CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

NEFİS - 1

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri nefsin istediklerini yapmaz, istemediklerini yapardı. İnsanlara nefis muhâsebesi yapmaları gerektiğini bildirirdi. Her gün yaptığı işler sebebiyle kendini hesâba çekerdi.

Nefsine şöyle hitâb ederdi: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var. Ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, îdâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence ile geçiren kâtile benzer. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem'den biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, îmânsızsın! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, O'nun görmesine ehemmiyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Hizmetçin sana itâat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmayacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer O'nun azâbını hafif görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeyecek sanıyorsan, Kur'ân-ı kerîme ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âyetinde meâlen; "Günah işleyen, cezâsını çekecektir." buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyâda, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmeyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıktan kurtulmak için, bir yahûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin. İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce, sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!

Kışın muhtâç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennem'in zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhiret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhiret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara elbise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni O'nun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın O'na ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yediği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmet ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennet'e ve Cehennem'e inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı say ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil!

Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmin.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün bir kimse gelip; "Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da düzgündür." dedi. Sultân-ül-Ârifîn; "Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var." buyurdu. O kimse; "Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?" diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî: "Var ama sen kabûl etmezsin." buyurdu. O kimse ısrâr edip; "Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım." dedi. Sultân-ül-Ârifîn buyurdular ki: "Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum) de." O kimse bunları duyunca; "Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir." Buyurdular      .

Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine; "Nefsine verdiğin en hafif cezâ nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim." buyurdular.

Yine buyurdular ki: "On iki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet, nefsin arzularını yapmamak körüğünde, mücâhede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kötüleme örsünde, kınama, ayıplama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede bu aynada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalp hastalıklarından meydana gelen bir zünnâr bulunuyor. Bu zünnârı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki müslüman oldum.

Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım. "Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur." diye ilhâm olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; "Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere; "Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Aslâ izin alamazsınız." diye bildirildi.

"Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?" diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, "Nefsini üç talakla boşa" diyordu."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatır: "Bir kış günüydü. Beni bir cezbe hâli kapladı. Kendimden geçip, kırlarda, sahrâ ve dağlarda, yalın ayak, başı açık gezip, dolaşmaya başladım. Ayaklarım yarılıp, parçalandı. Bu hâlde iken bir gece hocam Emîr Külâl ile sohbet etmek arzusu uyandı. Bu arzu ile huzûruna gittim. Talebeler etrâfında toplanmış, hocam da baş tarafta oturuyordu. İçeri girdim, aralarına katıldım. Emîr Külâl; "Bu kimdir?" dedi. "Behâeddîn'dir." dediler. Talebelerine beni meclisten dışarı çıkarmalarını söyledi. Onlar da beni dışarı çıkardılar. O zaman nefsim son derece azdı ve taşkınlık yapmak istedi. Az kalsın nefsim, irâdeme gâlip geliyordu. Fakat Allahü teâlânın ihsânıyla, nefsimi serkeşlikten ve îtirazdan menederek; "Ey nefs! Ben bu horlanmayı Allah için kabûl ettim. Beni, Allahü teâlâ elbette bundan dolayı mükâfatlandırır." dedim. Sonra başımı Emîr Külâl hazretlerinin kapısının eşiğine koydum. Sabaha kadar öyle kaldım. Üzerime kar yağdığı hâlde kalkmadım. Sabah namazı vakti Emîr Külâl, ayağını kapının eşiğine atınca, karlar arasında kalan başıma bastı. Beni o hâlde görünce teveccühte bulunup müjde verdi. İçeri alıp teselli ederek ayaklarımdaki dikenleri mübârek elleriyle çıkardı. Yaralarıma ilâç sürdü. "Oğlum! Bu saâdet libâsı (elbisesi) ancak sana lâyıktır." buyurdu. Rûhânî feyz, işte bende o zaman hâsıl oldu. Şimdi, her sabah evimden mescide çıkarken, bir talebemi o hâlde görmek isterim; fakat şimdi talebe kalmadı. Hepsi şeyh oldu."

