CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

NAKŞİBENDİYYE

Evlîyanın önderlerinden ve İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir.

 Suriye'de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Deyrezorlu Molla Ahmed, Muhammed ve Hacı Hayreddîn'e yazdığı mektupta buyurdular ki: "...Bu yüce Nakşibendiyye yoluna olan şiddetli muhabbetinizin, samîmi azim ve arzûnuzun çokluğunun habercisidirler. Bu muhabbet ve arzu çok büyük nîmetlerdir. Nasıl büyük olmasınlar ki, bu yolun büyükleri, müridin, talebenin Allahü teâlânın mânevî feyz istemesini kendisine verilen manevî nîmetlerin yarısı, arzusunu da Allah'a kavuşmanın yarısı saymışlardır. Zîrâ istek ve talep ile Allahü teâlâya kavuşmak Azîz ve Yüce olan Allah'tandır. Kerem sâhibi olan Allahü teâlâ kulun kalbine isteme ve arzuyu attığında, bu o kula mânevî bir mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irâde ettiğine delâlet eder.

İşte kardeşlerim! Bu beyandan anlaşıldı ki, sizde hâsıl olan talep sizin için büyük bir nîmet olup şükretmeniz gerekiyor. Tâ ki içinizdeki talep kuvvetten fiiliyete çıksın. "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım..." (İbrâhim sûresi: 7) meâlindeki âyet-i kerîmesi de buna kesin bir delildir. Bununla berâber şunu da ilâve edelim ki, bu zamanda İslâmiyet garîb oldu. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardakinden çok hayırlıdır.

Yine size şu tavsiye olunur ki: Bu parlak şerîate (İslâmiyete) ve mübârek sünnete tâbi olmanız lâzımdır. Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir. Hattâ bu tarîkatın imâmı yâni Şâh-ı Nakşibend Buhârî hazretleri buyurdular ki: "Şerîata aykırı olan herhangi bir tarîkat zındıklıktır." Bu yolun büyükleri buyurdular ki: "Bu tarîkat üç esas üzeredir: Muhabbet, ihlâs ve kendine dînini öğreten mânevî hocasına, mürşidine tâbi olmaktır." Bu yolun büyükleri bunları şöyle açıklamışlardır: "Muhabbetin en aşağı derecesi, Allahü teâlâyı seven kişinin, kendini nefsânî arzu ve dileklerinden tamamiyle sıyırıp, sevgilisi olan Allahü teâlânın irâde buyurduğu şeylere teslim olmasıdır. İhlâsın en aşağı derecesi de; mürîd yâni talebenin, dünyâ yüksek evliyâlarla dolu olsa bile, yine hidâyetin ancak mürşidinin kapısının eşiğinde olduğunu kesinlikle bilmesi ve buna kalben karar vermesidir. Teslimiyetin en aşağı derecesi de; müridin kendini mürşidinin huzûrunda, ölünün yıkayıcının elinde istediği gibi çevrildiği şekilde olduğunu bilmesidir."

Kısaca; talebe kendi nefsinin irâde ve arzusundan sıyrılıp, hocasının irâdesine bağlanmalıdır. Öyle ise şerîat ve tarîkattaki bid'atlardan sakın. Sakın. Sakın. Çünkü sermâyemiz bu yolun büyüklerine uymaktan başka bir şey değildir...

Ahmed Haznevî hazretleri, insanları dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturan Nakşibendiyye yolunun fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Hâce Behâeddîn Nakşibendî hazretleri; "Hakîkaten yolumuz, Allah'a giden yolların en yakını ve en kısasıdır. Allahü teâlâdan kat'î olarak kulu kendisine ulaştırıcı bir yol diledim. Dileğimi yerine getirip duâmı kabûl etti." buyurdu. Bu tarîkate ilk girişte bir tad ve zevk olup, sonunda aşk harâreti ve sekr, kendinden geçme hâli vardır. İşte bunun içindir ki, ârif kimse kendini hiçe sayıp frenk kâfirlerinin bile kendinden daha iyi olduklarını düşünür."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâ buyurdular ki: "Bizim yolumuz Resûlullah efendimizin sünnetine uymak ve Eshâb-ı kirâmın hâllerine bakmaktır. Bunun için bu yolda az bir amel, büyük kazançlara, netîcelere sebeb olur. Sünnete uymak çok büyük bir iştir. Bu yoldan yüz çeviren, dînini tehlikeye atmış olur."

