NASÎHAT - 6
Tâbiîn devri evliyâsından
Abdullah bin Dînar (rahmetullahi teâlâ aleyh) ahlâkça Tâbiînin en ileri
gelenlerinden idi. Ebû Hamza bir gün kendisine; "Allahü teâlâya yaklaşmak nasıl
olur?" diyerek nasîhat isteyince; "İnsanlardan uzak ve yalnız olduğunda kısaca
her zaman Allah'tan kork. Beş vakit namazını cemâatle kıl. Yönünü harama
çevirme, böylece, Allahü teâlâya yaklaşanlardan ol." buyurmuştur.
Abdullah bin Dînar bir
sohbetinde talebelerine ve sevdiklerine buyurdu ki: Lokman Hakim oğluna şöyle
dedi: "Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak
muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden
aslâ şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır:
Rûhunu Azrâil aleyhisselâm alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır.
Bedenini de kurtlar yer ve toprak çürütür."
Bayramiyye yolunun
şeyhlerinden Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
zamânında 1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın Viyana önünde uğradığı
büyük bozgundan sonra, Dördüncü Mehmed Han cumâ namazını kılmak üzere Dâvûd Paşa
Câmiine geldi. Himmetzâde Abdullah Efendiyi de vâz vermek üzere oraya dâvet
etti. Abdullah Efendi dâvet üzerine Dâvûd Paşa'ya gitti. Câmide pek acı sözlerle
halkı hüngür hüngür ağlatan vâzında özet olarak şöyle buyurdu: Ümmet-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem), devlet sahipsiz kaldı. Şehir ve kaleler düşman
eline düşüp câmi ve mescidler kilise oldu. Bütün bunlar günahlarımız sebebi
iledir. Fiilimizi değiştirelim. Günahlarımıza tövbe edelim. Şimdiden sonra bize
lazım olan gözümüz yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden
kaldırmamaktır. Sonra padişaha serzenişte bulunarak: Nedir bu inip binme, bu hay
huy ve nefs-i emmârenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda yatursız? Gerçi
padişahlar ava gide gelmiştir. Ancak şimdi zamanı değil. Her zamanın bir îcâbı
var. dedi."
Sultan Dördüncü Mehmed Han
başı yerde olarak dinlediği bu vâz ü nasîhatten sonra devlet işleri ile bizzat
ilgilenmeye başladı.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Horasan'dan
Feth bin Şehraf isminde bir sevdiği geldi ve kendisinden nasîhat ricâ etti.
Buyurdu ki: "Ey Horasanlı! Dilinle yalan söyleme, gözünle harama bakma. Kalbinle
müslüman kardeşine hased etme. Kin tutma ve iyi şeyler arzu et. Eğer böyle
yapmazsan, sonunda bedbaht olursun." Allahü teâlânın sonsuz ihsânına rağmen
günah işlemekte ısrar edenleri; "Sana iyilik edene bile kötülük ediyorsun.
Kötülük edene nasıl iyilik edebilirsin." diyerek, gafletten uyandırırdı.
Abdullah bin Hubeyk
hazretlerinden biri nasîhat istediğinde, rivayet ettiği hadis-i şeriflerle cevab
verirdi. "Kişinin mâlâyânîyi (boş ve faydasız şeyleri) terk etmesi, onun
müslümanlığının güzelliğindendir."
Evliyânın meşhurlarından
Abdullah bin Menâzil hazretleri, Hamdun bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinden nasîhat istemişti. O da; "Gücün yettiği ve elinden geldiği kadar
dünyalık bir şey sebebiyle kızmamaya gayret et." buyurdular.
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu
ki: "Şu dört cümle, dört bin hadîs-i şerîften seçilmiştir; kadına güvenme, mala
aldanma, mîdeni fazlaca doldurma, işine yarıyacak kadar ilim öğren."
Yine buyurdular ki: "Ölümden
sonrası için ölmeden önce hazırlık yap."
"Kişi için en güzel süs;
sükût, doğruluk ve vakârdır."
