NEFİS - 5
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf
âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kim kendi nefsini, Firavun'un nefsinden daha hayırlı zannederse, kibirli
olduğunu göstermiş olur."
Tâbiînden, meşhur hadîs
âlimi ve veli İbn-i Muhayrız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hanımının
dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi.
Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: "Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de
bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum" dedi. Bunun üzerine İbn-i
Muhayrız; "Nefsimi temize çıkarmaktan Allahü teâlâya sığınırım" dedi. Bundan
sonra Mısır kumaşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye
başladı.
Büyük velîlerden İbn-i
Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin gözünde
nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir."
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir zaman Şam
civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar yemek arzu ediyordum. Lâkin gördüğüm
narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar bulduğum zaman yerim
deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varınca, eli, ayağı olmayan, zayıf, hâlsiz,
yaralı bir kimse gördüm. Yaralarına kurt düşmüş, hattâ birçok eşek arısı
yaralarına hücûm etmiş, zavallıya ızdırab veriyorlardı. Onun bu çâresiz ve
muzdarib hâline acıyarak, yanına varıp; "Bu halden kurtulmak ister misin?"
dedim. "Hayır." dedi. Ben hayretle "Niçin?" dedim. "Sağ sâlim olmak nefsimin
arzûsudur. Bu halde olmam ise Rabbimin murâdıdır. O'nun murâdının aksi bir şeyi
O'ndan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine râzı olmak, elbette benim için
hayırlıdır." dedi. "Müsâade et de hiç olmazsa arıları senden uzaklaştırayım,
sana çok ızdırap veriyorlar." dedim. "Onlar bana ızdırap verdikçe, benim hâlim
daha hoş oluyor. Ey Havvâs! Sen benim çektiğim sıkıntıları, eşek arılarını
boşver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendinden uzaklaştırmaya bak." dedi. "Bütün
bunları nereden biliyorsun?" dedim. "Allahü teâlâ bildiriyor." dedi. Sonra izin
isteyip yoluma devâm ettim.
Edirne velîlerinden ve Rufâî
tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Nefsinizin arzularını terk edin, üzüntünüz, derdiniz dağılsın."
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her
kim nefis kuşunun etini severse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb
âlemi fezâlarına aslâ yükselemez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır."
Kâzerûnî hazretleri
gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr ederdi. Nefsinin isteklerine
karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi. Sonra et yemeyi terk etti. Buna sebep
şu hâdise oldu:
Kâzerûnî hazretleri hac
yolculuğu sırasında Basra'ya geldi. Orada tasavvuf ehlinden bir toplulukla
karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Ziyâfet verildi. Bu arada sofraya et
getirildi. Sofrada bulunanlar eti yediği halde Kâzerûnî hazretleri yemedi. Hac
ibâdetini edâ edip geri memleketine döndükten sonra bir gün canı et yemek
istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği sırada kendi kendine "Ey nefsim!
Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette et yemedin ve onlara gösteriş
yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de yalnız başınasın ve et yemeye
hazırlanıyorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar
olsun." dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü teâlâya artık et yemeyeceğim diye
söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.
Büyük velî, fıkıh, tefsîr,
hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Nefse uymamak
ibâdetlerin başıdır.
Evliyânın büyüklerinden
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsini hesâba çeker, bir an onu
boş bırakmazdı. Basra'nın kuru veya yaş hurmasından yemezdi. Hurma mevsimi
geçince; "Ey Basralılar! Benim hâlimi görüyorsunuz. Hurma yememekle bir şeyim
eksilmedi. Sizin de hurma yemekle bir şeyiniz artmış değil." buyurarak nefsini,
ibâdeti özler ve yapar hâle getirdi.
Bir gün Basra vâlisi, Mâlik
bin Dînâr'a; "Ey Mâlik, bize bu kadar ağır konuşabilmen için sana cesâret veren
ve bizi karşı koymaktan âciz bırakan şey nedir biliyor musun? Çünkü sen, dünyâya
hiç kıymet, değer vermiyor ve bizden bir şey beklemiyorsun." demiştir.
