlullah'a uymak
için, talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu
hamurlar pişti. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı.
Onun da mübârek elinin dokunduğu hamura ateş tesir etmedi. Resûlullah efendimize
uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta; "Her
hususta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır." buyurdular.
Osmanlı evliyâsının
büyüklerinden Bosnalı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
bir sohbeti esnâsında, Peygamber efendimizin peygamberliği bildirilmeden önce
İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduğunu şöyle anlattı: Sevgili Peygamberimiz,
peygamberliği bildirilmeden önce, İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Nitekim
Kur'ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi 40. âyetinde meâlen; "Rabbim! Beni gereği üzere
namâza devâmlı kıl. Zürriyetimden de böyle kimseler yarat. Ey Rabbimiz duâmı
kabûl et." buyruldu."
İbn-i Münzîr tefsîrinde, bu
âyet-i kerîme hakkında, İbn-i Cerîr'den sahih bir senedle, "İbrâhim
aleyhisselâmın zürriyetinden İslâma uygun olarak, Allahü teâlâya ibâdet eden
kimselerin elbette bulunacağını" bildiriyor.
Kelime-i tevhîdin ve tevhîd
îtikâdının, İbrâhim aleyhisselâmın zürriyeti arasında devâm etmesi, Allahü
teâlânın onlara lütuf ve ihsânıdır. İslâm dîninin Resûlullah efendimize
bildirilinceye kadar devâm edip gelmesi, Resûlullah efendimizin hazret-i
İbrâhim'e kadar olan müslüman baba ve dedeleri vâsıtasıyla olmuştur. Çünkü onlar
da, İbrâhim aleyhisselâmın müslüman olan zürriyetindendirler.
İslâmdan ibâret olan Hanîf
dîni, Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin bildirilmesine kadar devâm
etmiştir. Hak dînin, İbrâhim aleyhisselâm zamânından, Resûlullah efendimiz
zamânına kadar devâm etmesi, bu iki zaman arasında, bir Allah'a inanan
müminlerin bulunmasıyla olmuştur. Bu sebeple Resûlullah efendimizin ana ve
babalarının da müslüman oldukları sâbit olmaktadır. Resûl-i ekremin babası
Abdullah ve annesi Âmine Hâtunun tevhîd inancı üzere bulundukları ve müslüman
oldukları ortaya çıkmaktadır.
İslâm âlimlerinin
meşhûrlarından ve büyük velîlerden İmâm-ı Busayrî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerine ait
KASÎDE-İ
BÜRDE'DEN
Selem ağaçlarının bulunduğu
yerdeki,
Peygamber dostlarını yâd mı
ağlatan seni?
Medîne rüzgârı mı, söyle
seni ağlatan?
Gece çakan şimşek mi yoksa
İdem dağından?
Gözlerine ne oldu, dur
dedikçe akmakta?
Kendine gel dedikçe, kalbin
coşup yanmakta?
.........................................
Hazret-i Muhammed'in, kerem
yağmurlarından,
Bir damla almak ister,
bilcümle peygamberân.
Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve
cismânî,
Varlıkların hepsinden O'dur
Hakk'a sevgili.
Hudutsuzdur zâtının fazîlet
ve kemâli,
Mümkün değil anlatmak, dil
ile kemâlini
Eğer Resûlullah'ın cümle
mûcizeleri
Büyüklüğünü dile getirebilse
idi,
Mübârek isimleri anıldığı
zamanda,
Hep çürümüş kemikler
dirilirdi bir anda.
Tâkatımız üstünde, bize yük
yüklemedi.
Baş ve göz üzeredir, emir ve
nehiyleri.
Hakîkî değerini, anlatmaktan
âciziz.
Bu yönüyle övmekten, yeğdir
sükût etmemiz.
.........................................
Peygamber efendimiz, güneş
gibidir bilin,
Ondan ziyâ bulmakta nücûm-ı
resûllerin.
Allah O'nu ahlâkta, tezyîn
edip yarattı.
Güzel huy, güler yüzle,
bezemiştir zâtını.
Latîf yaratılmıştır gül ve
çiçek misâli,
Parlak ve şereflidir, ayın
on dördü gibi.
Himmetli ve gayretli o Nebî
zaman kadar,
O'nun cömertliğinde,
damladır okyanuslar.
Mübârek bedenini, kucaklayan
toprağın,
Kokusu misk-ü anber gibi
hoştur, inanın.
Ne mutlu o toprağı, koklayıp
öpenlere,
O mübârek kokuyu sîneye
çekenlere.
.........................................
Arab olan olmayan, bilcümle
insanların,
Efendisidir hem de, yüzü
suyudur cihânın.