"Allahü teâlâdan korkan
kimselerle berâber ol. Bid'at sâhipleriyle oturmaktan sakın!"
"Bir kimsenin çoluğu-çocuğu,
olup, onların ihtiyâcı için çalışsa, geceleri kalkıp üzerleri açık olarak
gördüğü evlâdının üzerlerini yorganları ile örtse, onun bu çeşit işleri gazâ ve
cihaddân daha üstündür."
Tâbiîn devri velîlerinden
Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hikmetle dolu
pekçok nasîhat ve sözleri vardır. Bir gün; "Hem dünyâ, hem de âhirette yaşayan
kimseye ne saâdet!" buyurunca; Âhirette nasıl yaşandığı kendisinden soruldu,
cevâbında; "Böyle bir insan dünyâda Allahü teâlâyı hatırından çıkarmadı, dâimâ
O'na yalvardı ve bu sâyede âhirette O'nun rahmetine mazhar oldu." buyurdular.
"Kimlerden uzak duralım?"
diye soruldu. Cevâben; "Arzu ve istekleri peşinden koşanlarla berâber oturup
kalkmayınız. Onlarla konuşmayınız. Çünkü, sizi kendi sapıklıklarına
düşürmelerinden zihninizi karıştırmalarından korkuyorum." buyurdular.
Bir tanıdığı arkadaşından
şikâyet etmişti. "Sana, din kardeşinden istemediğin bir şey ulaşırsa, onun için
bir özür ara. Bir mâzeret bulamazsan, kendi kendine, belki benim bilmediğim bir
durum vardır, de." buyurdular.
Abdullah bin Zeyd
hazretlerinden bir talebesi nasîhat istediğinde rivâyet ettiği şu hadîs-i
şerîfleri bildirdi.
"Üç şey vardır ki, bunlar
kimde bulunursa o kimse imânın tadını bulur. Birincisi, bir kimseye Allah ve
Resûlü, başkalarından daha sevgili olmak. İkincisi, bir kimse sevdiğini Allah
için sevmek. Üçüncüsü, bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra tekrar
küfre dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek."
"İşlerin en hayırlısı, çok
aşırı veya eksik olmayıp, orta mertebede olanıdır."
"Bir sözü anlamayacak
kimseye söyleme! Çünkü o söz, ona zararlı olup, fayda vermez."
Mısır evliyâsından
Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine bir sohbetinde
şöyle nasîhat etti: Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun.
Cimrilikten ve isrâftan son derece sakının. İsrâf ve haddinden fazla dağıtmakla,
elde bir şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır. Cimrilik yapmak, hâl ve
harekette ölçülü olmamakla da, kişi îtibâr bulamaz.
Sakın dünyânın parlaklığına,
câzibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hîlelerine aldanma. Onun inci gibi
görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyânın
sağı solu belli olmaz. Bakarsın bâzan suda ateş parçası olsun ister. Bâzan
insana yapamayacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere
girer de helâk olur gider.
Eğer kadere, Allahü teâlânın
hükmüne rızâ gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok, imkânsız bir şeyin
olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine binâ etmiş, kurmuş
olursunuz.
Zaman akıp gidiyor.
Hâdiseler birbiri peşinden geliyor. Yumuşaklık; vekar ve sükûnettir. Dünyâ hırsı
bir anlıktır. Sabır; yumuşak olmaya, meseleler üzerinde temkinli ve dikkatli
hareket etmeye vesîle olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünyâ hayâtı, bir uyku
hâlidir. Ölüm, bu uykudan uyanmaktır.
İnsanın ömrü, hep sonra
yapacağım, edeceğim ile geçer. İnsanların temenniden başka sermâyeleri yoktur.
Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi olmayacak
düşüncelerdir. İnsanların günleri çok çabuk geçer. İnsan, gençliğinin kıymetini
bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını değerlendirmelidir.
Sonra, âh gençliğim, tekrar elime geçse de iyi işler yapsam, diye pişmanlık
duyulur. Onun için, gençliğin, insana emânet olduğunun farkında, idrâkinde ve
bunun şuurunda olmak ne kadar mühimdir! Ömürler, yolculuktan başka bir şey
değildir.