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi kendine dövünür; "Ey nefs, hâlis ol
ki halâs (kurtuluş) bulasın" buyurur ve ağlardı.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefs-i
emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit
görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda
dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.
Büyük velîlerden Muhammed
bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların, nefsin
istek ve arzularından uzaklaşmak için ıssız çöllere çekilmesi, ne kadar
şaşılacak bir şeydir. Zîrâ insanların arasına çıkmak, Peygamberlerin
sünnetidir."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Muhammed Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey
oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün
varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O'na tutulmuştur. O'nun rızâsını kazanmaktan,
O'na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en
kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı
etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyleyici; "Câhillikte en ileride
olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur." buyurmuştur. Bundan sonra,
insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi
meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı
düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik,
bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yoktur. Hâlbuki
bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; "Küçük
cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!" buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok
kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir.
Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek
nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş
kaldırmazlar.
Kıldan ince mânâlar var,
kulağını eyle yakın!
Her kürsîde nutk çekeni, bir
şey bilir sanma sakın!
Evliyânın büyüklerinden
Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bu yolun başlangıcında
iken, nefsin âfetlerini görür ve onun gizlendiği yerleri bilir vaziyete
gelmiştim. Ona karşı kalbimde dâimî sûrette bir kin vardı. Bir gün boğazımdan
tilki yavrusunun çıkardığı ses gibi bir şey çıktı. Allahü teâlâ beni, onu tanır
hâle getirdi. Anladım ki o, nefsdir, ayaklarımın altına aldım, çiğnemeye
başladım, ama her tekme atışımda daha da büyüyordu. Ona; “Hey sana ne oluyor,
herşey döğmek ve sıkıntı çekmekle helâk oluyor. Sen ise daha da
fazlalaşıyorsun?” dedim. Bana dedi ki: “Benim yaratılışım terstir. Bir şeye
sıkıntı ve üzüntü veren bir şey, bana rahat ve zevk verir. Diğer şeylere
rahatlık temin eden birşey, bana meşakkat getirir.”
Büyük velîlerden Şeyh
Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Nefsini bilene, insanların övmesi zarar vermez. Kendini bilmeyip de insanların
medhetmesine kapılanların vay hâline!.."
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) çok oruç
tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı
iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir
tabak yemek getirdi, o da yemeği alıp, yere koydu. Mum getirmeğe gitti, gelince
bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum
söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; "Yâ Rabbî! Bu zavallı
kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh
çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey Râbia, istersen
dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve belâları
kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz." Bu sözü
işitince; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere
bulaştırma." diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki;
kıldığı namazı; "Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ
ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten
alıkoyar korkusuyla; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden
alıkoymasın." diye duâ ederdi.
Tâbiîn devrinde Medîne'de
yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi
teâlâ aleyh) gece olunca, nefsini muhatab alır, ona: "Ey bütün şerrin yuvası,
kalk bakalım. Allah'a yemin olsun, seni yorgun bir deve haline getirip
bırakacağım." der. Sabaha kadar ibâdet ederdi. Bu sebeple ayakları şişerdi. Bu
defâ da nefsine; "İşte böyle olacaksın; aldığın emir bu yoldadır ve bunun için
yaratıldın" derdi.
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlattı: "Anamdan bana çok
mal kalmıştı. Hemen fukarâyı çağırıp hepsini dağıttım. Kimde alacağım varsa,
onları da bağışladım. Ondan sonra da Kâbe'ye gitmek için yola çıktım. Yolda
kendi kendime "Ey nefs! Artık iflâs ettin, benden isteyeceğin hiçbir şey
kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, bir şey bulamayacaksın." dedim.