Behâeddîn Buhârî hazretleri bir sohbetlerinde buyurdular ki: "Bizim yolumuzdaki kimselerin şu edebi gözetmesi gerekir: Birincisi; Allahü teâlâya karşı edeptir. Yâni zâhiri ve bâtını ile tamâmen kulluk içinde olmalı. Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınması ve Allahü teâlâdan başka her şeyi, mâsivâyı terketmesidir. İkincisi; Resûlullah efendimize karşı edeb: Bu da iş ve hâllerde O'na uymaktır. Üçüncüsü; hocasına karşı edeb: Çünkü kendisinin Peygamberimize uymasına, hocası vâsıta olmuştur. Bu bakımdan, hocasını hiçbir zaman unutmamalıdır."

Behâeddîn Buhârî hazretlerine, siz nasıl bir yolda bulunuyor sunuz? diye suâl sorulunca, buyurdular ki: "Ancak ârif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz. Bu yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâkabe, müşâhede ve muhâsebedir. Murâkabe: Bu yola giren kimsenin, her şeyi bırakıp Allahü teâlâya dönmesidir. Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu netîceye vardık ki, murâkabeyi elde etmenin yolu, nefse muhâlefet etmektir. Müşâhede: Gayb âleminden gelir ve kalb üzerine işlenen bir tecellîdir. Celâlî veya cemâlî olmak üzere ikiye ayrıl-mışdır. Muhâsebe: Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesâba çekip bakar. Geçmiş zamânı gaflet ile mi, huzûr ile mi geçti? Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâlâya hamd etsin. Eğer geçen zaman gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zâyi etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tövbe etmektir. Ârif olanlar, bu üç husûsa riâyet ettikleri için pekçok fayda elde ederler. Ârif olmadan istifâde edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü teâlânın inâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse, kıyâmete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye nîmetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez."

Yine buyurdular ki: "Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı kirâma tâbi olmaktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri, istersek kolayca çekme ile, dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir tabîbe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten fayda hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu vardır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâlâdan başka her şeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazîfemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez."

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yolunun esaslarından olan; "Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik." buyurması, Resûlullah efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.

Buyurdu ki: "Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalp ile de, Allahü teâlâya teveccühtür. Kalp ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan âlimin sohbetini ganîmet bilmektir. Hocasının huzûrunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü teâlânın devamlı huzûrunda olmaktır. Eshâb-ı kirâm zamânında buna "ihsân" denilmişti. Bu yolda ilerleme esnâsında; nefsin arzularını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer."

Buyurdu ki: "Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allahü teâlâdan başka ne varsa hepsini yok bilmektir."

Yine buyurdu ki: "İslâm dîninin hükümlerini yapmak, yâni emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hattâ mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret mikdârınca kullanmak, tamâmen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa cenâb-ı Hakk'ın feyzi her ân gelmektedir."

Bir kimse sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince; "Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur." buyurdu ve şu beyti okudu:

"İçerden âşinâ ol, dışdan yabancı,

Az bulunur cihânda böyle yürüyüş."

 

İstanbul'un büyük velîlerinden olan Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine, yollarının esaslarını şöyle bildirdi: "1) Ruhsatlardan sakınarak, nefse zor gelenleri yapmak, 2) Dinde Peygamber efendimiz ve dört büyük halîfe devrinde olmadığı halde sonradan çıkarılmış âdet ve uygulamaları, bid'atleri terketmek, 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak, 4) Gösterişten uzak olmak, 5) İnsanlarla ihtiyacı kadar görüşmek, 6) Az konuşmak, az yemek, az uyumak, 7) Geceleri ibâdet etmek, 8) Gündüzleri oruç tutmak."