Âhiret yolculuğunun çok
yakın oludğunu, hatırınızdan aslâ çıkarmayınız. Âhiret hazırlığını elden
kaçırmaktan çok sakınınız. Çünkü, her girişin bir çıkışı vardır. (Bu dünyâya
geldiğimiz gibi, birgün bu dünyâdan ayrılacağız.) Yaptığınız uygunsuz işler için
bir sebep ve özür göstermeyi bırakınız. Allahü teâlânın emirlerine uyup,
yasaklarından sakınmakta gevşeklik göstermeyiniz. Âhirete hazırlanmakta sabırlı
olunuz ve sebât gösteriniz.
Mısır’da yetişen âlim ve
velîlerden Abdullah ibni Vehb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
hayırdan sorulduğunda şöyle cevap verdi. Bir kimse Peygamber efendimize suâl
edip "Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?" dedi. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Elinden ve dilinden müslümanların emîn olduğu kimsedir."
buyurdular.
"Her kim Allah'a ve âhiret
gününe îmân ederse ya hayır işlesin, yahud sussun. Her kim Allah'a ve âhiret
gününe îmân ederse, komşusuna ikrâm etsin. Her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân
ederse, misâfirine ikrâm etsin."
Bir gün huzurunda kendisinin
telif ettiği Kitabu Ahvâl-il Kıyâme isimli eserinden, kıyâmet hallerine ait
mevzular okunuyordu. Kitap bittiğinde, benzi sararmış, yüzünün kanı çekilmişti.
Bundan sonra hiç konuşamadı ve birkaç gün sonra vefât etti.
Abdullah ibni Vehb'in son
sohbetindeki nasîhati; "Kişinin beğendiği şeyi başkası için de beğenmesi güzel
olur. Kendisine faydası olmayanın başkasına faydası olmaz." şeklinde idi.
Meşhûr hadîs âlimlerinden
Abdülazîz bin Ebû Revvâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) birisine şöyle
buyurdular: "İslâmdan, Kur'ân-ı kerîmden ve saçının beyazlığından öğüt almayan,
nasîhat kabûl etmez."
Hindistan'da yetişen
evliyâdan büyüklerinden Abdülehad Serhendî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri; Kendisinden nasîhat isteyen birine şu mektubu yazdı: "Azîzim!
Evvelkiler çok amel etselerdi, az kabûl ederlerdi. Şimdikiler az bir şey
yapsalar, çok kabûl ediyorlar. Bir gümüş verseler, bir altın verdik diyorlar.
Çünkü şimdi bid'atler çoğaldı, nefsin arzuları her yerde mevcut, zulmet
dalgaları ise, birbiri ardınca gelmektedir. Heybetinden öncekilerin ve
sonrakilerin titrediği, cinlerin, insanların ve hayvanların dehşetinden
şaşırdığı büyük korku geldi. Haşir ve neşir günü çok yaklaştı. Bir bölük
Cennet'e, bir bölük Cehennem'e gitsin denecek gün geldi çattı. İşte bunları
düşünüp uyanmalı, hakîkatleri gören gözleri açmalıdır. Akıllı gençlere, düşünen
yaşlılara yazıklar olsun ki, gaflet pamuğunu kulaklarından çıkarmıyorlar ve
gurur perdesini basîret gözlerinden uzaklaştırmıyorlar.
Azîzim! Gençlik en büyük
nîmettir. Elden geldiği kadar en iyi vakitleri, en iyi işlere sarf etmelidir.
Kıymetli cevherleri, çocuklar gibi oyuncaklarla değişmemelidir. İstîdâd
toprağınız temiz ve yüksektir. Sakın onu boş koymayın. Yâhut bozuk tohum
ekmeyin."
