|
NEFİS - 6
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Nefsin arzu ve isteklerine "hevâ" denmesi, kimde bulunursa onları Cehennem'e
düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiplerine de, "Ehl-i hevâ" denmesi, bunlar Cehennem'e
düşecekleri içindir."
Hindistan evliyâsının
tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: Ey can kardeşim! Senelerce nefs-i emmâreye riyâzetler çektirdik.
Buna rağmen onun şerrinden kurtulamadık. Âhirette kurtulmak için, nefsin hîle ve
tuzaklarına karşı çok uyanık olmalı, ondan Allahü teâlâya sığınmalıdır."
Şam'ın büyük velîlerinden
Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefsinin
arzu ve istekleriyle mücâdele eden kimse, Allahü teâlâya karşı irfân sâhibi
olur. Kalben, halktan kurtulursan, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş, bir olduğunu
yakîn olarak anlamış olursun."
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) çetin
nefis mücâdelelerinden geçtikten sonra, Allahü teâlâ ona çok ihsanlarda bulundu.
Kendisine; "Nefsinle nasıl mücâdele ettin?" denildikte, o; "Ömrüm nefsimle
uğraşmak, onu terbiye etmeye çalışmakla geçti. Uzun zaman açlık çektim. Yirmi
yaşımdan beri yanım üzerine yatmadım. Ayaklarımı uzatmadım. Daha başka çektiğim
riyâzetlerimi size anlatsam inanmazsınız. Sizler ise; "Rahatta olalım Hakk'ı
bulalım." dersiniz." buyurdular.
İstanbul'daki meşhûr
velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine,
şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan
birisi geldi dediklerinde Şeyh Ebü'l-Vefâ hazreleri; "Abdest ibriğini taşımak,
ondan zordur." buyurdu. Bu ne doğru ve ne güzel bir cevaptır. Çünkü, ağır taşı
kaldırma ve ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir.
Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse muhâlefet vardır. Bunun için nefse daha zor
ve daha ağır gelir.
Evliyânın büyüklerinden ve
fıkıh âlimi Yahyâ Muammer Mezûrî İmâdî hazretlerinin hocası Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, talebelerinden Abdülvehhâb
Sûsî’yi İstanbul’a gönderdi. Orada devlet büyüklerinden gördüğü iltifât
karşısında kibir ve gurûra kapılınca, talebelikten tardedildi. Abdülvehhâb
Bağdat’a geri dönüp Yahyâ Mezûrî hazretlerine geldi, elini öptü ve yeniden
talebeliğe kabûlü için Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine iltimasta bulunmasını
istedi. Yahyâ Mezûrî de, hocasının huzûruna geldi ve Abdülvehhâb’ın affını
arzetti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; “Emir benim elimde olsa affederim.
Lâkin silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye’nin hepsinin rûhâniyeti, Abdülvehhâb’ı
talebelikten tard eylediler. Ancak sakalını traş, yüzünü kara edip bir merkebe
ters biner, sokak ve pazarda bu hâl ile kendisini teşhir ederse o zaman belki
meşâyıhın rûhları affederler.” buyurdu. O zaman Şeyh Yahyâ; “Ey hocam!
Abdülvehhâb nefsine böyle yük yükleyemez, müsâade et, onun adına ben yapayım da
Abdülvehhâb affoluna ve ben nefsimi müslümânların ihtiyâcı için fedâ edeyim.”
dedi. Mevlânâ Hâlid ağlayarak Yahyâ Mezûrî'nin boynuna sarıldı. Berâberce bir
hayli vakit ağladılar. Sonra Mevlânâ Hâlid nâfile namaza durdu. Yahyâ Mezûrî de
kendi dergâhına gitti. Orada bekleyen Abdülvehhâb’a; “Kimseyi kötüleme! Ancak
kendi nefsini kötüle!” buyurdu. Abdülvehhâb mahrûm ve hüsrân olarak oradan
ayrıldı.
Evliyânın meşhûrlarından
Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) başından geçen bir
hâdiseyi şöyle anlatmıştır: “İlk günlerimde hep “Lâ ilâhe illallah” derdim ve
bundan hiç gâfil olmazdım. Bir gün nefsim bana dedi ki: “Senin Rabbin kim?” Ben
de; “Benim Rabbim Allahü teâlâdır.” dedim. Bunun üzerine nefsim bana; “Senin
Rabbin benim, çünkü sen, bana kulluk yapıyorsun. Kimin emrine tâbi oluyorsan,
ona kulluk yapıyorsun. Sana, beni doyur diyorum, yiyorsun. Uyu diyorum,
uyuyorsun. Yürü diyorum, yürüyorsun. Benim emrettiğimi dinliyorsun. Al dediğimi,
alıyorsun. Sen benim her emrimi yerine getiriyorsun. Öyleyse sen bana kulluk
ediyorsun, benim emirlerime tâbi oluyorsun.” dedi. Bunun üzerine bir müddet
iyice düşündüm. Sonra basîretim açıldı ve bana; “Allahü teâlânın emirlerine uy,
nefse karşı muhâlefet et. Uyu derse; Allahü teâlâ, sâlih amel işleyenler için
meâlen; “Onlar, geceden pek az (bir zaman) uyuyorlardı.” buyurdu. (Zâriyât
sûresi: 17). Ben de böyle yapan sâlih kullardan olacağım de! Nefsin sana ye
derse, Allahü teâlâ meâlen; “Yiyiniz, içiniz, isrâf etmeyiniz” (A’râf sûresi:
31) buyurdu de! Sana yürü diyerek, gurûr ve kibirle yürümeni isterse, Allahü
teâlâ meâlen; “Yer yüzünde kibirle ve böbürlenerek yürüme...” (İsrâ sûresi: 37)
buyurdu de! Nefsin bir şeyi almanı isteyince de, ona de ki: Allahü teâlâ meâlen;
“Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp isrâf etme...”
buyurdu. (İsrâ sûresi: 29). “Bunları yapınca neye kavuşurum?” dedim.
“Müttekîlerden, âriflerden ve sıddîklardan, Rabbine kulluğunu tam yapanlardan
olursun.” denildi.
Büyük velîlerden Yûsuf
bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin
aldatmasına, dünyânın yalancı ve geçici tadına kapılan, hayrın tadını alamaz.
Yabancılarla berâber olmak, bu yolda yürüyenler için felâkettir.”
Hindistan âlim ve
velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır:
Ey insan, bir gün sabahtan akşama kadar nefsinle harb et. Neler zâhir olacağını
bir gör. Merd, nefsinde bir eksik görüp de onunla harb edendir.
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) on sene canı mahallî
bir yemek istedi. Yememesine rağmen bir bayram gecesi nefsi kendisine, “Ne olur,
bayram günü olsun bana bu yemeği versen.” deyince, Zünnûn-ı Mısrî hazretleri;
“Ey Nefs! Şâyet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur’ân-ı kerîmi
hatim edersen, sana bu yemeği veririm.” dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra
nefsinin arzu ettiği yemeği getirdiler. Tabaktan bir lokma almasına rağmen
tekrar geri koydu ve namaza durdu. “Niçin böyle yaptın?” deyince; “Tam yiyeceğim
sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, dedi. Ben de, hayır ulaşmadın,
diyerek lokmayı geri koydum.” cevâbını verdi.
|
|