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin en başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatır. Hocam buyurdular ki: "Nefsinizi dâimâ töhmet altında tutunuz ve ona uymayınız. Her kim bunda muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işinin mükâfâtını, karşılığını verir, sâlih amel işlemeye muvaffak olur, buna tahammül ve güç bulur. Yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaya başlar. Bütün işlerde niyeti düzeltmek çok mühimdir.

Yine buyurdular ki: "Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsinin isteklerine boyun eğmemeye muvaffak olduğu için şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, yâni nefsine muhâlefet etmesi lâzımdır."

Büyük velîlerden ve tâbiînin meşhurlarından Avn bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hatâ ve günahlarını hatırlayıp ağlayarak pişmanlığını şöyle dile getirmiştir: "Vah! Yazık bana! Bana ne oldu da ben, bu kadar hatâ ve günahı işledim. Halbuki ben o hatâyı işlerken, Rabbimin nîmetleri içerisinde idim. Günahımın bir anlık lezzetine aldandım. O lezzet gitti. Şimdi onun mesûliyeti kaldı. Kaybolmıyacak, her şeyin inceden inceye tesbit edildiği amel defterime yazıldı. Yazık bana, Allahü teâlâdan utanmadan bu işi yaptım. Nefsime uydum. Bu nefs ne acâib düşman. Ben hatâmı düzeltmeğe çalışıyorum. O ise beni tekrar günâha çağırıyor. Ben ona insafla, adâletle davranmak istiyorum, ama, nefsim bana insâf etmiyor. Devamlı beni Rabbimin rızâsından çıkarmak için uğraşıyor. Benim helâkimi, dünyâ ve âhiret saâdetimi çalmak istiyor.

Yâ Rabbî! Nefsimi bana musallat kılma. Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma. Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle. Ondan beni muhâfaza eyle.

Yazık bana! Ölümden nasıl kaçarım. Kaçsam bile o mutlakâ bana yetişecektir. Ben ölümü nasıl unutabilirim. Ben unutsam bile, ölüm beni unutmaz. O beni tâkib ediyor... Günahım o kadar çok ki, kalbimi yaraladı. Günahımın çokluğundan, ağlamaktan, artık gözlerimden yaş da akmıyor. Gözlerime uyku girmiyor. Eğer, Rabbim bana merhamet etmezse, hâlim nasıl olur, benim....

Vah bana! Hatâlarım aklıma geldikçe, ben nasıl tenbel otururum, Rabbime tövbe edip, rızâsını kazanmaya çalışmam. Kıyâmet günü Rabbim beni temize çıkarmaz, yüzüme bakmazsa, benimle konuşmazsa, vay benim hâlime. Bütün bu durumlardan, günâh ve hatâlarımdan Allahü teâlâya sığınırım. Amel defterimin sol tarafımdan verilmesinden veya onu arkamda görmekten, Rabbim muhâfaza eylesin. Yüzüm simsiyah olursa, yazık bana. Rabbimin huzûruna ben nasıl çıkarım. Gözüm, aya-ğım, elim ve her şeyim benim hakkımda şâhittirler. Günahlarımı hatırlamam, bana her şeyi unutturuyor. Ey nefsim! İsteklerini hiç unutmuyorsun, fakat kulluk vazîfelerini yapmaya hiç istekli değilsin. Ey nefsim, hesâba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından hiç korkmu-yorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nimetlere tercih ediyorsun.

Ey nefsim! Hâlâ içerisinde bulunduğun gafletten uyanmıyacak mısın? Hasta ve zayıf düşersen, derhal yaptıklarından pişmanlık duyarsın... Sıhhatin yerinde olursa, günâh işlersin. Sana böyle ne oluyor. Muhtaç ve düşkün olursan, üzülür, mahzûn olursun. Zengin ve kimseye muhtâc olmazsan, âhiretini ve kendini unutursun.

Ey nefsim, hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun."