CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

NEFİS - 5

Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kim kendi nefsini, Firavun'un nefsinden daha hayırlı zannederse, kibirli olduğunu göstermiş olur."

Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli İbn-i Muhayrız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hanımının dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: "Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum" dedi. Bunun üzerine İbn-i Muhayrız; "Nefsimi temize çıkarmaktan Allahü teâlâya sığınırım" dedi. Bundan sonra Mısır kumaşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye başladı.

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin gözünde nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir."

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir zaman Şam civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar yemek arzu ediyordum. Lâkin gördüğüm narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar bulduğum zaman yerim deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varınca, eli, ayağı olmayan, zayıf, hâlsiz, yaralı bir kimse gördüm. Yaralarına kurt düşmüş, hattâ birçok eşek arısı yaralarına hücûm etmiş, zavallıya ızdırab veriyorlardı. Onun bu çâresiz ve muzdarib hâline acıyarak, yanına varıp; "Bu halden kurtulmak ister misin?" dedim. "Hayır." dedi. Ben hayretle "Niçin?" dedim. "Sağ sâlim olmak nefsimin arzûsudur. Bu halde olmam ise Rabbimin murâdıdır. O'nun murâdının aksi bir şeyi O'ndan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine râzı olmak, elbette benim için hayırlıdır." dedi. "Müsâade et de hiç olmazsa arıları senden uzaklaştırayım, sana çok ızdırap veriyorlar." dedim. "Onlar bana ızdırap verdikçe, benim hâlim daha hoş oluyor. Ey Havvâs! Sen benim çektiğim sıkıntıları, eşek arılarını boşver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendinden uzaklaştırmaya bak." dedi. "Bütün bunları nereden biliyorsun?" dedim. "Allahü teâlâ bildiriyor." dedi. Sonra izin isteyip yoluma devâm ettim.

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsinizin arzularını terk edin, üzüntünüz, derdiniz dağılsın."

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her kim nefis kuşunun etini severse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb âlemi fezâlarına aslâ yükselemez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır."

Kâzerûnî hazretleri gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr ederdi. Nefsinin isteklerine karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi. Sonra et yemeyi terk etti. Buna sebep şu hâdise oldu:

Kâzerûnî hazretleri hac yolculuğu sırasında Basra'ya geldi. Orada tasavvuf ehlinden bir toplulukla karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Ziyâfet verildi. Bu arada sofraya et getirildi. Sofrada bulunanlar eti yediği halde Kâzerûnî hazretleri yemedi. Hac ibâdetini edâ edip geri memleketine döndükten sonra bir gün canı et yemek istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği sırada kendi kendine "Ey nefsim! Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette et yemedin ve onlara gösteriş yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de yalnız başınasın ve et yemeye hazırlanıyorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar olsun." dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü teâlâya artık et yemeyeceğim diye söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Nefse uymamak ibâdetlerin başıdır.

Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsini hesâba çeker, bir an onu boş bırakmazdı. Basra'nın kuru veya yaş hurmasından yemezdi. Hurma mevsimi geçince; "Ey Basralılar! Benim hâlimi görüyorsunuz. Hurma yememekle bir şeyim eksilmedi. Sizin de hurma yemekle bir şeyiniz artmış değil." buyurarak nefsini, ibâdeti özler ve yapar hâle getirdi.

Bir gün Basra vâlisi, Mâlik bin Dînâr'a; "Ey Mâlik, bize bu kadar ağır konuşabilmen için sana cesâret veren ve bizi karşı koymaktan âciz bırakan şey nedir biliyor musun? Çünkü sen, dünyâya hiç kıymet, değer vermiyor ve bizden bir şey beklemiyorsun." demiştir.

Büyük velîlerden Ma'rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi kendine dövünür; "Ey nefs, hâlis ol ki halâs (kurtuluş) bulasın" buyurur ve ağlardı.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların, nefsin istek ve arzularından uzaklaşmak için ıssız çöllere çekilmesi, ne kadar şaşılacak bir şeydir. Zîrâ insanların arasına çıkmak, Peygamberlerin sünnetidir."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Muhammed Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O'na tutulmuştur. O'nun rızâsını kazanmaktan, O'na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyleyici; "Câhillikte en ileride olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur." buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; "Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!" buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldırmazlar.

 

Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!

Her kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!

