|
MÜRŞİD - 5
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Allahü teâlânın
aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiçbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl
yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; "Yavrum ismin
nedir?" diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki; "Efendim. Yirmi yıldır
hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâsında
ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım." Bâyezîd-i Bistamî; "Evlâdım, kusura
bakma. Her defâsında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime
gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin
ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen
hiç üzülme." buyurup talebesinin gönlünü aldı.
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) talebelerinde beğenmediği bir şey gördüğü zaman tövbe eder ve; "Bu
zavallı benim yüzümden bu belâya düştü." derdi.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin
ahlâkını güzelleştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları benlik ve ucub,
kendini beğenme girdâbından çekerdi. Buyururdu ki: "Kötü ahlâk yok olmadıkça
kalp kemâle gelmez."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî hazretlerinin, hocası Hâce
Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vefâtından kırk
gün evvel, Dehlî'den âcilen Ecmîr'e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn'e
ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr'e geldi. Bir gün Hâce Muînüddîn
talebelerine; "Ey dervişler! Biliniz ki ben, birkaç gün sonra bu dünyâdan
ayrılırım." buyurdu. Bu söz, talebelerin ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine
bir üzüntü bulutu olarak çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören
Ali Sencerî'ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî'nin Dehli'de bulunmasını, oraya
gitmesini emreden bir ferman yazdırdı. "Onu, vekîl tâyin ettim. Bizim Çeştî
hâcegânının (Çeştîyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini, bunlara mahsus
bâzı eşyâyı ona verdim." buyurdu ve Hâce Kutbüddîn'e hitâben; "Senin yerin
Dehlî'dir." buyurdu.
Hâce Kutbüddîn hazretleri
bundan sonrasını şöyle anlatıyor: "Dehlî'ye gitmek üzere Ecmîr'den ayrılacağım
zaman, hocamın huzûruna çıktım. Külâhını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı
sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî'nin âsasını, kendi okuduğu Kur'ân-ı kerîmi,
seccâdesini, nalınlarını verdi ve sonra: "Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnî
tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize
ulaştırdıkları mukaddes emânetleridir. Şimdi bunları sana veriyorum. Bunlara
lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel
hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri
lâyık olmayan birine teslim ettiğim için, kıyâmet günü Allahü teâlânın,
Resûlullah'ın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin huzûrunda
mahcûb olurum." buyurdu. Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn bu nîmetlere şükür olarak
ve çok mesûliyyetli olan vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü telâya niyâz
ile iki rekat namaz kılıp, gözyaşları içinde duâ etti. Sonra Hâce Muînüddîn-i
Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; "Kendimde
bulunan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, kendimin bulunduğu mertebeye seni
yükselterek vazifemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum
dedi
Medîne-i münevverede yaşayan
âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak El-Vâkıdî der ki; “İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş
vakit namazda ve cenâze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli
işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına
toplanıp ders alırlardı. Sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye
başladı." İmâm-ı Mâlik'in hadîs-i şerîf dersleri ve vukû bulmuş meselelerle
ilgili dersleri yâni fetvâ işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı.
Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da sorulan
meselelere fetvâ vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan
sonra evinde ders için gelenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı
çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını
sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan
sonra gâyet güzel bir kıyâfetle hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içerisinde
derse gelenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı
yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hariç, diğer zamanda,
Medînelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde
vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen o kadar çok olurdu
ki, gelenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabûl eder, bunlara
hadîs rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sırasıyla diğerlerini içeri alırdı.
Hasan bin Rebî' der ki: "Bir defâsında İmâm-ı Mâlik'in kapısında idim, onun
çağırıcısı önce Hicazlılar içeri girsinler diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar
girsin diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin diye çağırdı. Yanına giren en
son ben olurdum. Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammâd da aramızda idi." İmâm-ı Mâlik
derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak
kalırdı. Bu hususu, ilim tahsîl edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle
dediğini nakleder: "İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin
yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin, bilhassa ilmî müzâkereler sırasında
kendilerini mizâhtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek,
âlimin uyması gereken âdâbdandır."
Yine bir talebesi şöyle der:
"İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı.
Konuşmalarımıza çok sade bir şekilde katılırdı. Hadîs-i şerîf okumaya ve
anlatmaya başlayınca, onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi, biz de
onu tanımıyorduk."
Tefsîr, hadîs ve fıkıh
ilminde ictihât derecesinde âlim olan Mâlik bin Enes hazretleri elli sene
müddetle ders ve fetvâ vermek sûretiyle, insanların müşküllerini çözmüş ve
kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin
mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.
Anadolu velîlerinden
Molla Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Erzurumlu
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: "Tillo'ya gelişimizin yedinci senesi
idi. Bir yaz günü, Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât, elli iki
talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin
huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el
öpmedi, müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu. Başını önüne eğmiş olduğu
hâlde öğle namazına kadar huzurda kaldı. Namazdan sonra da Allah'a ısmarladık
demeden, selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine
selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar babam ile
murâkabe yaptılar. Akşam iftarında, her yemekten birer lokma veya bir kaşık
aldı. Babam, Ali Efendiye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile
sabaha kadar murâkabe edip, iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ
ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu,
dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. Hocamız da ayağa kalkıp ona duâ etti.
Hacı Ali Efendi el öpüp konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendiye hürmet edip
elini öptük, atına bindirerek, Tillo'dan çıkıncaya kadar arkasından gidip
uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. Eve
gelince babama; "Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet
bulmuştur?" dedim. Babam; "Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir
velî olup, gönül sâhibidir. Muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi
vardır. Zîrâ dedi ki: "Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler
gezdim. Elli seneden beri pek çok velîyi ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen
velîler ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın, cümlesinden
üstün derecelere sâhip Gavs-ı âzam makâmında olduğunu müşâhede ettim. Bu
muhterem hocamızın vücûd-ı şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip
İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül
aynasında buldum. İşte benim seyahatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum." Babama;
"Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?" diye sordum.
Cevâbında; "Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler
üzerinde uzun uzun sohbet ettik." dedi."
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Mısır'da Ezher Medresesinde
Muhammed Râzî isminde âlim bir zât vardı. Fakat tasavvuf yoluyla ilgisi yoktu.
Bir gün Muhammed Emin Erbilî hazretleriyle oturup sohbet ederlerken, Muhammed
Emin Erbilî'ye; "Bu zamanda mürşid-i kâmil yoktur. Kendisinin mürşid-i kâmil
olduğunu söyleyenler ise bu zamânın deccalleridir. Eğer sen kendinin mürşid-i
kâmil olduğunu söyleyecek olursan, sen sâlih bir kimsesin. Mürşid-i kâmil
olmaktan çok uzaksın." dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri buyurdu ki: "Allahü
teâlâ her zaman yeryüzünde mürşid-i kâmiller bulundurur. Allahü teâlâdan sana
zamânın mürşid-i kâmilini göstermesini diliyorum." Sohbetten sonra ayrıldılar.
Muhammed Râzî ismindeki o kimse bir gece rüyâsında yüksek ve nûrlu kürsüler
üzerinde oturan velîleri gördü. O zâtların yüzleri ayın on dördü gibi
parlıyordu. Onlara imrenerek kendi kendine dedi ki: "Bunlar mürşid-i kâmil olan
zâtlardır herhâlde." Utanarak birisine yaklaştı ve; "Bu zamânın mürşid-i
kâmilini biliyor musun?" diye sordu. O zât da; "Bu zamânın mürşid-i kâmili, şu
senin yanında oturan arkadaşındır." diyerek Muhammed Emin Erbilî hazretlerini
işâret etti. Muhammed Râzî o zâtın işâret ettiği kimsenin yanına gidince
Muhammed Emin Erbilî hazretlerini gördü. Muhammed Emin Efendiye; "Sen mürşid-i
kâmil olan kimselerdensin de kendini niçin gizliyorsun. Beni de meclisine al."
dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "Şimdi meşgûlüm. Sana hakîkati daha sonra
anlatacağım." buyurdu. Muhammed Râzî uykudan uyandı. Rüyâda gördüklerini
düşündü. Ertesi gün, Ezher Medresesinin revaklarında oturan Muhammed Emin
Erbilî'yi görüp onun yanına yaklaştı. Fakat Muhammed Emin Erbilî ona
yumuşaklıkla; "Yâ Şeyh sabret. Sana olanları anlatacağım." buyurdu. Bu söz
karşısında şaşkına dönen Muhammed Râzî kendi kendine; "Ben rüyâda gördüklerimi
kimseye anlatmadım." dedi. O kimse, Muhammed Emin Efendiye; "Ben rüyâmda şöyle
şöyle gördüm, fakat onu sana anlatmadım. Senin, bu zamânın mürşid-i kâmili
olduğunu anladım. Beni de zikir meclisine kabûl et." dedi. Muhammed Emin Erbilî
hazretleri onu Bulak'taki meclisine kabûl etti. Muhammed Râzî ismindeki o zât da
tasavvuf yoluna girip, ilerledi. Muhammed Emin hazretlerinin bereketiyle Allahü
teâlânın rızâsına kavuştu.