Kötülüğü yasaklar, emreder
iyiliği,
Bir ilâhî emirdir, emir ve
nehiyleri.
O Server, Rabbimizin öyle
bir kuludur ki,
Her tehlike ânında, umulur
şefâati.
O öyle bir Resûl ki, Allah'a
ibâdete,
Çağırır insanları, O'na uyun
elbette.
Hiç kopmayan sağlam bir ipe
yapışmış gibi,
Emniyette hisseder, rahat
bulur kendini.
İlâhî izin ver de âl ve
Eshâbına da,
Onlara tâbi olan, ehl-i
takvâlara da.
Rahmet bulutlarının, akması
dâim olsun,
Halîm ve kerîm kullar,
rahmetine kavuşsun.
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, meleklerini gökten yere
indirir. Meleklerin yanında gümüşten sahifeler ve altından kalemler vardır.
Ertesi gün güneş batıncaya kadar Resûlullah'a okunan salevâtı yazarlar."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde
buyurdular ki: "Resûlullah efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem her zaman
Allahü teâlâdan ümmetini istemiş, onlar için Allah'a yalvarıp yakardığı kadar,
kimse için yalvarmamıştır. Çünkü O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.
Ümmetine şefkat ve merhameti çoktu. Ümmetinden birinin günah işleyerek, Allahü
teâlânın gazâbına uğrayabileceğini düşünerek çok üzülürdü. Nitekim cenâb-ı Hak,
Tevbe sûresi yüz yirmi sekizinci âyetinde meâlen; "Size, içinizden öyle bir
peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz O'nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür,
müminlere çok merhametlidir. Onlara hep hayır diler." Buyurmaktadır."
Horasan bölesinde yetişen
velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti
sırasında Peygamber efendimizin ümmetine olan şefkat ve merhâmeti husûsunda
buyurdular ki: "Allahü teâlâ, Peygamber efendimize vefâtından sonra ümmeti
arasında vukû bulacak ayrılıkları ve başlarına gelecek musîbetleri bildirdi.
Peygamber efendimiz bunu hatırladıkça üzülürdü. Bunun için, ümmetinin Allahü
teâlâ tarafından bağışlanmasını isterdi."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin makâmının
çok yüksek olduğunu anlatırdı. "Hiç kimse, Peygamber efendimizin makâmına
ulaşamamıştır. O'nun makâmını geçtim veya geçerim diyen doğru yoldan ayrılmış
olur. Zîrâ velîlerin en son dereceleri, Peygamberlerin ilk dereceleridir."
buyurmuştur.
Yemen'in büyük velîlerinden
Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) uyanık iken
karşısında Peygamber efendimizi görürdü. Bir gün birisi Zebid Hâkimi Kâdı Ahmed
et-Tihâmî'ye gelip bu husûsu söyledi. O da bu duruma inanmadığı halde; "Gel
berâberce ona gidip konuşmasını dinleyelim." dedi. Huzûruna gittiklerinde, Ebû
Muhammed onlara hiç bakmadı. Fakat; "Bâzı kimseler, uyanık iken Resûlullah
efendimizin görüleceğini kabûl etmiyorlar. Böyle inanmaktan Allahü teâlâya
sığınırız." buyurdu. Gelenler hatâlarını anlayıp özür dilediler. Başka bir
rivâyette ise; kâdı, Ebû Muhammed Talhâ'nın huzûrunda hiç konuşmadan edeple bir
müddet oturdu. Hiçbir şey konuşmadan ayrılıp gitti. Yanındaki; "Niçin bir şey
sormadın?" dediğinde, kâdı; "Yemin ederim ki, huzuruna girer girmez, Resûlullah
efendimizi yanında gördüm." dedi.
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerine, sohbet esnâsında bir zât Peygamber efendimizin mîrâca
çıkmasının cismânî mi, yoksa rûhânî mi olduğunu sordu. Cevaben buyurdular ki:
"Ceddim Resûl-i ekrem, mîrâca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz,
sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız
olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun
doğruluğu, Necm sûresinde bildirilmiştir. Resûl-i ekrem için cümle melâike ve
bütün mahlûkât salevât getirirler. Böyle yüksek bir zâtın mîrâcında, bedenen
veya rûhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir
defâ değil, dört yüz kere mîrâc yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allahü
teâlâ bir hadîs-i kudsîde; "Ey Habîbim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi
yaratmazdım." buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, bunun doğru olduğunu gösterir."
Tebe-i tâbiînden meşhur
fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Resûlullah'tan sana bir hadîs-i şerîf ulaştığı zaman, ondan başkasını söyleme,
onu değiştirme. Çünkü, Resûlullah efendimiz Allahü teâlâdan aldığını
bildirmektedir." |