 

Evliyânın büyüklerinden Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bu yolun başlangıcında iken, nefsin âfetlerini görür ve onun gizlendiği yerleri bilir vaziyete gelmiştim. Ona karşı kalbimde dâimî sûrette bir kin vardı. Bir gün boğazımdan tilki yavrusunun çıkardığı ses gibi bir şey çıktı. Allahü teâlâ beni, onu tanır hâle getirdi. Anladım ki o, nefsdir, ayaklarımın altına aldım, çiğnemeye başladım, ama her tekme atışımda daha da büyüyordu. Ona; “Hey sana ne oluyor, herşey döğmek ve sıkıntı çekmekle helâk oluyor. Sen ise daha da fazlalaşıyorsun?” dedim. Bana dedi ki: “Benim yaratılışım terstir. Bir şeye sıkıntı ve üzüntü veren bir şey, bana rahat ve zevk verir. Diğer şeylere rahatlık temin eden birşey, bana meşakkat getirir.”

Büyük velîlerden Şeyh Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsini bilene, insanların övmesi zarar vermez. Kendini bilmeyip de insanların medhetmesine kapılanların vay hâline!.."

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi, o da yemeği alıp, yere koydu. Mum getirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; "Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey Râbia, istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz." Bu sözü işitince; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı; "Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden alıkoymasın." diye duâ ederdi.

Tâbiîn devrinde Medîne'de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) gece olunca, nefsini muhatab alır, ona: "Ey bütün şerrin yuvası, kalk bakalım. Allah'a yemin olsun, seni yorgun bir deve haline getirip bırakacağım." der. Sabaha kadar ibâdet ederdi. Bu sebeple ayakları şişerdi. Bu defâ da nefsine; "İşte böyle olacaksın; aldığın emir bu yoldadır ve bunun için yaratıldın" derdi.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlattı: "Anamdan bana çok mal kalmıştı. Hemen fukarâyı çağırıp hepsini dağıttım. Kimde alacağım varsa, onları da bağışladım. Ondan sonra da Kâbe'ye gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime "Ey nefs! Artık iflâs ettin, benden isteyeceğin hiçbir şey kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, bir şey bulamayacaksın." dedim.

Kûfe şehrine uğradığımda, nefsim, balık ekmek istedi. Her ne kadar bunu yapmamaya çalıştım ise de, nefsimin arzusu çok şiddetlendi. Nefsimi Mekke'ye kadar incitmeyeyim, diye düşündüm. Şehirde bir un değirmenine rastladım. Değirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı. Değirmenciye yaklaşarak: "Bu iş için ata günde ne kadar kirâ veriyorsunuz?" dedim. Değirmenci; "Günde iki akçe ödüyoruz." deyince, bu işi bir gün de ben yapayım, bana da bir akçe verir misiniz?" dedim. Değirmenci buna râzı oldu. Akşama kadar, nefsime eziyet için dolabı döndürdüm. İşi bırakınca bir akçe aldım. Gidip onunla balık ekmek alıp nefsime; "Her ne zaman benden bir şey isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan sonra da mâkul isteklerini yerine getiririm." dedim.

Yine kendisi şöyle anlattı: "Bir gün çölde giderken, başında sarık ve elinde asâ bulunan pîr-i fânî bir zâtın geldiğini gördüm. Aklımdan "Gâlibâ kâfileyi kaçırmış." diye geçirdim ve cebimden para çıkararak, ona; "Gideceğin yere ulaşıncaya kadar bununla idâre et." dedim. Fakat bu zât elini havaya kaldırdı ve eli altınla doldu. Sonra bana; "Sen cebinden alıyorsun, ben ise gaybden." dedi ve kayboldu. Kâbe'ye varınca tavaf esnâsında o zâtı gördüm, bana: "Ey Sehl! Bir kimse Kâbe'nin cemâlini görmek için yola çıkarsa, onun muhakkak Kâbe'yi tavaf etmesi lâzımdır. Fakat her kim Allahü teâlânın cemâlini görmek için, nefsini ayakları altına alırsa, Kâbe'nin onu tavaf etmesi lâzım gelir." dediler.

Buyurdular ki: "Her kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur."

 

“BAK EY NEFSİM!”

 

O Sehl-i Tüsterî ki, asrının bir tânesi,

Ve Zünnûn-i Mısrî’nin, makbûl bir talebesi.

 

O, üstâdına karşı, gösterdi pek çok edeb,

O hayatta oldukça, konuşmadı, sustu hep.

 

Kendisine bir suâl, sorsaydı biri dinden,

Aslâ cevap vermezdi, üstâda edebinden.

 

Lâkin günün birinde, dedi ki: “Kardeşlerim,

Dînî bir suâliniz, varsa cevap vereyim.”

 

Dediler: “Susardınız, dînî mevzûlarda hep,

Şimdi hikmet nedir ki, ettiniz böyle talep?”

 

Buyurdu: “Hayattayken, bir kimsenin hocası,

Edebe muhâliftir, dinden ağız açması.”

 

Dinliyenler bu işi, eylediler tahkîkat,

Bildiler ki üstâdı, aynı gün etmiş vefât.