Abdülehad Serhendî
sohbetleri sırasında talebelerine buyurdular ki: Bize ve size lâzım olan;
İslâmiyete uymak ve büyüklerin yolu üzere istikâmette olmaktır. Bu istikâmete,
kerâmetten üstün demişlerdir. Büyüklerden biri talebelerinden birine, vazîfe
verip gönderirken buyurdular ki: "Allahlık ve peygamberlik dâvâsında bulunma!"
Talebe; "Bundan Allah'a sığınırım." deyince, o büyük buyurdu ki: "Ben ne
istersem, o olsun demek Allahlık, beni inkâr eden, kabûl etmeyen kâfirdir demek,
peygamberlik iddiâ etmektir."
Kardeşine yaptığı nasîhatte
de buyurdu ki: Ey can kardeşim! Bu dünyâ amel yeridir. Karşılık yeri âhirettir.
Ameli, işi bitirmeden ücret, karşılık istemek yersizdir. İş yapma ve amel etme
bittiği gün, yapılan işin karşılığı ihsân olunacaktır." Kötü ve zararlı
kimselerle berâber bulunmanın mahzurları ile şüphelilerden sakınmak hususunda
da: Zararlı kimselerin sohbetinden, arkadaşlığından, şüpheli yiyeceklerden ve
çeşitli şeyleri istemek arzularından sakınınız. Bu üç kelimenin bildirdiği
mânâları iyi düşününüz." buyurdular.
Talebelerinden birisi
kendisi için nasîhat isteyince ona hitâben buyurdu ki: "Azîzim, nasîhatimi can
kulağı ile dinle! Allahü teâlâ hâzır ve nâzırdır. Her işini görmekte, her
yaptığını bilmektedir. O hâlde bilerek, anlayarak söyle. Bilerek anlayarak
dinle. Bilerek anlayarak iş yap. Bunu bilerek dur. Bunu bilerek yürü. Kısaca
bugün öyle ol ki, yarın mahcûb olmayasın. Birkaç gece rahatsız ol da, sonsuz
râhata kavuş."
"İyi ameli sonraya bırakıp
tehir edenler helâk oldular. Sen dersin ki, yarın yaparım. Ya yarına
kavuşamazsan! Yâhut kavuşur da, bu imkân, sıhhat, kuvvet ve rahatlığı
bulamazsan. O zaman çok pişmân olursun.
Beyt:
Çalış, ibâdet et, bırak
emeli,
Son nefese kadar bırakma
ameli.
İnsan kendi başına değildir
ki, istediğini yapsın, her bulduğunu alsın. Allahü teâlâ mahşer yerinde, herkese
amelini gösterecektir. Hareketlerinden, hareketsizliklerinden, yaptıklarından ve
söylediklerinden herkes hesap verecektir. İşin esâsını düşünmelidir. Şefkatli
bir ana gibi daha ne kadar kendi üzerine titreyeceksin. Ne zamâna kadar,
kıymetli cevherleri bırakıp, çocuklar gibi ceviz, kozalak peşine koşacaksın."
Hindistan'da yetişen
büyük velîlerden Abdülhâdî Bedevânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının
terbiye ve duâsı ile evliyalık makamlarına yükseldi. Bağlılığının mükâfâtı
olarak İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden icâzet, diploma alıp insanlara Allahü
teâlânın beğendiği yolu öğretmekle vazîfelendirildi. Sonra memleketi olan
Bedâyûn'a döndü. Ömrünün sonuna kadar verilen vazîfeyi yerine getirdi. Bir
defâsında hocasına gönderdiği mektup karşılığında hocası İmâm-ı Rabbânî
hazretleri ona şu mektubu gönderdi: Allahü teâlâya hamd olsun! Sevgili
Peygamberine, Âline ve Eshâbına salât ü selâm olsun. Doğru yolda olanlara duâlar
olsun!
Kıymetli kardeşimin güzel
mektubu geldi. Bizleri çok sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki,
ayrılık günlerinin uzaması, muhabbeti ve ihlâsı sarsmamış. Bununla berâber,
buraya gelseydiniz daha iyi olurdu. "El hayru fî mâ sanaallahü teâlâ!" Yâni
Allahü teâlânın yaptığında hayır vardır. İnsanlar arasından ayrılmak, uzlet
etmek istiyorsunuz. Evet, uzlet, dostlara yakın başkalarına uzak olmak
sıddîkların aradığı şeydir. Mübârek olsun. Uzleti isteyiniz. Bir köşeye
çekiliniz. Fakat, müslümanların haklarını gözetmeyi elden kaçırmayınız!
