|
NEFİS - 1
Evliyânın büyüklerinden ve
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri nefsin istediklerini yapmaz, istemediklerini yapardı.
İnsanlara nefis muhâsebesi yapmaları gerektiğini bildirirdi. Her gün yaptığı
işler sebebiyle kendini hesâba çekerdi.
Nefsine şöyle hitâb ederdi:
Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun.
Hâlbuki, senden daha ahmak kim var. Ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle
geçiriyorsun. Senin hâlin, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca,
îdâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence ile geçiren kâtile benzer.
Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve
Cehennem'den biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum?
Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü,
ölüm kimseye vakit tâyin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya
kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir.
İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar
olsun sana ey nefsim!
Günahlara dalmışsın. Allahü
teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, îmânsızsın! Eğer gördüğüne inanıyorsan,
çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, O'nun görmesine ehemmiyet vermiyorsun! O hâlde,
yazıklar olsun sana ey nefsim!
Hizmetçin sana itâat etmezse,
ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmayacağından nasıl emîn
oluyorsun! Eğer O'nun azâbını hafif görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut,
kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da,
zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ
vermeyecek sanıyorsan, Kur'ân-ı kerîme ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât) inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü,
Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âyetinde meâlen; "Günah işleyen, cezâsını
çekecektir." buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun
sana ey nefsim!
Günah işleyince, O kerîmdir,
rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyâda, yüz binlerce kişiye niçin zahmet,
açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmeyenlere mahsûlünü vermiyor!
Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ
kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde,
yazıklar olsun sana ey nefsim!
Belki inandığını, fakat
sıkıntıya gelemiyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir
zahmetle, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak
için dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün
dünyânın bir miktar zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiretteki
zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? O hâlde,
yazıklar olsun sana ey nefsim!
Para kazanmak için çok
zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıktan kurtulmak için, bir yahûdî
doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının,
hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun
olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Sonra tövbe ederim ve iyi
şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın
tövbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe,
geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer
ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine
çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun
zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun
zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl
yapabilirsin. İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce, sıhhatin ve
sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin
bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!
Kışın muhtâç olacağın
şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde
etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki
Cehennem'in zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı,
temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun
da, âhiret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhiret ve
kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi
saklıyorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey
nefsim!
Marifet nûrunun himâyesine
sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, canını yakmasından, Allahü
teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin
himâyesine girmeden, kışın soğuğun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini
üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ,
birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek,
elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara elbise yapmak için akıl ve
düşünce vermiştir. Yâni O'nun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup,
elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Günahların Allahü teâlâyı
kızdırdığı için azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın O'na ne zararı var ki,
bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı,
senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı,
yediği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydana gelmekte olup, tabîbin
sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar
olsun sana ey nefsim!
Ey nefsim! Anladım ki,
dünyânın nîmet ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın!
Cennet'e ve Cehennem'e inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve
lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın!
Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi,
sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Dünyâya niye sarılıyorsun?
Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman
sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsimleriniz unutulacak, hatırlardan
silinecek. Geçmiş pâdişâhları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az bir
şey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet
nîmetlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Bir kimse, kıymetli ve
sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona
nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî
cevheri, elinden çıktı say ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil!
Bunlar ile ve bunlar gibi
sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce
kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân
buyursun! Âmin.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün bir kimse
gelip; "Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz
kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da
düzgündür." dedi. Sultân-ül-Ârifîn; "Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen
bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var." buyurdu. O kimse; "Efendim!
Bunun bir çâresi yok mu?" diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî: "Var ama sen kabûl
etmezsin." buyurdu. O kimse ısrâr edip; "Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni
talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım." dedi. Sultân-ül-Ârifîn
buyurdular ki: "Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve
eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi
tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat
vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum) de." O kimse bunları
duyunca; "Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka
bir şey emretseniz." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Senin ilâcın ancak budur ve biz
de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi
terbiye etmektir." Buyurdular .
Bâyezîd-i Bistâmî
hazretlerine; "Nefsine verdiğin en hafif cezâ nedir?" diye sordular. Cevâbında;
"Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl
boyunca hiç su içmedim." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "On iki
sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet, nefsin arzularını yapmamak
körüğünde, mücâhede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi,
yerme, kötüleme örsünde, kınama, ayıplama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa
kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim
ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu
aynaya baktım. Netîcede bu aynada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete
güvenip amelini beğenmek gibi kalp hastalıklarından meydana gelen bir zünnâr
bulunuyor. Bu zünnârı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden
hakîki müslüman oldum.
Uzun seneler nefsimi terbiye
etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım. "Şu
testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur." diye ilhâm olundu. Bunun
üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; "Ey
Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne misâli olan dünyâ mallarına
gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere; "Bâyezîd,
nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl
uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk
etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi
zannediyorsunuz. Aslâ izin alamazsınız." diye bildirildi.
"Yâ Rabbî! Sana kavuşmak
nasıl mümkün olur?" diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, "Nefsini üç talakla boşa"
diyordu."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
şöyle anlatır: "Bir kış günüydü. Beni bir cezbe hâli kapladı. Kendimden geçip,
kırlarda, sahrâ ve dağlarda, yalın ayak, başı açık gezip, dolaşmaya başladım.
Ayaklarım yarılıp, parçalandı. Bu hâlde iken bir gece hocam Emîr Külâl ile
sohbet etmek arzusu uyandı. Bu arzu ile huzûruna gittim. Talebeler etrâfında
toplanmış, hocam da baş tarafta oturuyordu. İçeri girdim, aralarına katıldım.
