NEFİS - 3
Irak velîlerinden Seyyid
Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bizim
yolumuzda ilk önce lazım olan, ahlâkını düzeltmeye nefsini hesâba çekmeye
çalışmalıdır. Bu yolun büyükleri nefsin temizliğini, kalbin temizliğine vâsıta
yaptılar. Çünkü nefs, kulun amellerinin mihveridir. Ameller nefs üzerinde
meydana gelir. Şöyle ki: Kalbin fesâdı, bozukluğu nefsin bozukluğundandır. Kalb
bozulunca vücutta bozukluk meydana gelir. Kalbin iyiliği nefsin sâlih iyi
olmasına bağlıdır. Dolayısıyla cesed de iyi olur. Onun için ahlâkınızı
düzeltiniz, nefs muhâsebesini iyi yapınız. Bunu ise, Resûlullah efendimize çok
salât okumak sûretiyle yapınız. Onun için bu yola girmiş olan çok salât okumakla
meşgul olmalıdır ki, kalbi Peygamber efendimizin sevgisi ile nurlansın, nefsin
başka şeylere olan bağlılıkları yok olsun. Daha sonra Allahü teâlâyı zikr
etmelidir. Kalb, Peygamber efendimizin vâsıtasıyla Allahü teâlânın zikr
nurlarının parıltılarına kavuşur. İşte kazançlı amel budur."
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki "Nefsiniz sizi uygun olmayan şeylerle meşgûl etmeden
evvel, siz nefsinizi hayırlı şeylerle meşgûl ediniz."
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
dostlarından bir kısmı bâzı kimselerin hallerinden bahsederek; "Falan kimse su
üzerinde yürüyor. Onun bu hâline ne dersiniz?" diye sordular. Buyurdu ki: "Allahü
teâlânın yardımı ile nefsinin arzularına uymayan kimse, havada uçandan ve su
üzerinde yürüyenden daha üstündür."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu
ki: "Nefsini bilen Rabbini bilir." hadîs-i şerîfinin sırrına eren, nefsini
sokakta gördüğü köpekten aşağı bilir."
Meşhûr velîlerden
Abdurrahmân Tafsûncî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsinin
ayıplarını, kusurlarını görmeyen kimse, azıp doğru yoldan ayrılır."
Suriye'de yetişen evliyâdan
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsan
fakîr olmalıdır. Rabbü'l-âlemîn hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten
maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir.
İnsanın nefs ve benliğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük
hisseden kimseyi Allahü teâlâ sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini,
kendini büyük görmesi değil miydi?.. İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır
ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddat,
Kârûn gibilerin felâketlerine nefisleri sebeb oldu. Çünkü büyüklük taslayan
nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dâvâ güttüklerini,
ilâh olmadıklarını ve Allahü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde
nefislerinin Allahlık dâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve
kendilerine hâkim olmuştu.
İnsanın iyi amellerini ve
ibâdetlerini görmemesi, hep günâhlarını görmesi lâzımdır. İnsan bir şey
olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil, hep günahlarını göz
önünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır. İnsanı
felâkete götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlık dâvâsında
bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar.
Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık dâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis
kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. İşte onlar da haddini
aşmış, azgınlaşmış nefislerinin ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar
kendilerinin ilâh olmadığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı fakat büyüyen ve
büyük iddiâlara kalkışan nefislerine kendileri de uydular.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler
göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ
ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi
fakat Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun
için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşma yolunda insanın
önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde
bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim.
Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda
sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam
bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde
bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak
isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri,
şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü teâlânın
izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını
kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle
sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur
ettim... Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç
yaprakları... Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her
çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim.
Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra
kalkarsın." dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'ân-ı
kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz
matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve
zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada
büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün
arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden
Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr"
mertebesine ulaştım".
Nihâyet bütün varlıklardan
yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden
geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok
uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi
Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses
bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.
Evliyânın
büyüklerinden Abdülmelik et-Taberî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Hummaya yakalandığımda bununla sevinirim. Çünkü nefs, hummâ, ile meşgûl
olup, beni meşgûl etmez. Bu haldeyken kalbimle istediğim gibi yalnız kalırım."
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefsin
kötülüklerine, mâni olmak, onun arzu ve isteklerini yerine getirmeme ve bunlarla
mücâdele husûsunda Allahü teâlâdan yardım istemeli, Azâbından korkarak, sevâbını
ve mükâfatını umarak, muhtaç olduğunu düşünerek, O'nu hatırlamalıdır."
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir konuda
tereddütte kalıp doğrusunu kestiremediğiniz vakit, nefsin arzusuna aykırı olan
hangisi ise onu tercih edin. Çünkü işin doğrusu, nefsânî arzulara karşı
çıkmaktır."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi nefsini muhâsebeye
çektiği bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Uzun müddet nefsime
muhâlefetle onu kahretmiştim. Bir defâsında bir cemâat cihâd için gazâya
gidiyordu. Bende de gazâ için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim gazânın sevâbı
ile ilgili hadîs-i şerîfleri bana hatırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime,
gâlibâ nefsin bu istekli hâli bir hîledir! Çünkü nefs seve seve ibâdet ve tâatta
bulunmaz! Herhalde devamlı oruç tuttuğum için nefsin tâkatı kesildi de bu
sebeple savaşa gitmemi ve orucumu açmamı istiyor dedim.
Nefse dedim ki: "Ey nefs
gazâ için sefere çıkınca oruca devâm edeceğim." Nefs; "Olur kabul." deyince
şaşırdım ve herhalde ben nefsi geceleri namaz kılmaya mecbûr tutuyorum da onun
için gazâya çıkmamı ve böylece gece namazını bırakacağımı ve rahata kavuşmayı
istiyor diye düşündüm. Nefse gazâda da seni gece uyutmam dedim. "Bu da kabul!"
dedi.
Bu cevabına da hayret edip,
iyice düşündüm. Sonra herhalde nefs yalnızlıktan usandı da halkın arasına
karışmak istiyor. Bu sebeple diye yorumladım ve nefse; "Konakladığımız her yerde
insanların arasında oturmayacağım. Tenhâ bir kenara çekileceğim." deyince
nefsim; "Onu da kabul ediyorum!" deyince artık onun maksadını anlamaktan âciz
kaldım. Allahü teâlâya sığınıp; "Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve
onun aldatmasından koru. Sana sığındım." diye yalvarıp duâ ettim.
Bunun üzerine nefs, şöyle
dedi: "Benim isteklerime muhâlefet etmekle beni günde yüz defâ öldürüyorsun,
bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu bütün
cihân halkı duyar. Derler ki, âferin Ahmed Hadraveyh'e, onu, nefsini öldürdüler,
şehîdlik derecesine erdi..."
Nefsin bu cevabı üzerine; "Sübhanallah,
bu nefs öyle yaratılmış ki, hayatında da ölümünde de münâfık! Ne bu dünyâda ne
de âhirette müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak istiyor sanmıştım.
Ona zünnâr bağlandığının farkına varmamışım." diyerek, daha çok muhâlefet ettim.
Suriye'de yetişen evliyâdan
Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî
hazretlerine talebe olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı: Nurşin'e gittikten on
beş yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) evindeydim. Mâlûm
yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Muş taraflarından, o bölgenin
ileri gelenlerinden birisi Hazret'i ziyârete gelmişti. Hazret'i ve talebelerini
yemeğe dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet edeceğini bildirdi. Nasıl
olsa ben de ziyâfete gideceğim, güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve
sevindim. Bu durumdan nefsim çok zevklendi. Hemen çarıklarım ıslansın da rahat
giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de
diğer talebelerle birlikte hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp;
"Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle berâber gelsin. Yalnız Molla Ahmed
kalsın. O gelmeyecek" buyurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle
dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: "Bütün suç senindir. Sen güzel
yemekler yerim diye iştahlandın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için
Hazret seni götürmedi. Ey nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı
olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lâzımdır. Bunu yaparsan Allahü
teâlânın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun."
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn
Nurşînî hazretleri ata binmiş gidiyordu. Ahmed Haznevî'yi görünce atının
yularını çekerek durdu
Onu yanına çağırdı ve;
"Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mikdarı kadar nefsi olsa, o, Allahü
teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi nefsidir.
Onun için insanın kendinden haberi olmalı. Nefsin tuzaklarına düşmemeye
çalışmalıdır." buyurarak atını sü-r dü, yoluna devâm etti.
Büyük velîlerden Seyyid
Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefse, Allahü teâlânın
kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere
râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs
bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın
rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler olsun."
Yine buyurdular ki: Kulluk
esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak
şöyle dursun, varlığını kabûl edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabûl
edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu
bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez.
Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal'aya
sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için tehlike büyüktür. Onu
anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, mârifet sâhibi
olunmaz."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
talebelerine buyururdu ki: "Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur.
Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır."
Horasan'da yetişen velîlerin
meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan
Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "En büyük
muhârebe, konuşur ve yerken, nefs ve şeytanla olan harbdir. Eğer onlara gâlip
gelirsen, kurtulursun."
Amasya'da yetişen velîlerden
Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyururdu
ki: "Nefsimizin alıştığı zevklerine erişmek için bizi şeklen olan bir
pişmanlıkla aldatıp duruyor. Nefis düşmandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl
işi değildir."
Büyük velî ve Hanbelî
mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Günahlardan sakınan kimseler, nefsleri üzerinden, terbiye
kamçısını kaldırmazlar. Allahü teâlanın râzı olduğu işler için nefslerini
zorlarlar. Onlar, mal ve mülkü Allahü teâlânın rızâsı için vermekten
çekinmezler."
Meşhûr velîlerden Ali
Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allah yolunda nefsi ile
yürümek isteyen, daha ilk adımında hatâ etmiş demektir. Nefsini terkedip de
ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rızâsını düşünerek yola çıkarsa, Allahü
teâlâ ona, kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır."
Tâbiîn devrinin büyük hadîs,
kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A'meş (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Nefsimi elimle tutabilseydim, parça parça doğrar, hayvanların
önüne yem olarak atardım."
Hadîs âlimi ve büyük velî
Amr bin Kays el-Mülâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetleri esnâsında
sevenlerine ve talebelerine; "Nefsinizle meşgûl olduğunuzda insanları,
insanlarla meşgûl olduğunuzda nefsinizi unutursunuz."
|