Osmanlı Devleti zamânında yetişen âlimlerden Muhammed Es'ad Efendi hazretlerine, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektubun bir kısmı şöyledir:

"Sıhhatte olduğunuzu bildiren mektubunuz geldi. İnkarcıların çok olmasına rağmen, bu yolda ve sünnet-i seniyye üzere sebâtınızı, devâmınızı ifâde etmeniz bizi sevindirdi. Bu sebeple Allahü teâlâya tekrar tekrar hamd ettim. Hakk-ül-yakîn sırlarından habersiz bâzılarının, evliyâya kalben bağlanmayı bid'at saydıkları, aslı ve esâsı olmadığını iddiâ ettikleri, bu fakîrin kulağına geldi. Hakîkat aslâ onların dedikleri gibi değildir. Bilâkis kalben bağlılık Müceddidiyye yolunun mühim bir esâsıdır. Hattâ o, Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tam olarak yapıştıktan sonra, maksûda kavuşturacak yolların en büyüğüdür. Büyüklerimizden bâzısı tasavvuf yoluna kavuşmak için, sâdece kalb ile olan bağlılıkla yetinmemişlerdir. Fenâ-fillah, kalbin yalnız Allahü teâlâdan başka her şeyi terk etmesi mertebesinin başlangıcı olan hocada fâni olmaya en çabuk ve kolay götüren yol olduğunu kesin bir şekilde ifâde etmişlerdir.

Tasavvuf yolunun büyüklerinden, Hâce Ahrâr diye bilinen, Şeyh Ubeydullah-i Ahrâr şöyle buyurdu: "Sâdıklarla berâber olmak Kur'ân-ı kerîmde emrolunmuştur. Onlarla berâber olmak, hem sûreten hem de mânen olur. Sonra onlarla mânen berâber olmanın, kalbî bağlılık ile olduğunu açıkladı. Bu husus, ehlince mâlum ve meşhûrdur. Reşahât kitabında, tafsilatlı olarak yazılmıştır."

Sanıyorum, kalben bağlanmayı kabûl etmeyenler, onu ıstılah mânâsı ile düşünmediler. Eğer bu husûsu ıstılah mânâsı tasavvuftaki mânâsı ile düşünselerdi, onu inkâr etmezlerdi. Çünkü tasavvufta kalben bağlılık, talebenin edeb üzere olması ve hocasının huzûrunda olduğu gibi, gıyâbında da ondan feyz alması için, sûretini çok hatırında tutmakla fenâ-fillah mertebesinde olan hocasının rûhâniyetinden yardım istemektir. Talebe hocasının sûretini hatırına getirmek sûretiyle tam bir huzûra kavuşur ve kalbi nûrlanır. Bu sebeple kötü işlerden sakınır. Kalben bağlılığın bu mânâda inkârı düşünülemez. Bunu ancak Allahü teâlânın, alnını hüsran ile mühürlediği kimselerden başkası inkâr etmez. Bu şekilde saâdette mahrûm olmaktan ve gazâba uğramaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü; "Bir kimse evliyâya inanıyorsa, kalben bağlılığın güzelliğini ve faydasının büyüklüğünü anlar." buyrulmuştur. Hattâ bu hususta ittifak etmişlerdir. Evliyânın sözlerine tâbi olan kimse için bu husus gizli değildir.

Ayrıca, dört mezheb âlimlerinin büyükleri de, kalben bağlılığın faydasından açıkça bahsetmişlerdir. Şimdi ben, kalbinde evliyâyı inkâr hastalığı bulunmayanın mürâcaat edebilmesi, sırf nefsine uymak sûretiyle evliyâyı kabûl etmeyen kimselerin inkâr etmemesi için, bu âlimlerin sözlerini, yerlerini de söylemek sûretiyle bildireceğim:

İmâm-ı Şa'rânî, En-Nefehât-ül-Kudsiyye kitabında, zikrin âdâbını anlatırken, yedincisi için şöyle dedi: "Talebe, hocasını gözünün önüne getirecek. Bu, bu yolun büyüklerine göre, zikrin edeplerinin en büyüğü ve en mühimidir."

