|
NÎMET – TEFEKKÜR
Büyük velîlerinden Ahmed
bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanları, Cenâb-ı hakkın kendilerine
verdiği nîmetlerden başkalarını da istifâde ettirmeye teşvik eder, Peygamber
efendimizin şu hadîs-i şerîfini okurdu: "Allahü teâlâ bâzı kullarına bâzı
nîmetleri ihsân etmiştir. Şâyet bu kullar, verilen nîmetlerle, başkalarını da
faydalandırırsa, bu nîmetler onlarda kalır. Eğer çevresindekileri bu nîmetten
mahrûm ederlerse, verilen nîmetler onlardan alınıp başkalarına verilir."
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü
teâlânın, kullarına ihsân ettiği nîmetlerin en büyüklerinden birisi, aralarında
irfân sâhibi velî bir zâtı bulundurmasıdır. İsterse insanlar onu tanımasınlar ve
bilmesinler."
En büyük velîlerden İmâm-ı
Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisinden nasihat isteyenlere çok
kere; "Nîmetlerin başı üç nîmettir. Birincisi bütün iyilikleri içine alan İslâm
nîmetidir. İkincisi, hayâta tad veren sıhhat ve âfiyet nîmetidir. Üçüncüsü,
insana faydalı olan (azdırmayan) zenginliktir."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Nîmetlerin çokluğu, seni, onların şükrünü yapmaktan alıkoymasın."
Hirat'ta yetişen âlim ve
büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun
olursa olsun ölüm yüz gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri,
sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Resûlullah'a
tâbi olmak, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında bulunmak ve bu büyüklerin
nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde saklamak, dünyânın her
nîmetinden iyidir."
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye'sinin 1. cild 4. mektubunda şöyle buyurmaktadır: "Bu bir
köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile
gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan
cenâb-ı Hakk'a bağlılığınızı ve O'nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı
okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde,
Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicrânı,
ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü
yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son
derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül
bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i
emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, izzet-i nefs perdesini
tamâmen yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır.
"Nîmetlerime şükrederseniz, onları arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7)
buyrulmuştur.
Büyük velîlerden
Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) velîlik yolundaki yüksek
derecesini ifâde ederek buyurdular ki: "Allahü teâlâ bana öyle nîmetler ihsân
etti, bildirdi ki, istersem kıyâmete kadar gelecek bütün velîleri, kutubları,
isim ve nesebleriyle bildirebilirim. Fakat bâzıları inkâr ederler de, mânevî
kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri
kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini
bildirdi. Edison'u (1847-1931) dahi "Üstâdım" demek mecbûriyetinde bıraktı.
Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selîm Hanın
Şam'a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.
Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî
Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri
meydana çıkar." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam'da, kalbi para
sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır."
dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. H.638 Rabî'ul-âhir ayının 28. Cumâ
günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam'da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti.
Sâlihiyye'de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için
kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı Sultânı Yavuz Selîm Hân Şam'a geldiğinde;
"Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." sözünün ne demek
olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin
üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i
Arâbî'nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim
ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp
içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz"
demek istediği anlaşıldı.
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: “Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat saâdete
kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim. İyi biliniz
ki; Allahü teâlâ bir kuluna, îmân ile ruhunu teslim etmekten, îmân ile ölmekten
daha büyük bir nîmet vermemiştir.”
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Nîmetin başı üçtür: Birincisi, İslâm nîmeti. Bütün nîmetler,
bununla tamam olur. Müslüman olmadıktan sonra, hiçbir nîmet insana fayda vermez.
İnsan, ebedî seâdetten mahrum kalır. İkincisi, sıhhattir. Bu nîmet olmadan
hayâtın kıymeti kalmaz. Dünyâ, insana, zindan gibi olur. Üçüncüsü, zenginliktir.
Hayır yolda kullanılırsa, insanın çok ecir ve sevâba kavuşmasına vesîle olur."
Büyük velîlerden Yahyâ
bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “En çok sevindiğim
ve sevdiğim şey, Allahü teâlânın bana ihsân ve ikrâm ettiği îmân nîmetidir. En
çok korktuğum şey ise, onun benden gitmesidir.”
Mevlânâ hazretlerinin meşhûr
talebelerinden Ateşbâz Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ
hazretlerinin şu mânâdaki şiirlerini dilinden düşürmezdi. "Hangi kimsede
tefekkür varsa, o kimse için her şeyde ibret vardır."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Tefekkür nedir?"
diye soran birisine; "Tefekkür dört türlü olur: Allahü teâlânın mahlûklarındaki
güzel sanatları, faydaları düşünmek, O'na inanmaya ve sevmeye sebeb olur. O'nun
vâd ettiği sevapları düşünmek, ibâdet yapmaya sebeb olur. O'nun haber verdiği
azapları düşünmek, O'ndan korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebeb olur. O'nun
nîmetlerine, ihsânlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet
içinde yaşadığını düşünmek, Allah'tan hayâ etmeye, utanmaya sebeb olur." diye
cevap verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Amr ez-Zücâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birgün bir grup
insan; "Bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten hayırlıdır." hadîs-i şerîfinin
şerhi, açıklaması nedir?" dedi. Onlara; "Buradaki tefekkürün mânâsı, nefsi
unutmak, yok bilmektir." buyurdular.
Horasan’da yetişen evliyânın
meşhûrlarından Muhammed bin Hâmid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Tefekkür beş çeşittir. 1Allahü teâlânın yarattığı şeylere bakıp,
O’nun yüceliğini düşünmek. Bundan mârifet, Rabbini tanımak hâsıl olur. 2Allahü
teâlânın nîmetlerini ve ihsânlarını düşünmek. Bundan muhabbet hâsıl olur.
3Allahü teâlânın vâdettiği nîmetleri ve mükâfâtları düşünmek. Bundan ibâdete
karşı rağbet ve ibâdet yapma şevki hâsıl olur. 4Allahü teâlânın azâbını
düşünmek. Böyle tefekkür eden kimse, Allahü teâlâya isyân etmekten sakınır.
5Allahü teâlânın verdiği nîmetler ve ihsânları yanında, nefsin kötülüklerini
düşünmek. Bundan da, geçmiş günahları hatırlıyarak Allahü teâlâya karşı hayâ,
utanma hâsıl olur.”
Büyük velîlerden Şeyh
Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine;
Kimlerden sakınalım diye sorduklarında; "İşi karışık kimselerle düşüp kalkanın,
hâli de karışık olur." buyurdular.
Cezâyir'de yetişen Hadîs,
kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her ân
Allahü teâlâyı tefekkür ederdi. "İnsanlarla birlikte gülüyor görünüp, kalbi
Rabbinin korkusuyla ağlayan kaç kişi vardır." buyurarak, asıl maksadın Allahü
teâlâdan gâfil olmamak, O'nu unutmamak olduğunu bildirirdi. İşte bu hâl,
âriflerin, evliyânın hâlidir.
Senûsî, Allah korkusunun
fazlalığı, devamlı murâkabe hâli ve her ân tefekkür etmesi sebebiyle, dünyâda
sanki hapiste gibiydi. Dâvûd aleyhisselâmın yaptığı gibi, bir gün oruçlu, bir
gün oruçsuz olurdu. Az bir yemek ile iftar ederdi. Oruçlu olmadığı günlerde de
yiyecek bir şey istemezdi. Bâzan üç gün ve daha ziyâde, hiçbir şey yemeyip
içmediği olurdu. Kendisine bir yemek verilse yer, yoksa böyle devâm ederdi.
Yiyecek bir şeyler istemezdi.
|
|