Kûfe şehrine uğradığımda,
nefsim, balık ekmek istedi. Her ne kadar bunu yapmamaya çalıştım ise de,
nefsimin arzusu çok şiddetlendi. Nefsimi Mekke'ye kadar incitmeyeyim, diye
düşündüm. Şehirde bir un değirmenine rastladım. Değirmenin dolabına bir at
koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı. Değirmenciye yaklaşarak: "Bu iş için
ata günde ne kadar kirâ veriyorsunuz?" dedim. Değirmenci; "Günde iki akçe
ödüyoruz." deyince, bu işi bir gün de ben yapayım, bana da bir akçe verir
misiniz?" dedim. Değirmenci buna râzı oldu. Akşama kadar, nefsime eziyet için
dolabı döndürdüm. İşi bırakınca bir akçe aldım. Gidip onunla balık ekmek alıp
nefsime; "Her ne zaman benden bir şey isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle
bir hizmeti gördürür, ondan sonra da mâkul isteklerini yerine getiririm." dedim.
Yine kendisi şöyle anlattı:
"Bir gün çölde giderken, başında sarık ve elinde asâ bulunan pîr-i fânî bir
zâtın geldiğini gördüm. Aklımdan "Gâlibâ kâfileyi kaçırmış." diye geçirdim ve
cebimden para çıkararak, ona; "Gideceğin yere ulaşıncaya kadar bununla idâre
et." dedim. Fakat bu zât elini havaya kaldırdı ve eli altınla doldu. Sonra bana;
"Sen cebinden alıyorsun, ben ise gaybden." dedi ve kayboldu. Kâbe'ye varınca
tavaf esnâsında o zâtı gördüm, bana: "Ey Sehl! Bir kimse Kâbe'nin cemâlini
görmek için yola çıkarsa, onun muhakkak Kâbe'yi tavaf etmesi lâzımdır. Fakat her
kim Allahü teâlânın cemâlini görmek için, nefsini ayakları altına alırsa,
Kâbe'nin onu tavaf etmesi lâzım gelir." dediler.
Buyurdular ki: "Her kim
nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur."
“BAK EY
NEFSİM!”
O
Sehl-i Tüsterî ki, asrının bir tânesi,
Ve Zünnûn-i Mısrî’nin,
makbûl bir talebesi.
O, üstâdına karşı, gösterdi
pek çok edeb,
O hayatta oldukça,
konuşmadı, sustu hep.
Kendisine bir suâl, sorsaydı
biri dinden,
Aslâ cevap vermezdi, üstâda
edebinden.
Lâkin günün birinde, dedi
ki: “Kardeşlerim,
Dînî bir suâliniz, varsa
cevap vereyim.”
Dediler: “Susardınız, dînî
mevzûlarda hep,
Şimdi hikmet nedir ki,
ettiniz böyle talep?”
Buyurdu: “Hayattayken, bir
kimsenin hocası,
Edebe muhâliftir, dinden
ağız açması.”
Dinliyenler bu işi,
eylediler tahkîkat,
Bildiler ki üstâdı, aynı gün
etmiş vefât.
Bir talebesi der ki: “Otuz
yıl müddet ile,
Devamlı hizmet ettim, ben
Sehl-i Tüsterî’ye.
Bunca yıl kaldımsa da,
yanında gece gündüz,
Yatıp uyuduğunu, görmedim
aslâ henüz.
Yatsı namazı için, aldığı
abdest ile,
Sabah namazını da, kıldı
umûmiyetle.”
Ömrünün sonlarında, hasta
oldu nihâyet,
Eli ve ayakları, etmez oldu
hareket.
.
Lâkin günde beş defâ, namaz
vakitlerinde,
Olurdu âzâları, eski
kuvvetlerinde.
Kendisini aynı gün, bâzısı
Arafat’ta,
Bâzısı başka yerde, görürdü
onu hattâ.
Annesinden bir hayli, mal
kalmıştı kendine,
Dağıttı tamamını, şehrin
fakirlerine.