Yine Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden olan Allâme Şerîf Cürcânî, Şerh-i Mevâkıf'ın sonlarında, evliyânın sûretlerinin talebelerine göründükleri, talebelerin onlardan feyz aldıkları, hattâ vefâtlarından sonra da onların feyzlerinden istifâde edildiğinin sahîh olduğunu bildirmiştir.

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de şöyle buyurdu: "Tasavvuf yoluna giren bir kimse, evliyâ-yı kirâm ile kalben bağlantı yapar. Bu bağlantı sebebiyle, bâtınen hatırladığı velîden istifâde eder."

Şemsüddîn ibni Kayyım, Kitâb-ür-Rûh adlı eserinde şöyle demektedir: "Rûhun, bedenin durumundan başka bir durumu vardır. Rûh, refîk-i âlâda bulunur. Meyyitin bedenine bitişir. Şöyle ki; rûh sâhibine selâm verilince, selâma cevap verir. Fakat rûh yine refîk-i âlâda kendi yerindedir. Bu mânâda olan deliller pekçoktur. Bütün bunlar vefâtlarından sonra evliyânın bir nevî tasarruflarının olduğuna delâlet eder."

Beni bu mevzûlardan bahsetmeye sevkeden sebep; Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle, temeli Ehl-i sünnet akâidine yapışmak olan, Resûlullah efendimize tâbi olmak, ruhsata yapışmayı terketmek, azîmetlere yapışmak, murâkabeye devâm etmek, Allahü teâlâya yönelmek, Allahü teâlâdan başkasından yüz çevirmek, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek, dînî ilimleri öğrenmek ve öğretmek, müslümanların avâmı gibi görünmek, gizli zikr yapmak, nefes alıp-verirken dahi Allahü teâlâdan gâfil olmayacak şekilde nefslerini muhâfaza etmek, Allahü teâlânın ve Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ahlâkı ile ahlâklanmaktan ibâret olan tasavvuf yolunu müdâfaa etmektir."

Evliyanın büyüklerinden Hâce Hasan Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası ve aynı zamanda hocası olan Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin tasavvuftaki yolunu anlatan bir eser yazmıştır. Bu kitapta buyuruyor ki: "Biliniz ki, Alâeddîn-i Attâr'ın ve onların silsilesi olan mübârek büyüklerimizin yolu Hakk'a ulaştıran yollar arasında en kısa olanıdır. Bunların yolunda, dünyâya âit bütün hicâblar, perdeler kaldırılmıştır. Allahü teâlâ onlar için, mâsivâ denilen, dünyâya âit şeylerin muhabbet ve sevgisini celâl sıfatıyla yakıp kül eder. Bunlar öyle büyüktür ve Allahü teâlânın öyle yüksek velîleridir ki, başka yollarda, uzun zamanlarda ve çok zahmetlerle yolun sonunda ele geçen şeyler, bu yolda başlangıca yerleştirilmiştir.

Bu yolda bulunmak arzusunda olanlar, kendisinden bu yolun edeplerini öğrendikleri zâtı çok sevip, ona ve diğer büyüklere karşı her zaman edepli olmalıdır. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etmelidir. İlerleme devâm ettikçe, Allahü teâlâdan başka şeylere alâka ve bağlılık azalır. Bu hâlin meydana gelmesine, yokluk ve kendinden geçme denir. Bu alâka ve bağlılığın azala azala yok olması hâlinde de, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmaz. İşte bu hâle de fenâ denir.

