ÖLÜM - 3
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri 1273
senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan
bâzıları "biz helâl etmiştik" dedilerse de tekrar gönderip almalarını sağladı.
"Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk." diyerek kul hakkına çok dikkat etmek
lâzım geldiğine işâret etti.
Evlîyadan Daygam bin
Mâlik (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün annesi seslendi. O da;
"Buyur anneciğim." diyerek yanına geldi. Annesi; "Allahü teâlâya yakın olman
sebebiyle sevinçli misin?" dedi. Bunun üzerine Daygam, bir feryâd koparıp yere
baygın düştü. Onun bu feryâdı gibi bir feryâd hiç duyulmamıştı. Annesi ağlayarak
yanına oturdu ve; "Ey oğlum! Senin yanında Rabbinin işinden bir şey de sormaya
gelmez oldu." dedi.
Yine bir gün annesi Daygam'a
seslenmişti. O her zamanki edebini gösterip; "Buyur anneciğim!" dedi. Annesi
ona; "Ölümü seviyor musun?" diye sordu. Daygam; "Evet anneciğim!" dedi. Annesi;
"Niçin seversin?" diye sordu ve açıklamasını istedi. O da; "Allahü teâlânın
yanında hayırlı olan şeyi ümid ediyorum." dedi. Ana-oğul ağlamaya başladılar. Ev
halkı da onlarla birlikte ağladı.
Bir defâsında yine annesi;
"Ey oğlum! Ölümü seviyor musun?" demişti. Daygam buna karşı; "Hayır Anneciğim!"
dedi. Annesi buna hayret edip sebebini sordu. O da; "Ölüme hazır değilim." dedi.
Bunun üzerine ana-oğul ağlamaya başladı.
Gâziantep velîlerinden
Derviş Hacı (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ölüm bilinmeyen bir
şeydir. Gelmeden görünmez, gelince de aman vermez. Ölüm seferine çıkanın bir
daha geri dönmesine imkân yoktur. Bu yalan dünyâ nice defâlar dolup boşalmıştır.
Ölüm nice anaların yavrusunu almış, nice babaların boynunu bükmüş, nice
yavruları anasız, babasız koymuştur. Herkes birbirinin öldüğünü, gül benzinin
kara toprakta solduğunu görür. Bununla berâber dünyâya bağlanmaktan vazgeçmez,
dünyâ derdini çeker, dünyâ işine dalar. Fakat nihâyet yaptığını bırakıp gider.
Böyle olduğu hâlde kimse aklını başına toplayıp yalancı dünyânın hâlini
anlayamamakta ve bu yolculuğa hazırlanmamaktadır."
Büyük velîlerden Ebû Ali
Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüm hakkında soru soran birisine şunu
anlattı: Bir gün, hasta olan İmâm Ebû Bekr bin Fürek'i ziyârete gittim. Onu
görünce gözlerim yaşardı. Ona; "İnşâallah Hak teâlâ sana âfiyet ve şifâ ihsân
eder." dedim. O zaman bana; "Kardeşim korkum ölümden değil, ölüm ötesindendir."
dedi.
Horasan bölesinde yetişen
velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir
cenâzede bulundu. Ölenin yakınları çok ağlıyorlardı. Ebû Bekr-i Ebherî
hazretleri şu meâle gelen bir şiir okuyarak; "Kendini unutmuş bir halde, ağlıyor
ölünün hâline. Ölünün yakınlarının, mevtâya az tâziyede bulunduklarını iddiâ
ediyor. O kimse akıl ve fikir sâhibi olsaydı, kendi bulunduğu hâle ağlardı."
Esas ağlanması gereken kimsenin imânla giden mevtâ değil, geride kalan kimseler
olduğunu, çünkü ölenin dünyânın günah ve sıkıntılarından kurtulduğunu bildirdi.
Derin âlim ve büyük velî
Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse
ölümü unutmaz devamlı düşünürse, bâkî devamlı olan her şey ona sevdirilir ve
fânî, geçici olan her şeyden nefret ettirilir."
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
harâbe yerleri görünce, başında durup; "Ey harâbe senin sâhibin, senin üzerinde
yaşayanlar nerede?" "Onlar ölüp gitti. Sadece amelleri, yaptıkları işler kaldı.
Her türlü istekler arzu ve hevesler bitti. Hatâlar, günahlar kaldı. Ey
insanoğlu! Hatâyı, günahı terketmek, tövbe etmekten ve af dilemekten daha
kolaydır. " derdi.
Derdi ki: "Benim en güzel
şekilde yetişip büyüyen çok tatlı bir evlâdım olsa ve en tatlı zamânında vefât
etse benden alınsa, bu Allahü teâlânın takdîri ile olduğu için buna râzı olmak
bana dünyâdan ve dünyâdaki şeylerden daha hayırlıdır."
Büyük İslâm âlimi Şeyh
Edebâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Asıl ölüm, ilimden payını
almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir."
Tebe-i tâbiînden meşhur
fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ömer
bin Abdülazîz'in kendisine yazdığı bir mektuptan şöyle bildirir: "Ölümü çok
hatırlıyan kimse dünyâya rağbet etmez. Ağzından çıkan her sözün hesâba
çekileceğini bilen az konuşur ve ancak lüzumlu sözleri söyler."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyı hatırlamayanlar, ölüler gibidirler."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Osman Hârûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Bir gün öleceğim. Kıyâmette yaptıklarının hesâbını verecek olan
kimse, nasıl gülebilir ve günlük işlere dalabilir. Eğer insanların akrep ve
yılanların kabirde verecekleri sıkıntıdan birazcık haberi olsa, tuz gibi
erirler."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Harputlu İshak Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hastalanıp
yatağa düşünce, talebeleri ve ziyâretine gelenler çok üzüldüler. Onlara; "Neden
üzülüyorsunuz dostlarım? Gören de sizi hiçbir şey bilmez sanır. Ölüm mümine
hediyedir. Ölüm Hakk'a kavuşmaktır. Ölüm, fânî âlemden göç etmektir. Ölüm yok
olmak değildir. Bırakınız üzülmeyi ve ağlamayı. Ben seviniyorum, çünkü asıl
vatanıma gidiyorum." buyurdu. H.1309 senesinde İstanbul'da vefât etti. Fâtih
Câmiinin kıble tarafındaki bahçeye defnedildi.