Ve kimde alacağı, vardıysa
tamamını,
Onlara bağışlayıp, helâl
etti hakkını.
Sonra da çıktı yola, Kâbe’yi
tavâf için,
Dedi ki: “Bak ey nefsim,
dünya ile yok işin.
İşte görüyorsun ki, tamamen
ettin iflâs,
Ve sana bundan sonra, âhiret
lâzım esas.
Sakın dünyâlık bir şey,
eyleme benden talep,
Zîrâ ben muhâlefet, edeceğim
sana hep.
Ya sen yola gelirsin, ya
yanarsın Ateş’te,
Üçüncü şıkkı yoktur, hakîkat
böyle işte.”
Sonra vardı Kûfe’ye, böylece
söylenerek,
Lâkin canı orada, istedi
balık ekmek.
Baktı ki son derece, istiyor
nefsi bunu,
Lâkin hemen yapmadı, onun
arzûsunu.
Rastladı biraz sonra, bir un
değirmenine.
İlişti sonra gözü, bir dolap
beygirine.
Gelip değirmenciye, sordu ki
hemen ilkin:
“Ne ücret veriyorsun, şu
dönen beygir için?”
İki dirhem deyince, buyurdu
ki: “Ey kişi,
Ben yalnız bir dirheme,
yapayım mı bu işi?”
Peki olur! deyince, geçti
atın yerine,
O gün akşama kadar, su çekti
değirmene.
Akşama bir dirhemi, ondan
tahsîl ederek,
Gelip o para ile, aldı balık
ve ekmek.
Dedi ki: “Bak ey nefsim,
isteğin oldu, fakat,
Sen de Hak teâlâya,
yapacaksın çok tâat.
Benden, günah olmıyan, bir
şey istersen eğer,
Bu kadar meşakkate,
katlanman îcâb eder.
Eğer günah bir şeyi, talep
edersen benden,
Bil ki mahrûm ederim, seni
helâl şeylerden.”
Evliyânın büyüklerinden,
maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Nefsine karşı olan sevginden dolayı isteklerine rızâ göstermek,
onu Cehennem'e atmaktır."
Meşhûr hanım velîlerden
Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin kardeşi Yahya'nın,
Zeyneb isminde bir kızı vardı. Bu kız dâimâ, halası Seyyidet Nefîse'nin
hizmetinde bulunurdu. Şöyle anlatıyor: "Kırk sene hizmetinde bulundum. Lâkin bir
defa uyuduğunu ve bir defa yemek yediğini görmedim. Bir gün kendisine;
"Halacığım! Nefsine çok zorluk veriyorsun." dedim. Bana; "Ben nefsime çok zorluk
vermiyorum. Nefs çok zorluk çeker, beden çok ibâdet ederse, kurtulmak ümidi
çoğalır." buyurdular.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsin
katli ve ölümü, müslüman olmasından ve kötü sıfatlarının değişmesinden
ibârettir."
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir adam,
içinde Allahü teâlânın yarattığı her türlü ağacın bulunduğu ve ağaçların
üzerinde yaratılan her cins kuşun bulunduğu bir bahçeye girse ve bu bahçedeki
kuşlar ona; "Ey Allahın velîsi sana selâm olsun" deseler. Nefs de bundan sükûnet
bulur ve gururlanırsa, bu kimse nefsinin elinde esir olur."
Büyük velîlerden
Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının vefâtından
sonra, insanlara hak yolun bilgilerini öğreterek kalplerine Allah aşkını
yerleştirdi. Nefisle ilgili şu nasîhatını çok söyler; "Kişi dâimâ nefsine
muhâlefet etmeye devâm etmeli ve onun arzularını yerine getirmemeli, sıkıntılara
göğüs germeli, açlığı sevmelidir. Hak yolun yolcusu kendisine lâzım olanı
bilmeli, lâzım olmayanı terk etmelidir." buyururdu.
|