|
NAKŞİBENDİYYE
Evlîyanın önderlerinden ve
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da
ortaya koydu. Bu prensiplerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan
çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir.
Suriye'de
yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri;
Deyrezorlu Molla Ahmed, Muhammed ve Hacı Hayreddîn'e yazdığı mektupta buyurdular
ki: "...Bu yüce Nakşibendiyye yoluna olan şiddetli muhabbetinizin, samîmi azim
ve arzûnuzun çokluğunun habercisidirler. Bu muhabbet ve arzu çok büyük
nîmetlerdir. Nasıl büyük olmasınlar ki, bu yolun büyükleri, müridin, talebenin
Allahü teâlânın mânevî feyz istemesini kendisine verilen manevî nîmetlerin
yarısı, arzusunu da Allah'a kavuşmanın yarısı saymışlardır. Zîrâ istek ve talep
ile Allahü teâlâya kavuşmak Azîz ve Yüce olan Allah'tandır. Kerem sâhibi olan
Allahü teâlâ kulun kalbine isteme ve arzuyu attığında, bu o kula mânevî bir
mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irâde ettiğine delâlet eder.
İşte kardeşlerim! Bu
beyandan anlaşıldı ki, sizde hâsıl olan talep sizin için büyük bir nîmet olup
şükretmeniz gerekiyor. Tâ ki içinizdeki talep kuvvetten fiiliyete çıksın.
"Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları
artırırım..." (İbrâhim sûresi: 7) meâlindeki âyet-i kerîmesi de buna kesin bir
delildir. Bununla berâber şunu da ilâve edelim ki, bu zamanda İslâmiyet garîb
oldu. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardakinden çok hayırlıdır.
Yine size şu tavsiye olunur
ki: Bu parlak şerîate (İslâmiyete) ve mübârek sünnete tâbi olmanız lâzımdır.
Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir. Hattâ bu tarîkatın imâmı yâni Şâh-ı
Nakşibend Buhârî hazretleri buyurdular ki: "Şerîata aykırı olan herhangi bir
tarîkat zındıklıktır." Bu yolun büyükleri buyurdular ki: "Bu tarîkat üç esas
üzeredir: Muhabbet, ihlâs ve kendine dînini öğreten mânevî hocasına, mürşidine
tâbi olmaktır." Bu yolun büyükleri bunları şöyle açıklamışlardır: "Muhabbetin en
aşağı derecesi, Allahü teâlâyı seven kişinin, kendini nefsânî arzu ve
dileklerinden tamamiyle sıyırıp, sevgilisi olan Allahü teâlânın irâde buyurduğu
şeylere teslim olmasıdır. İhlâsın en aşağı derecesi de; mürîd yâni talebenin,
dünyâ yüksek evliyâlarla dolu olsa bile, yine hidâyetin ancak mürşidinin
kapısının eşiğinde olduğunu kesinlikle bilmesi ve buna kalben karar vermesidir.
Teslimiyetin en aşağı derecesi de; müridin kendini mürşidinin huzûrunda, ölünün
yıkayıcının elinde istediği gibi çevrildiği şekilde olduğunu bilmesidir."
Kısaca; talebe kendi
nefsinin irâde ve arzusundan sıyrılıp, hocasının irâdesine bağlanmalıdır. Öyle
ise şerîat ve tarîkattaki bid'atlardan sakın. Sakın. Sakın. Çünkü sermâyemiz bu
yolun büyüklerine uymaktan başka bir şey değildir...
Ahmed Haznevî hazretleri,
insanları dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturan Nakşibendiyye yolunun fazîletiyle
ilgili olarak buyurdu ki: "Hâce Behâeddîn Nakşibendî hazretleri; "Hakîkaten
yolumuz, Allah'a giden yolların en yakını ve en kısasıdır. Allahü teâlâdan kat'î
olarak kulu kendisine ulaştırıcı bir yol diledim. Dileğimi yerine getirip duâmı
kabûl etti." buyurdu. Bu tarîkate ilk girişte bir tad ve zevk olup, sonunda aşk
harâreti ve sekr, kendinden geçme hâli vardır. İşte bunun içindir ki, ârif kimse
kendini hiçe sayıp frenk kâfirlerinin bile kendinden daha iyi olduklarını
düşünür."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâ
buyurdular ki: "Bizim yolumuz Resûlullah efendimizin sünnetine uymak ve Eshâb-ı
kirâmın hâllerine bakmaktır. Bunun için bu yolda az bir amel, büyük kazançlara,
netîcelere sebeb olur. Sünnete uymak çok büyük bir iştir. Bu yoldan yüz çeviren,
dînini tehlikeye atmış olur."