 

Bir talebesi der ki: “Otuz yıl müddet ile,

Devamlı hizmet ettim, ben Sehl-i Tüsterî’ye.

 

Bunca yıl kaldımsa da, yanında gece gündüz,

Yatıp uyuduğunu, görmedim aslâ henüz.

 

Yatsı namazı için, aldığı abdest ile,

Sabah namazını da, kıldı umûmiyetle.”

 

Ömrünün sonlarında, hasta oldu nihâyet,

Eli ve ayakları, etmez oldu hareket.

.

Lâkin günde beş defâ, namaz vakitlerinde,

Olurdu âzâları, eski kuvvetlerinde.

 

Kendisini aynı gün, bâzısı Arafat’ta,

Bâzısı başka yerde, görürdü onu hattâ.

 

Annesinden bir hayli, mal kalmıştı kendine,

Dağıttı tamamını, şehrin fakirlerine.

 

Ve kimde alacağı, vardıysa tamamını,

Onlara bağışlayıp, helâl etti hakkını.

 

Sonra da çıktı yola, Kâbe’yi tavâf için,

Dedi ki: “Bak ey nefsim, dünya ile yok işin.

 

İşte görüyorsun ki, tamamen ettin iflâs,

Ve sana bundan sonra, âhiret lâzım esas.

 

Sakın dünyâlık bir şey, eyleme benden talep,

Zîrâ ben muhâlefet, edeceğim sana hep.

 

Ya sen yola gelirsin, ya yanarsın Ateş’te,

Üçüncü şıkkı yoktur, hakîkat böyle işte.”

 

Sonra vardı Kûfe’ye, böylece söylenerek,

Lâkin canı orada, istedi balık ekmek.

 

Baktı ki son derece, istiyor nefsi bunu,

Lâkin hemen yapmadı, onun arzûsunu.

 

Rastladı biraz sonra, bir un değirmenine.

İlişti sonra gözü, bir dolap beygirine.

 

Gelip değirmenciye, sordu ki hemen ilkin:

“Ne ücret veriyorsun, şu dönen beygir için?”

 

İki dirhem deyince, buyurdu ki: “Ey kişi,

Ben yalnız bir dirheme, yapayım mı bu işi?”

 

Peki olur! deyince, geçti atın yerine,

O gün akşama kadar, su çekti değirmene.

 

Akşama bir dirhemi, ondan tahsîl ederek,

Gelip o para ile, aldı balık ve ekmek.

 

Dedi ki: “Bak ey nefsim, isteğin oldu, fakat,

Sen de Hak teâlâya, yapacaksın çok tâat.

 

Benden, günah olmıyan, bir şey istersen eğer,

Bu kadar meşakkate, katlanman îcâb eder.

 

Eğer günah bir şeyi, talep edersen benden,

Bil ki mahrûm ederim, seni helâl şeylerden.”

 

Evliyânın büyüklerinden, maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsine karşı olan sevginden dolayı isteklerine rızâ göstermek, onu Cehennem'e atmaktır."

Meşhûr hanım velîlerden Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin kardeşi Yahya'nın, Zeyneb isminde bir kızı vardı. Bu kız dâimâ, halası Seyyidet Nefîse'nin hizmetinde bulunurdu. Şöyle anlatıyor: "Kırk sene hizmetinde bulundum. Lâkin bir defa uyuduğunu ve bir defa yemek yediğini görmedim. Bir gün kendisine; "Halacığım! Nefsine çok zorluk veriyorsun." dedim. Bana; "Ben nefsime çok zorluk vermiyorum. Nefs çok zorluk çeker, beden çok ibâdet ederse, kurtulmak ümidi çoğalır." buyurdular.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsin katli ve ölümü, müslüman olmasından ve kötü sıfatlarının değişmesinden ibârettir."

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir adam, içinde Allahü teâlânın yarattığı her türlü ağacın bulunduğu ve ağaçların üzerinde yaratılan her cins kuşun bulunduğu bir bahçeye girse ve bu bahçedeki kuşlar ona; "Ey Allahın velîsi sana selâm olsun" deseler. Nefs de bundan sükûnet bulur ve gururlanırsa, bu kimse nefsinin elinde esir olur."

Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının vefâtından sonra, insanlara hak yolun bilgilerini öğreterek kalplerine Allah aşkını yerleştirdi. Nefisle ilgili şu nasîhatını çok söyler; "Kişi dâimâ nefsine muhâlefet etmeye devâm etmeli ve onun arzularını yerine getirmemeli, sıkıntılara göğüs germeli, açlığı sevmelidir. Hak yolun yolcusu kendisine lâzım olanı bilmeli, lâzım olmayanı terk etmelidir." buyururdu.