Büyük âlim ve velî
Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ders
arkadaşlarından Abdülmecîd Efendi şöyle anlatmıştır: "Benim yazım düzgün ve
güzel olduğundan hocamız Abdülhakîm Efendi bana Muhammed Sıddîk'ın
hilâfetnâmesini yazdırdı. Bunu yazdırdıktan sonra bizimle bir hafta hiç
ilgilenmedi. Muhammed Sıddîk bu durum karşısında herhalde bir kabahatim var diye
çok üzüldü. Üzüntüden başını kaldıramaz olmuştu. Bir gün hocamız Abdülhakîm
Efendi bana; "Muhammed Sıddîk'a söyle at hazırdır, yarın atına binsin buradan
gitsin." buyurdu.
Bunun üzerine ertesi gün
Muhammed Sıddîk gâyet üzgün bir halde yola çıkacaktı. Beldenin eşrafı onu
uğurlamak için toplandı. Abdülhakîm Efendi hazretleri ise ona dönüp bakmadı
bile. Nihâyet yola çıkıp ayrıldı gitti. Çevkan Suyunun yanına vardığı sırada
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri onu geri çağırdılar. Koluna girip iki âşık
gibi berâber yürüyerek geri geldiler. Birbirlerini çok severlerdi. Herkes onları
seyrediyordu. Muhammed Sıddîk'a hilâfetnâmesini verdiler. Tekrar insanlara
yaklaştılar. Muhammed Sıddîk Efendi sevincinden tebessüm ediyordu. Hocası ona
halkın gözleri önünde çok iltifat gösterdi. Sonra onu tekrar uğurlayıp,
gönderdi. Ona önce gösterdiği sert muâmeleye temasla şöyle buyurdu: "Her şeyi
tamamdı. Ancak kalbinde Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin oğluyum diye bir nokta
vardı. Onu da bu muâmele ile sildik."
Müctehid âlim ve velîlerden
Muhammed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında İmâm-ı Şâfiî
hazretleri buyurdular ki: "İmâm-ı Muhammed hazretleri gibi üstün ahlâk sâhibi,
edib ve fakih az bulunur." Vaktini aslâ boş geçirmezdi. Muhammed ibni Seleme der
ki: "İmâm-ı Muhammed her gecenin üçte birinde yatar, üçte birinde namaz kılar,
diğer üçte birinde de talebesine ilim öğretirdi." Ebû Ubeyd anlatır: "İmâm-ı
Muhammed'in yanına gittim. İmâm-ı Şâfiî'nin ilme karşı arzusunu gördüm. İmâm-ı
Muhammed'e bir suâl sordu, o da cevap verdi. Şâfiî'nin ilme karşı arzusunu
görünce kendisine yüz gümüş verip; "Eğer ilimden zevk almak istersen meclisimize
devam et bizden ayrılma!" buyurdu. İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: "Eğer İmâm-ı
Muhammed'den ders almasaydım ben ilmin kapısında kalmıştım. Ben bütün insanlar
arasında onun ihsânlarına dâimâ şükrederim. Ondan öğrendiğim ilimler ile bir
deve yükü kitap yazdım. İlmi o kadar yüksekti ki; eğer o bize bizim
anlayacağımız derecede hitâb etmeyip, yüksek ilmine göre hitab etseydi, sözünü
anlayamazdık. Bizim derecemize göre anlayacağımız şekilde konuşurdu. Ondan daha
akıllı, daha üstün kimse görmedim."
Hanefî fıkhında Ebû Yûsuf
ile birlikte İmâmeyn (iki imâm) ve Sâhibeyn (iki arkadaş) diye anılan İmâm-ı
Muhammed Şeybânî, hocası Ebû Hanîfe'nin ictihâd metoduyla hüküm verirdi. Hanefî
fıkhına dâir hükümleri kitaplara geçirmek için bir çok kitap yazmış; böylece
İslâm hukûkuna en büyük hizmeti yapmıştır.
Büyük velîlerden Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında
sorulan bir suâle Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden
olan İbn-i Kemâl Paşa şöyle cevap vermiştir: "Kullarından sâlih âlimler
yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun.
Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ'ya,
O'nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına
salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu,
muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibni Arabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir
müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir
âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî'yi
inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu
edeblendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği
emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir.