Resûlullah efendimiz; "Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına
cevap vermek, hastasını dolaşmak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve
aksırdığı zaman elhamdülillah deyince, yerhamükallah demek." buyurdu. (Bu
hadîs-i şerîfi Ebû Hüreyre hazretleri haber vermiştir. Buhârî ve Müslim'de
yazılıdır.) Fakat, dâvet ettiği zaman gitmek için şartlar vardır. İhyâ'ül-Ulûm
kitabında buyuruyor ki: "Çağıranın yemeği şüpheli ise veya İslâmiyetin yasak
ettiği şey, meselâ ipek sofra örtüsü, gümüş kap ve tavanda, duvarda canlı resmi
varsa veya çalgı çalınıyorsa, oyun, kumar gibi şeyler varsa, o çağrılan yere
gidilmez." (Bu yasaklar, Kimyâ-yı Seâdet kitabında da yazılıdır). Böyle yasaklar
bulunan yemeğe gitmek haram veya mekrûh olur. Çağıran kimse zâlim ise veya Ehl-i
sünnet değil ise, fâsık ise, kötülük yapan ise veya övünmek için gösteriş için
çağırıyorsa gitmek câiz olmaz. Şir'at-ül-İslâm kitabında diyor ki: "Riyâ olarak
çağrılan yemeğe gitmemelidir." Muhît kitabında diyor ki: "Oyun, şarkı, gıybet
bulunan ve içki içilen yemeğe oturulmaz." Metâlib-il-Mü'minîn kitabında da böyle
yazılıdır. Bu yasaklardan hiçbiri bulanmayan dâvete, gitmek lâzımdır. Bu
zamanda, bu yasakların bulunmaması güç oldu. Bundan başka, Fârisî mısra'
tercümesi:
Yabancıdan uzlet et, kaç,
dosttan değil!
Talebe arkadaşları ile
sohbet etmek, bu yolun sünnet-i müekkedesidir. Hâce Behâeddîn Nakşibend-i Buhârî
hazretleri buyurdular ki: "Bizim yolumuzun temeli sohbettir!" Uzlette şöhret
vardır. Şöhret de, âfettir. Sohbet buyrulması, talebe arkadaşları ile birlikte
olmaktır. Başkaları ile sohbet edilmez. Çünkü, birbirinde fâni olmak, yâni
başkalarını unutmak, sohbetin şartıdır. Bu da, uygun arkadaşla olabilir.
Hasta yoklamak sünnettir.
Hastanın bakıcısı varsa, ona bakıyorsa, başkalarının dolaşması sünnet olur.
Bakacak kimsesi yoksa, dolaşmak vâcib olur. Mişkât kitabının hâşiyesinde böyle
yazılıdır.
Cenâzede hazır olmalıdır.
Hiç olmazsa birkaç adım birlikte gitmelidir. Böylece, meyyitin hakkı ödenmiş
olur.
Cumâ namazına ve her gün beş
vakit namaz için cemâate ve bayram namazlarına gitmek İslâmın zarûri
emirleridir. Herhâlde gitmek lâzımdır. Bunlardan sonra kalan vakitleri, yalnız
geçirebilirsiniz. Fakat önce doğru bir niyet lâzımdır. Dünyâ çıkarlarından bir
şeyi düşünerek, uzleti kirletmemelidir. Allahü teâlâyı zikir için, kalbi
toparlamaktan ve dünyânın bitmez tükenmez işlerinden uzaklaşmaktan başka şey
düşünmemelidir. Niyetin doğru olmasına çok dikkat etmelidir. Niyetin içinde,
nefsin bir arzûsu gizlenmiş olmamasına dikkat etmelidir. Niyetin doğru olması
için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Böylece tam niyet yapılabilir. Yedi kere
istihâre yapmalı, doğru niyetle uzlet eylemelidir. Böyle olunca, çok faydası
umulur. Buluştuğumuz zaman, daha çok anlatırım. Vesselâm." (1'inci cilt,
265'inci mektup)
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, “Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz
yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâmın vekârını, kıymetini
gösteriniz.” Buyurdular.