Behâeddîn Buhârî hazretleri
bir sohbetlerinde buyurdular ki: "Bizim yolumuzdaki kimselerin şu edebi
gözetmesi gerekir: Birincisi; Allahü teâlâya karşı edeptir. Yâni zâhiri ve
bâtını ile tamâmen kulluk içinde olmalı. Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine
getirip, yasaklarından sakınması ve Allahü teâlâdan başka her şeyi, mâsivâyı
terketmesidir. İkincisi; Resûlullah efendimize karşı edeb: Bu da iş ve hâllerde
O'na uymaktır. Üçüncüsü; hocasına karşı edeb: Çünkü kendisinin Peygamberimize
uymasına, hocası vâsıta olmuştur. Bu bakımdan, hocasını hiçbir zaman
unutmamalıdır."
Behâeddîn Buhârî
hazretlerine, siz nasıl bir yolda bulunuyor sunuz? diye suâl sorulunca,
buyurdular ki: "Ancak ârif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz.
Bu yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâkabe, müşâhede ve muhâsebedir.
Murâkabe: Bu yola giren kimsenin, her şeyi bırakıp Allahü teâlâya dönmesidir.
Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu netîceye vardık ki,
murâkabeyi elde etmenin yolu, nefse muhâlefet etmektir. Müşâhede: Gayb âleminden
gelir ve kalb üzerine işlenen bir tecellîdir. Celâlî veya cemâlî olmak üzere
ikiye ayrıl-mışdır. Muhâsebe: Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır.
Kendini hesâba çekip bakar. Geçmiş zamânı gaflet ile mi, huzûr ile mi geçti?
Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâlâya
hamd etsin. Eğer geçen zaman gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zâyi etmiştir.
Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tövbe etmektir. Ârif olanlar, bu üç
husûsa riâyet ettikleri için pekçok fayda elde ederler. Ârif olmadan istifâde
edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü teâlânın inâyeti olmadan
ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen
kimse, kıyâmete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye nîmetinin,
lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez."
Yine buyurdular ki: "Bizim
yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete
uymak ve Eshâb-ı kirâma tâbi olmaktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az
zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve
tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri, istersek kolayca çekme ile,
dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir tabîbe
benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim
yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki
kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa,
sohbetten fayda hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet
tohumu vardır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim
sohbetimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü
teâlâdan başka her şeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize
katılan kimsenin kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık
varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara
muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazîfemizdir.
Muhabbet için uzakta olmak farketmez."
Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin yolunun esaslarından olan; "Biz sonda ele geçecek şeyleri başa
yerleştirdik." buyurması, Resûlullah efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir
kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına
benzetilmiştir.
Buyurdu ki: "Yolun esâsı,
kalbe teveccühdür. Kalp ile de, Allahü teâlâya teveccühtür. Kalp ile çok
zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada,
işlerde ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden,
vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan âlimin sohbetini ganîmet bilmektir.
Hocasının huzûrunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve
ele geçen şey; Allahü teâlânın devamlı huzûrunda olmaktır. Eshâb-ı kirâm
zamânında buna "ihsân" denilmişti. Bu yolda ilerleme esnâsında; nefsin
arzularını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına
ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer."
Buyurdu ki: "Lâ ilâhe
illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allahü teâlâdan başka ne varsa hepsini
yok bilmektir."
Yine buyurdu ki: "İslâm
dîninin hükümlerini yapmak, yâni emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları,
şüpheli şeyleri, hattâ mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak,
mübahları zarûret mikdârınca kullanmak, tamâmen nûr ve safâdır. Aynı zamanda
evliyâlık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla
ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve
kendi arzularına uyarlar. Yoksa cenâb-ı Hakk'ın feyzi her ân gelmektedir."
Bir kimse sizin yolunuzun
esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince; "Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmak
üzere kurulmuştur." buyurdu ve şu beyti okudu:
"İçerden âşinâ ol, dışdan
yabancı,
Az bulunur cihânda böyle
yürüyüş."