Meşhûr velîlerden Şeyh
Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Efendinin talebelerinden biri şöyle
anlatmıştır: "İlk zamanlarımda uygun olmayan bir düşünce ile uyumuştum. Rüyâmda
hocam gelip bir tokat vurup gitti. Ertesi gün huzûruna vardığımda, şeyhler,
talebeleri ileri gittiklerinde, uygunsuz hallerinde îkâz ederler. Bâzan
döverler, bâzan okşarlar. Bunlar gam değildir." buyurdular.
Yemen taraflarında yaşamış
büyük velîlerden Şeyh İbni Hatîb (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin talebelerinden Muhammed bin Saîd en-Neccâr şöyle anlattı: "Zebîd
şehrinde idim. Bir gün yolda yürürken, birden bir evin kapısında bir kadın
gördüm. Şeytan beni aldattı. O kadının yanına girdim. Bu sırada hocam İbnü'l-Hatîb,
Aden'de bulunuyordu. Tam o ânda, hocamın sesini duydum. Bana; "Ey filân! Böyle
mi yapıyorsun?" dedi. Şeytan benden uzaklaştı. Ben de korktum, kaçıp oradan
ayrıldım. Allahü teâlâ, hocamın bereketi ile beni muhâfaza etmişti. Hocamın
bulunduğu Aden ile benim bulunduğum Zebîd beldesi arasında on konaklık mesâfe
vardı. Bundan sonra ben de Aden'e, hocamın yanına yerleştim."
Anadolu velîlerinden Şeyh
Mehmed Emin (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin müridlerinden Molla
Abdülmecîd anlatmıştır: "Şeyh Ramazan hazretlerinin sohbetinde bulunuyorduk. Bir
ara buyurdular ki: "Allahü teâlâ bir mürşîde izin verdiğinde o mürşid müridinin
kalbinin sahifesindeki günahları böyle siler." diyerek, sağ elinin şehâdet
parmağını sol avucunun ayasına üç defâ sürdü ve meâlen; "Ancak tövbe eden ve
îmân edip de sahîh amel işleyen kimse müstesnâdır. Çünkü bunların kötülüklerini,
Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafurdur (çok bağışlayıcıdır), Rahîmdir (çok
merhametlidir)." (Furkan sûresi: 70) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Elinin
ayasında üç yeşil çizgi meydana geldi. Müsâde alıp baktık. On beş dakika kadar o
yeşil hatlar elinde kaldı. Sonra kayboldu."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Tâhir-i Lâhorî hazretlerine hocası İmâm-ı Rabbânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zaman zaman mektuplar yazıp
haberleşirlerdi. Yazdığı mektuplardan biri aşağıdadır:
"Allahü teâlâya hamd ederiz.
O'nun Peygamberine, Âline ve Eshâbına salât ve selâm ederiz! Kıymetli
mektuplarınız, ard arda geldi. Talebenin ilerlemekte oldukları, bizi çok
sevindirdi. Bu yolun sonu başlangıçta yerleştirilmiş olduğundan, bu yüksek yola
başlayanlarda, sona varmış olanların hâllerine benzeyen hâller hâsıl olur.
Bunların hâllerini, o büyüklerin hâllerinden ayırmak güçtür. Ancak, keskin
görüşlü ârif ayırabilir. Böyle olunca, hâllerin görülmesine güvenerek, hâl
sâhibine yol gösterici olarak izin vermemelidir. İzin verilirse, zararı,
talebelerinin zararından daha çok olur. Belki de, kendini olgun sanarak,
ilerlemesi büsbütün durur. Belki de, irşâd sâhiblerine hâsıl olan mevkî ve saygı
toplamak, onu büsbütün belâya sokar. Çünkü, nefs-i emmâresi, daha îmâna
gelmemiştir ve tezkiye bulmamış, temizlenmemiştir. Olan olmuştur. İcâzet, izin
vermediğiniz kimselere, tatlılıkla anlatınız ki, böyle izin almak, olgunluğu
göstermez. Daha yapılacak çok iş vardır. İşin başında ele geçenler, sondakilerin
başlangıca yerleştirilmesindendir. Uygun gördüğünüz nasîhatları yaparsınız.
Eksik olduklarını kendilerine bildiriniz. İcâzet vermiş olduklarınızın bu yolu
öğretmelerini önlemeyiniz. Belki, sizin nefesinizin bereketi ile, hakîkî rehber
olmakla şereflenebilirler. Bu büyük işe başlamış bulunuyorsunuz. Mübârek olsun.
Çok çalışınız! Sizin çalışmanız, tâliblerin de çalışmalarını arttırır.
Vesselâm." (1'inci cild, 225'inci mektup) |
|