Suriye'de yetişen evliyâdan
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden birisi; "Canım Gavs'a kurbân olsun! Bize öyle bir nasîhatte
bulununuz ki dünyâ ve âhirette bizim kurtuluşumuza vesîle olsun." dedi.
Abdülhakîm Hüseynî Efendi; "Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin."
buyurdu. Talebesi; "Efendim hürriyet ve iffet nedir?" deyince; "Hürriyet Allahü
teâlâdan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebeplere değil,
sebepleri yaratana dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffet ise, kendi nefsi
ve başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel, niyet ve özde yalnız Allah
hesabına göre olmaktır." buyurdular.
Bir sohbeti esnâsında
dinleyenlerden birisi; "Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri, fıkıh
ilmini biliyor, Selef-i sâlihînin, ilk devir İslâm âlimlerinin kitaplarını
okursa, mânevî bir yol göstericiye ne gerek vardır?" diye sordu. Cevâbında
buyurdular ki: "Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlü türlü otları ve
çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa
faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, onun
tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye
ederler. Fakat eczâcı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten âcizdir. Doktorun
reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz
diye bir kayıt olursa, eczâcı o ilacı parasız olarak verdikten sonra hasta o
ilaçla ölürse, eczâcı cezâlandırılır. Elbette böyle satış yapan cezâyı hak eder.
Bununla berâber hastalıkları tedâvî ve teşhis eden doktor da kendi filmini
çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilir ama iki omuzu arasında bir çıban
varsa onu tedâvî etmekten âcizdir. Âlimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan
âhiret yolunda evvelâ avâmdır yâni halktandır. Nasıl kendini tedâvî edebilir.
Kalb hastalıklarının tedâvîsi maddî tedâvîden daha zordur. Acaba nazarî olarak
tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun dâhi olsa beyin ve kalb ameliyâtında sen
kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları
görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar
vâizler, nasîhatlarıyla az kimseleri yola getirirler fakat mânevî rehber olan
hocalar öyle değildir. Peçok günahkâr ve fâsık, onların sohbetleri sebebiyle
günahlarından vaz geçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki
zamânımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyânı fazla olmuştur.
Bugün vâz ve nasîhat eden kimseler çoktur ama hakîkî saâdet yolunu gösteren
rehberler azdır.”
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî
hazretleri talebelerinin bir sorusu üzerine buyurdular ki; Fıkıh ilmini öğrenin,
onunla amel edin. İslâm dîni edeplerden ibârettir. Edeplere uymak lâzımdır.
Alışkanlıklar çok çirkindir.
İbâdet de alışkanlıkla yapılmamalı. Çünkü alışkanlık hâlini alırsa ibâdet âdet
olur. İbâdeti âdetten edeblerle ayırmak gerekir. Herbir işe kapısından girmek
gerekir, temelden başlamak lâzımdır. Kul elinden gelen tedbiri almakla Allahü
teâlânın takdirine teslim olmalıdır. Zamânın hepsi üç saatten ibârettir. Bir gün
aleyhte, bir gün lehte olur. Lehte olduğu zaman şımarıklık, kibirlilik ve
zulümden sakınmalı, aleyhte olduğu zaman sabır, tahammül, azamî tedbire
sarılmalıdır. Ne aleyhte ne lehte olduğu zaman da vakti değerlendirmek gerekir.
İşin esâsı Ehl-i sünnet vel-cemâat
îtikâdını öğrenip îmânı düzeltmek ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleriyle
amel etmektir. Îmânı Ehl-i sünnet îtikâdına göre düzeltmeden tasavvuf yolunda
ilerlemek mümkün değildir.
|