İstanbul'un büyük
velîlerinden olan Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
talebelerine, yollarının esaslarını şöyle bildirdi: "1) Ruhsatlardan sakınarak,
nefse zor gelenleri yapmak, 2) Dinde Peygamber efendimiz ve dört büyük halîfe
devrinde olmadığı halde sonradan çıkarılmış âdet ve uygulamaları, bid'atleri
terketmek, 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak, 4) Gösterişten uzak olmak, 5)
İnsanlarla ihtiyacı kadar görüşmek, 6) Az konuşmak, az yemek, az uyumak, 7)
Geceleri ibâdet etmek, 8) Gündüzleri oruç tutmak."
Osmanlı Devleti zamânında
yetişen âlimlerden Muhammed Es'ad Efendi hazretlerine, Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektubun bir kısmı
şöyledir:
"Sıhhatte olduğunuzu
bildiren mektubunuz geldi. İnkarcıların çok olmasına rağmen, bu yolda ve
sünnet-i seniyye üzere sebâtınızı, devâmınızı ifâde etmeniz bizi sevindirdi. Bu
sebeple Allahü teâlâya tekrar tekrar hamd ettim. Hakk-ül-yakîn sırlarından
habersiz bâzılarının, evliyâya kalben bağlanmayı bid'at saydıkları, aslı ve
esâsı olmadığını iddiâ ettikleri, bu fakîrin kulağına geldi. Hakîkat aslâ
onların dedikleri gibi değildir. Bilâkis kalben bağlılık Müceddidiyye yolunun
mühim bir esâsıdır. Hattâ o, Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah efendimizin sünnet-i
seniyyesine tam olarak yapıştıktan sonra, maksûda kavuşturacak yolların en
büyüğüdür. Büyüklerimizden bâzısı tasavvuf yoluna kavuşmak için, sâdece kalb ile
olan bağlılıkla yetinmemişlerdir. Fenâ-fillah, kalbin yalnız Allahü teâlâdan
başka her şeyi terk etmesi mertebesinin başlangıcı olan hocada fâni olmaya en
çabuk ve kolay götüren yol olduğunu kesin bir şekilde ifâde etmişlerdir.
Tasavvuf yolunun
büyüklerinden, Hâce Ahrâr diye bilinen, Şeyh Ubeydullah-i Ahrâr şöyle buyurdu:
"Sâdıklarla berâber olmak Kur'ân-ı kerîmde emrolunmuştur. Onlarla berâber olmak,
hem sûreten hem de mânen olur. Sonra onlarla mânen berâber olmanın, kalbî
bağlılık ile olduğunu açıkladı. Bu husus, ehlince mâlum ve meşhûrdur. Reşahât
kitabında, tafsilatlı olarak yazılmıştır."
Sanıyorum, kalben bağlanmayı
kabûl etmeyenler, onu ıstılah mânâsı ile düşünmediler. Eğer bu husûsu ıstılah
mânâsı tasavvuftaki mânâsı ile düşünselerdi, onu inkâr etmezlerdi. Çünkü
tasavvufta kalben bağlılık, talebenin edeb üzere olması ve hocasının huzûrunda
olduğu gibi, gıyâbında da ondan feyz alması için, sûretini çok hatırında
tutmakla fenâ-fillah mertebesinde olan hocasının rûhâniyetinden yardım
istemektir. Talebe hocasının sûretini hatırına getirmek sûretiyle tam bir huzûra
kavuşur ve kalbi nûrlanır. Bu sebeple kötü işlerden sakınır. Kalben bağlılığın
bu mânâda inkârı düşünülemez. Bunu ancak Allahü teâlânın, alnını hüsran ile
mühürlediği kimselerden başkası inkâr etmez. Bu şekilde saâdette mahrûm olmaktan
ve gazâba uğramaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü; "Bir kimse evliyâya
inanıyorsa, kalben bağlılığın güzelliğini ve faydasının büyüklüğünü anlar."
buyrulmuştur. Hattâ bu hususta ittifak etmişlerdir. Evliyânın sözlerine tâbi
olan kimse için bu husus gizli değildir.
Ayrıca, dört mezheb
âlimlerinin büyükleri de, kalben bağlılığın faydasından açıkça bahsetmişlerdir.
Şimdi ben, kalbinde evliyâyı inkâr hastalığı bulunmayanın mürâcaat edebilmesi,
sırf nefsine uymak sûretiyle evliyâyı kabûl etmeyen kimselerin inkâr etmemesi
için, bu âlimlerin sözlerini, yerlerini de söylemek sûretiyle bildireceğim:
İmâm-ı Şa'rânî, En-Nefehât-ül-Kudsiyye
kitabında, zikrin âdâbını anlatırken, yedincisi için şöyle dedi: "Talebe,
hocasını gözünün önüne getirecek. Bu, bu yolun büyüklerine göre, zikrin
edeplerinin en büyüğü ve en mühimidir."