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Halka ayrılık acısının
tattırılmasındaki hikmet, Allahü teâlâdan başkasına güvenmelerini önlemektir."
Tâbiînden, meşhur hadîs
âlimi ve veli İbn-i Muhayrız (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanların ahde
vefâ göstermelerini isterdi ki kendisi buna son derece dikkat ederdi. Mûsâ bin
Ukbe diyor ki: İbn-i Muhayrız ile Remle'deki bir cenâzede berâber bulundum.
Şöyle diyordu: "Anladım ki içlerinden birisi vefât ettiği zaman müslümanlar:
"Bizleri İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun" derler. Sonra bunu
unuturlar. Ne ölümü ne de bu söyledikleri sözlerini hatırlarına getirirler."
Tâbiînin tanınmışlarından ve
evliyânın büyüklerinden Ka'b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünyâ belâ ve musîbetleri,
dert ve sıkıntıları çok hafif gelir."
Harput'un büyük velîlerinden
Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) devamlı yanına
gelenlere ve talebelerine "Her nefis ölümü tadacaktır." (Enbiyâ sûresi: 35)
meâlindeki âyet-i kerîmesini okuyarak onları, dünyâ sevgisinden uzaklaştırırdı.
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için,
fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve
büyük ibâdet olur."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Muhammed Sâdık Muhammed Sâdık hazretlerinin 1616 senesinde
vefât etmesinden sonra, yüksek babaları İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri, Mevlânâ Sâlih'e gönderdiği bir mektupda oğulları
hakkında şöyle buyurdular:
"Allahü teâlânın nîmetlerine
hamd olsun ve O'nun seçtiği kullarına selâm olsun! Kardeşim Molla Sâlih!
Serhend'de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum iki küçük kardeşi
Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikte âhirete gittiler. "İnnâ lillah ve
innâ ileyhi râci'ûn." Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara
sabır gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra, bu belâdan râzı olmağı nasîb eyledi.
Fârisî beyt tercümesi:
Beni ne kadar incitsen,
dönmem senden yine,
Dayanmak tatlı olur sevgili
elemine.
Merhûm oğlum, Hak teâlânın
âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül'âlemînin rahmetlerinden bir rahmet idi. Yirmi
dört yaşında iken, öyle şeylere kavuştu ki, az kimseye nasîb olur. Mevleviyyet
mertebesine, naklî ve aklî ilimlerin profesörlüğüne yükselmişti. Öyle olmuştu
ki, yetiştirdiği gençler Beydâvî Tefsîri'ni, Şerh-i Mevâkıf ve benzeri yüksek
kitapları okuyorlardı. Mârifet ve irfânını anlatmak ve şühûdünü, küşûfünü
yazmak, başarılacak şey değildir. Bildiğiniz gibi, daha sekiz yaşında iken,
kendisini öyle hâl kaplamıştı ki, hocamız hâlini yumuşatmak için, pazarların
şübheli yemeklerini ona yedirirlerdi. "Muhammed Sâdık'ı sevdiğim gibi, hiçbir
kimseyi sevmiyordum. Kendisi de, bizi sevdiği kadar kimseyi sevmiyor."
buyururlardı. Onun büyüklüğünü bu sözden anlamalıdır. "Vilâyet-i Mûseviyye"yi
son noktasına ulaştırmıştı. Bu vilâyetin işitilmemiş, şaşılacak şeylerini
anlatırdı. Allah korkusundan her an yüreği titrer, edebi gözetirdi. O'na
sığınır, O'na yalvarır, O'na boyun büker ve O'nun huzûrunda eğilirdi. "Evliyâdan
herbiri, Hak teâlâdan bir şey istemiştir. Ben, O'na sığınmayı ve O'na yalvarmağı
istedim." buyururdu.
Muhammed Ferrûh'dan ne
yazayım ki, on bir yaşında ilim talebesi idi. Kâfiye okuyordu.Tam anlıyarak ders
görüyordu. Dâimâ âhiret azâbından korkar ve titrerdi. Çocuk iken, bu dünyâdan
ayrılmak için ve böylece, âhiret azâbından kurtulmak için duâ ederdi. Ölüm
yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini
gördüler.
Sekiz yaşında vefât eden ve
bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ'dan ne yazayım.
Oğullarımın her üçü de,
birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd ve şükür
olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Yâ Rabbî!
Peygamberlerin efendisi hürmetine bizi onların sevâbından mahrûm bırakma!
Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra tercümesi:
"Her ne olursa olsun,
dosttan konuşmak daha tatlı."
(Birinci cild, üç yüz altıncı
mektup.)
Tâbiînin
büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin
Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri akrabâlarından
birisine gönderdiği bir mektupta şunları yazdı: “Eğer gece ve gündüzünde ölümü
hatırlamağı şiâr edinmek istersen fânî ve geçici olana rağbet etmeyip, bâkî ve
devamlı olana yönel. Vesselâm.” |