Emîr Külâl; "Bu kimdir?" dedi. "Behâeddîn'dir." dediler. Talebelerine beni
meclisten dışarı çıkarmalarını söyledi. Onlar da beni dışarı çıkardılar. O zaman
nefsim son derece azdı ve taşkınlık yapmak istedi. Az kalsın nefsim, irâdeme
gâlip geliyordu. Fakat Allahü teâlânın ihsânıyla, nefsimi serkeşlikten ve
îtirazdan menederek; "Ey nefs! Ben bu horlanmayı Allah için kabûl ettim. Beni,
Allahü teâlâ elbette bundan dolayı mükâfatlandırır." dedim. Sonra başımı Emîr
Külâl hazretlerinin kapısının eşiğine koydum. Sabaha kadar öyle kaldım. Üzerime
kar yağdığı hâlde kalkmadım. Sabah namazı vakti Emîr Külâl, ayağını kapının
eşiğine atınca, karlar arasında kalan başıma bastı. Beni o hâlde görünce
teveccühte bulunup müjde verdi. İçeri alıp teselli ederek ayaklarımdaki
dikenleri mübârek elleriyle çıkardı. Yaralarıma ilâç sürdü. "Oğlum! Bu saâdet
libâsı (elbisesi) ancak sana lâyıktır." buyurdu. Rûhânî feyz, işte bende o zaman
hâsıl oldu. Şimdi, her sabah evimden mescide çıkarken, bir talebemi o hâlde
görmek isterim; fakat şimdi talebe kalmadı. Hepsi şeyh oldu."
Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin en başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatır.
Hocam buyurdular ki: "Nefsinizi dâimâ töhmet altında tutunuz ve ona uymayınız.
Her kim bunda muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işinin mükâfâtını,
karşılığını verir, sâlih amel işlemeye muvaffak olur, buna tahammül ve güç
bulur. Yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaya başlar. Bütün işlerde
niyeti düzeltmek çok mühimdir.
Yine buyurdular ki: "Bir
kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsinin
isteklerine boyun eğmemeye muvaffak olduğu için şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin
makâmını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, yâni nefsine muhâlefet etmesi
lâzımdır."
Büyük velîlerden ve tâbiînin
meşhurlarından Avn bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hatâ ve
günahlarını hatırlayıp ağlayarak pişmanlığını şöyle dile getirmiştir: "Vah!
Yazık bana! Bana ne oldu da ben, bu kadar hatâ ve günahı işledim. Halbuki ben o
hatâyı işlerken, Rabbimin nîmetleri içerisinde idim. Günahımın bir anlık
lezzetine aldandım. O lezzet gitti. Şimdi onun mesûliyeti kaldı. Kaybolmıyacak,
her şeyin inceden inceye tesbit edildiği amel defterime yazıldı. Yazık bana,
Allahü teâlâdan utanmadan bu işi yaptım. Nefsime uydum. Bu nefs ne acâib düşman.
Ben hatâmı düzeltmeğe çalışıyorum. O ise beni tekrar günâha çağırıyor. Ben ona
insafla, adâletle davranmak istiyorum, ama, nefsim bana insâf etmiyor. Devamlı
beni Rabbimin rızâsından çıkarmak için uğraşıyor. Benim helâkimi, dünyâ ve
âhiret saâdetimi çalmak istiyor.
Yâ Rabbî! Nefsimi bana
musallat kılma. Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma. Nefsim bana acımıyor.
Bana sen merhamet eyle. Ondan beni muhâfaza eyle.
Yazık bana! Ölümden nasıl
kaçarım. Kaçsam bile o mutlakâ bana yetişecektir. Ben ölümü nasıl unutabilirim.
Ben unutsam bile, ölüm beni unutmaz. O beni tâkib ediyor... Günahım o kadar çok
ki, kalbimi yaraladı. Günahımın çokluğundan, ağlamaktan, artık gözlerimden yaş
da akmıyor. Gözlerime uyku girmiyor. Eğer, Rabbim bana merhamet etmezse, hâlim
nasıl olur, benim....
Vah bana! Hatâlarım aklıma
geldikçe, ben nasıl tenbel otururum, Rabbime tövbe edip, rızâsını kazanmaya
çalışmam. Kıyâmet günü Rabbim beni temize çıkarmaz, yüzüme bakmazsa, benimle
konuşmazsa, vay benim hâlime. Bütün bu durumlardan, günâh ve hatâlarımdan Allahü
teâlâya sığınırım. Amel defterimin sol tarafımdan verilmesinden veya onu arkamda
görmekten, Rabbim muhâfaza eylesin. Yüzüm simsiyah olursa, yazık bana. Rabbimin
huzûruna ben nasıl çıkarım. Gözüm, aya-ğım, elim ve her şeyim benim hakkımda
şâhittirler. Günahlarımı hatırlamam, bana her şeyi unutturuyor. Ey nefsim!
İsteklerini hiç unutmuyorsun, fakat kulluk vazîfelerini yapmaya hiç istekli
değilsin. Ey nefsim, hesâba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından
hiç korkmu-yorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nimetlere tercih ediyorsun.
Ey nefsim! Hâlâ içerisinde
bulunduğun gafletten uyanmıyacak mısın? Hasta ve zayıf düşersen, derhal
yaptıklarından pişmanlık duyarsın... Sıhhatin yerinde olursa, günâh işlersin.
Sana böyle ne oluyor. Muhtaç ve düşkün olursan, üzülür, mahzûn olursun. Zengin
ve kimseye muhtâc olmazsan, âhiretini ve kendini unutursun.
Ey nefsim, hiç amelin
olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve
isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun."
|
|