Yine Hanefî mezhebi
âlimlerinin büyüklerinden olan Allâme Şerîf Cürcânî, Şerh-i Mevâkıf'ın
sonlarında, evliyânın sûretlerinin talebelerine göründükleri, talebelerin
onlardan feyz aldıkları, hattâ vefâtlarından sonra da onların feyzlerinden
istifâde edildiğinin sahîh olduğunu bildirmiştir.
Abdülkâdir-i Geylânî
hazretleri de şöyle buyurdu: "Tasavvuf yoluna giren bir kimse, evliyâ-yı kirâm
ile kalben bağlantı yapar. Bu bağlantı sebebiyle, bâtınen hatırladığı velîden
istifâde eder."
Şemsüddîn ibni Kayyım, Kitâb-ür-Rûh
adlı eserinde şöyle demektedir: "Rûhun, bedenin durumundan başka bir durumu
vardır. Rûh, refîk-i âlâda bulunur. Meyyitin bedenine bitişir. Şöyle ki; rûh
sâhibine selâm verilince, selâma cevap verir. Fakat rûh yine refîk-i âlâda kendi
yerindedir. Bu mânâda olan deliller pekçoktur. Bütün bunlar vefâtlarından sonra
evliyânın bir nevî tasarruflarının olduğuna delâlet eder."
Beni bu mevzûlardan
bahsetmeye sevkeden sebep; Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle, temeli Ehl-i
sünnet akâidine yapışmak olan, Resûlullah efendimize tâbi olmak, ruhsata
yapışmayı terketmek, azîmetlere yapışmak, murâkabeye devâm etmek, Allahü teâlâya
yönelmek, Allahü teâlâdan başkasından yüz çevirmek, Allahü teâlâyı görür gibi
ibâdet etmek, dînî ilimleri öğrenmek ve öğretmek, müslümanların avâmı gibi
görünmek, gizli zikr yapmak, nefes alıp-verirken dahi Allahü teâlâdan gâfil
olmayacak şekilde nefslerini muhâfaza etmek, Allahü teâlânın ve Resûlullah'ın
sallallahü aleyhi ve sellem ahlâkı ile ahlâklanmaktan ibâret olan tasavvuf
yolunu müdâfaa etmektir."
Evliyanın büyüklerinden
Hâce Hasan Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası ve aynı
zamanda hocası olan Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin tasavvuftaki yolunu anlatan
bir eser yazmıştır. Bu kitapta buyuruyor ki: "Biliniz ki, Alâeddîn-i Attâr'ın ve
onların silsilesi olan mübârek büyüklerimizin yolu Hakk'a ulaştıran yollar
arasında en kısa olanıdır. Bunların yolunda, dünyâya âit bütün hicâblar,
perdeler kaldırılmıştır. Allahü teâlâ onlar için, mâsivâ denilen, dünyâya âit
şeylerin muhabbet ve sevgisini celâl sıfatıyla yakıp kül eder. Bunlar öyle
büyüktür ve Allahü teâlânın öyle yüksek velîleridir ki, başka yollarda, uzun
zamanlarda ve çok zahmetlerle yolun sonunda ele geçen şeyler, bu yolda
başlangıca yerleştirilmiştir.
Bu yolda bulunmak arzusunda
olanlar, kendisinden bu yolun edeplerini öğrendikleri zâtı çok sevip, ona ve
diğer büyüklere karşı her zaman edepli olmalıdır. Bu yolda ilerlemek için çok
gayret etmelidir. İlerleme devâm ettikçe, Allahü teâlâdan başka şeylere alâka ve
bağlılık azalır. Bu hâlin meydana gelmesine, yokluk ve kendinden geçme denir. Bu
alâka ve bağlılığın azala azala yok olması hâlinde de, Allahü teâlâdan başka
hiçbir şeyin sevgisi kalmaz. İşte bu hâle de fenâ denir.
Kalbe gelen vesveselerden
kurtulmaya çalışarak tövbe ve istigfâr edip zikre devâm etmelidir. Hiç gaflette
bulunmamalıdır. Bir ân için gaflet gelecek olsa bile, hemen kendini toparlayıp,
gafleti gidermelidir. Yolda yürümekte, alış-veriş etmekte, yemekte, içmekte,
yatmakta, uyumakta, hep gafleti terkedip, kalbi uyanık tutmalıdır. Bu hâller
kendiliğinden hâsıl oluncaya kadar böyle uğraşmalı, her işi Allahü teâlâ için
yapmaya gayret etmelidir. Böylece yapılan her iş, her hareket, zikr olur ve
insan gafletten kurtulur."