Kalbe gelen vesveselerden kurtulmaya çalışarak tövbe ve istigfâr edip zikre devâm etmelidir. Hiç gaflette bulunmamalıdır. Bir ân için gaflet gelecek olsa bile, hemen kendini toparlayıp, gafleti gidermelidir. Yolda yürümekte, alış-veriş etmekte, yemekte, içmekte, yatmakta, uyumakta, hep gafleti terkedip, kalbi uyanık tutmalıdır. Bu hâller kendiliğinden hâsıl oluncaya kadar böyle uğraşmalı, her işi Allahü teâlâ için yapmaya gayret etmelidir. Böylece yapılan her iş, her hareket, zikr olur ve insan gafletten kurtulur."

Gâziantep velîlerinden Mehmed Hasîb Dürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf esaslarından bahseden şiirlerinden biri:

 

Tarik-i Nakşibendde şart-ı evvel terk-i bid'attır

İkinci, îtikâd-ı ehl-i sünnet ve'l cemâattir

Üçüncü gaflet ile ettiği cürme edip tevbe

Maâsî semtine gitmem deyü azm ile niyyettir.

Düşerse kalbine bir katre nâgeh çirk-i isyândan

Anın sabunu istiğfârdır, âbı inâbettir.

Azimet râhını derpiş edip her bir umûrunda

Güzel ahlâk ile her dem tahallük istikâmettir

Bu ilmin haddi terk-ı mâsivâ, hem hubb-ı fillahdır

 

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî'ye bir mektupla arz edince, hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:

"Mektubuma Rahman ve Rahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın nimetlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.

Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. "Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir." sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine îtirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mümin ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir." İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd'in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd'in nîmetlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı nîmet bilip sizden istifâde edeler. Size tâzim ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Din nasîhattir." buyurdu.

Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend'in, Müceddîd-i elf-i sânî'nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib'in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habîbine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn."

Büyük evliyândan, tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Mevlânâ Hasan Berkî hakkında İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, Ahmed-i Berkî’ye yazdığı mektupta; “Şeyh Hasan, sizin devlet erkânınızdandır. İşlerinizde sizin yardımcınızdır. Eğer siz bir sefere çıkacak olursanız, vekîliniz odur. Ona iltifât ve teveccühü eksik etmeyiniz. Çok gayret ediniz ki, zarûrî din ilimlerini bitirsin. Hindistan’a gelişi, onun için de sizin için de büyük nîmet oldu. Allahü teâlâ bize ve size istikâmet versin.” buyurdular.

Bundan kısa bir zaman sonra, Ahmed Berkî âhırete intikâl etti. Hazret-i İmâm’a haber gelince, Ahmed-i Berkî’nin eshâbına şu mektubu yazdılar: “Ahmed-i Berkî’nin gösterdiği yolda yürüyünüz. Zikir ve murâkabe ile meşgûl olun ki, bir isteksizlik ve gevşeklik hâsıl olmasın. Talebeleri toplanıp, birbirlerinde fânî olsunlar ki, sohbetin eseri görülsün. Bu fakîr bundan önce; “Eğer Mevlânâ bir sefere çıkarsa, kendi yerine Şeyh Hasan’ı bırakması uygun olur.” diye yazmıştım. Herhâlde bu seferi kast etmişiz. Şimdi de tekrar tekrar düşünüyorum. Bu işi yapacak ancak Şeyh Hasan’ı buluyorum. Bâzı arkadaşlara bu sözümüz ağır gelmesin. Bizim ve onların istemesiyle olmuyor. Ona uymanız lâzımdır. Şeyh Hasan’ın yolu, Mevlânâ’nın yoluna çok yakındır.

Mevlânâ’nın son defâ bizden aldığı nisbette Şeyh Hasan’ın da ortaklığı vardır. Diğer arkadaşlar, her ne kadar keşf ve müşâhede sâhibi olsalar da, bu nisbetten nasîbleri azdır.”

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah'ın yoludur."

Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelerek Nakşibendiyye yolunun üstünlüğünü ve tasavvufu inkâr etti. Ona herhangi bir karşılıkta bulunmadı. Oradan ayrılırken o kimseyi tasavvufî haller ve cezbeler kapladı. Bu hâli uzun müddet devâm etti. Sonra Muhammed Erbilî hazretlerine gelerek özür diledi ve onun talebelerinden oldu.