Gâziantep velîlerinden
Mehmed Hasîb Dürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf
esaslarından bahseden şiirlerinden biri:
Tarik-i Nakşibendde şart-ı
evvel terk-i bid'attır
İkinci, îtikâd-ı ehl-i
sünnet ve'l cemâattir
Üçüncü gaflet ile ettiği
cürme edip tevbe
Maâsî semtine gitmem deyü
azm ile niyyettir.
Düşerse kalbine bir katre
nâgeh çirk-i isyândan
Anın sabunu istiğfârdır, âbı
inâbettir.
Azimet râhını derpiş edip
her bir umûrunda
Güzel ahlâk ile her dem
tahallük istikâmettir
Bu ilmin haddi terk-ı mâsivâ,
hem hubb-ı fillahdır
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) karşılaştığı
güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî'ye bir mektupla arz edince, hocası ona
yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:
"Mektubuma Rahman ve Rahîm
olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu
mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden
tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü
teâlânın nimetlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.
Siz, istifâde etmek
isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine
getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle
görüşmesinler. "Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir."
sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine îtirâz edenlerden uzak olunuz.
Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
sevenler, mümin ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir." İslâm
memleketleri hazret-i Müceddîd'in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara,
hazret-i Müceddîd'in nîmetlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.
O memleketin âlimleri,
şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı nîmet bilip sizden istifâde edeler.
Size tâzim ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere
ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Din nasîhattir." buyurdu.
Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı
Nakşibend'in, Müceddîd-i elf-i sânî'nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib'in
halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir
ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç
yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi
rızâsına ve Habîbine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn."
Büyük evliyândan, tefsîr,
hadîs ve fıkıh âlimi Mevlânâ Hasan Berkî hakkında İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin, Ahmed-i Berkî’ye yazdığı mektupta; “Şeyh Hasan,
sizin devlet erkânınızdandır. İşlerinizde sizin yardımcınızdır. Eğer siz bir
sefere çıkacak olursanız, vekîliniz odur. Ona iltifât ve teveccühü eksik
etmeyiniz. Çok gayret ediniz ki, zarûrî din ilimlerini bitirsin. Hindistan’a
gelişi, onun için de sizin için de büyük nîmet oldu. Allahü teâlâ bize ve size
istikâmet versin.” buyurdular.
Bundan kısa bir zaman sonra,
Ahmed Berkî âhırete intikâl etti. Hazret-i İmâm’a haber gelince, Ahmed-i
Berkî’nin eshâbına şu mektubu yazdılar: “Ahmed-i Berkî’nin gösterdiği yolda
yürüyünüz. Zikir ve murâkabe ile meşgûl olun ki, bir isteksizlik ve gevşeklik
hâsıl olmasın. Talebeleri toplanıp, birbirlerinde fânî olsunlar ki, sohbetin
eseri görülsün. Bu fakîr bundan önce; “Eğer Mevlânâ bir sefere çıkarsa, kendi
yerine Şeyh Hasan’ı bırakması uygun olur.” diye yazmıştım. Herhâlde bu seferi
kast etmişiz. Şimdi de tekrar tekrar düşünüyorum. Bu işi yapacak ancak Şeyh
Hasan’ı buluyorum. Bâzı arkadaşlara bu sözümüz ağır gelmesin. Bizim ve onların
istemesiyle olmuyor. Ona uymanız lâzımdır. Şeyh Hasan’ın yolu, Mevlânâ’nın
yoluna çok yakındır.
Mevlânâ’nın son defâ bizden
aldığı nisbette Şeyh Hasan’ın da ortaklığı vardır. Diğer arkadaşlar, her ne
kadar keşf ve müşâhede sâhibi olsalar da, bu nisbetten nasîbleri azdır.”
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bu
yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz
Resûlullah'ın yoludur."
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelerek Nakşibendiyye yolunun
üstünlüğünü ve tasavvufu inkâr etti. Ona herhangi bir karşılıkta bulunmadı.
Oradan ayrılırken o kimseyi tasavvufî haller ve cezbeler kapladı. Bu hâli uzun
müddet devâm etti. Sonra Muhammed Erbilî hazretlerine gelerek özür diledi ve
onun talebelerinden oldu.
|
|