CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜRŞİD - 5

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiçbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; "Yavrum ismin nedir?" diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki; "Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâsında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım." Bâyezîd-i Bistamî; "Evlâdım, kusura bakma. Her defâsında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme." buyurup talebesinin gönlünü aldı.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinde beğenmediği bir şey gördüğü zaman tövbe eder ve; "Bu zavallı benim yüzümden bu belâya düştü." derdi.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin ahlâkını güzelleştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları benlik ve ucub, kendini beğenme girdâbından çekerdi. Buyururdu ki: "Kötü ahlâk yok olmadıkça kalp kemâle gelmez."

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî hazretlerinin, hocası Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vefâtından kırk gün evvel, Dehlî'den âcilen Ecmîr'e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn'e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr'e geldi. Bir gün Hâce Muînüddîn talebelerine; "Ey dervişler! Biliniz ki ben, birkaç gün sonra bu dünyâdan ayrılırım." buyurdu. Bu söz, talebelerin ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu olarak çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sencerî'ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî'nin Dehli'de bulunmasını, oraya gitmesini emreden bir ferman yazdırdı. "Onu, vekîl tâyin ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştîyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini, bunlara mahsus bâzı eşyâyı ona verdim." buyurdu ve Hâce Kutbüddîn'e hitâben; "Senin yerin Dehlî'dir." buyurdu.

Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: "Dehlî'ye gitmek üzere Ecmîr'den ayrılacağım zaman, hocamın huzûruna çıktım. Külâhını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî'nin âsasını, kendi okuduğu Kur'ân-ı kerîmi, seccâdesini, nalınlarını verdi ve sonra: "Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetleridir. Şimdi bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için, kıyâmet günü Allahü teâlânın, Resûlullah'ın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum." buyurdu. Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn bu nîmetlere şükür olarak ve çok mesûliyyetli olan vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü telâya niyâz ile iki rekat namaz kılıp, gözyaşları içinde duâ etti. Sonra Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; "Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, kendimin bulunduğu mertebeye seni yükselterek vazifemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum dedi

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak El-Vâkıdî der ki; “İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenâze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı." İmâm-ı Mâlik'in hadîs-i şerîf dersleri ve vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri yâni fetvâ işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da sorulan meselelere fetvâ vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evinde ders için gelenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gâyet güzel bir kıyâfetle hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içerisinde derse gelenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hariç, diğer zamanda, Medînelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen o kadar çok olurdu ki, gelenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabûl eder, bunlara hadîs rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. Hasan bin Rebî' der ki: "Bir defâsında İmâm-ı Mâlik'in kapısında idim, onun çağırıcısı önce Hicazlılar içeri girsinler diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin diye çağırdı. Yanına giren en son ben olurdum. Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammâd da aramızda idi." İmâm-ı Mâlik derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsîl edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder: "İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin, bilhassa ilmî müzâkereler sırasında kendilerini mizâhtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdâbdandır."

Yine bir talebesi şöyle der: "İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sade bir şekilde katılırdı. Hadîs-i şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca, onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi, biz de onu tanımıyorduk."

Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde ictihât derecesinde âlim olan Mâlik bin Enes hazretleri elli sene müddetle ders ve fetvâ vermek sûretiyle, insanların müşküllerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.

Anadolu velîlerinden Molla Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: "Tillo'ya gelişimizin yedinci senesi idi. Bir yaz günü, Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât, elli iki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu. Başını önüne eğmiş olduğu hâlde öğle namazına kadar huzurda kaldı. Namazdan sonra da Allah'a ısmarladık demeden, selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında, her yemekten birer lokma veya bir kaşık aldı. Babam, Ali Efendiye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha kadar murâkabe edip, iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. Hocamız da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el öpüp konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendiye hürmet edip elini öptük, atına bindirerek, Tillo'dan çıkıncaya kadar arkasından gidip uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; "Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuştur?" dedim. Babam; "Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup, gönül sâhibidir. Muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ dedi ki: "Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri pek çok velîyi ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen velîler ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın, cümlesinden üstün derecelere sâhip Gavs-ı âzam makâmında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-ı şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında buldum. İşte benim seyahatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum." Babama; "Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?" diye sordum. Cevâbında; "Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik." dedi."

Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Mısır'da Ezher Medresesinde Muhammed Râzî isminde âlim bir zât vardı. Fakat tasavvuf yoluyla ilgisi yoktu. Bir gün Muhammed Emin Erbilî hazretleriyle oturup sohbet ederlerken, Muhammed Emin Erbilî'ye; "Bu zamanda mürşid-i kâmil yoktur. Kendisinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyenler ise bu zamânın deccalleridir. Eğer sen kendinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyecek olursan, sen sâlih bir kimsesin. Mürşid-i kâmil olmaktan çok uzaksın." dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ her zaman yeryüzünde mürşid-i kâmiller bulundurur. Allahü teâlâdan sana zamânın mürşid-i kâmilini göstermesini diliyorum." Sohbetten sonra ayrıldılar. Muhammed Râzî ismindeki o kimse bir gece rüyâsında yüksek ve nûrlu kürsüler üzerinde oturan velîleri gördü. O zâtların yüzleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Onlara imrenerek kendi kendine dedi ki: "Bunlar mürşid-i kâmil olan zâtlardır herhâlde." Utanarak birisine yaklaştı ve; "Bu zamânın mürşid-i kâmilini biliyor musun?" diye sordu. O zât da; "Bu zamânın mürşid-i kâmili, şu senin yanında oturan arkadaşındır." diyerek Muhammed Emin Erbilî hazretlerini işâret etti. Muhammed Râzî o zâtın işâret ettiği kimsenin yanına gidince Muhammed Emin Erbilî hazretlerini gördü. Muhammed Emin Efendiye; "Sen mürşid-i kâmil olan kimselerdensin de kendini niçin gizliyorsun. Beni de meclisine al." dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "Şimdi meşgûlüm. Sana hakîkati daha sonra anlatacağım." buyurdu. Muhammed Râzî uykudan uyandı. Rüyâda gördüklerini düşündü. Ertesi gün, Ezher Medresesinin revaklarında oturan Muhammed Emin Erbilî'yi görüp onun yanına yaklaştı. Fakat Muhammed Emin Erbilî ona yumuşaklıkla; "Yâ Şeyh sabret. Sana olanları anlatacağım." buyurdu. Bu söz karşısında şaşkına dönen Muhammed Râzî kendi kendine; "Ben rüyâda gördüklerimi kimseye anlatmadım." dedi. O kimse, Muhammed Emin Efendiye; "Ben rüyâmda şöyle şöyle gördüm, fakat onu sana anlatmadım. Senin, bu zamânın mürşid-i kâmili olduğunu anladım. Beni de zikir meclisine kabûl et." dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri onu Bulak'taki meclisine kabûl etti. Muhammed Râzî ismindeki o zât da tasavvuf yoluna girip, ilerledi. Muhammed Emin hazretlerinin bereketiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu.

Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ders arkadaşlarından Abdülmecîd Efendi şöyle anlatmıştır: "Benim yazım düzgün ve güzel olduğundan hocamız Abdülhakîm Efendi bana Muhammed Sıddîk'ın hilâfetnâmesini yazdırdı. Bunu yazdırdıktan sonra bizimle bir hafta hiç ilgilenmedi. Muhammed Sıddîk bu durum karşısında herhalde bir kabahatim var diye çok üzüldü. Üzüntüden başını kaldıramaz olmuştu. Bir gün hocamız Abdülhakîm Efendi bana; "Muhammed Sıddîk'a söyle at hazırdır, yarın atına binsin buradan gitsin." buyurdu.

Bunun üzerine ertesi gün Muhammed Sıddîk gâyet üzgün bir halde yola çıkacaktı. Beldenin eşrafı onu uğurlamak için toplandı. Abdülhakîm Efendi hazretleri ise ona dönüp bakmadı bile. Nihâyet yola çıkıp ayrıldı gitti. Çevkan Suyunun yanına vardığı sırada Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri onu geri çağırdılar. Koluna girip iki âşık gibi berâber yürüyerek geri geldiler. Birbirlerini çok severlerdi. Herkes onları seyrediyordu. Muhammed Sıddîk'a hilâfetnâmesini verdiler. Tekrar insanlara yaklaştılar. Muhammed Sıddîk Efendi sevincinden tebessüm ediyordu. Hocası ona halkın gözleri önünde çok iltifat gösterdi. Sonra onu tekrar uğurlayıp, gönderdi. Ona önce gösterdiği sert muâmeleye temasla şöyle buyurdu: "Her şeyi tamamdı. Ancak kalbinde Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin oğluyum diye bir nokta vardı. Onu da bu muâmele ile sildik."

Müctehid âlim ve velîlerden Muhammed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyurdular ki: "İmâm-ı Muhammed hazretleri gibi üstün ahlâk sâhibi, edib ve fakih az bulunur." Vaktini aslâ boş geçirmezdi. Muhammed ibni Seleme der ki: "İmâm-ı Muhammed her gecenin üçte birinde yatar, üçte birinde namaz kılar, diğer üçte birinde de talebesine ilim öğretirdi." Ebû Ubeyd anlatır: "İmâm-ı Muhammed'in yanına gittim. İmâm-ı Şâfiî'nin ilme karşı arzusunu gördüm. İmâm-ı Muhammed'e bir suâl sordu, o da cevap verdi. Şâfiî'nin ilme karşı arzusunu görünce kendisine yüz gümüş verip; "Eğer ilimden zevk almak istersen meclisimize devam et bizden ayrılma!" buyurdu. İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: "Eğer İmâm-ı Muhammed'den ders almasaydım ben ilmin kapısında kalmıştım. Ben bütün insanlar arasında onun ihsânlarına dâimâ şükrederim. Ondan öğrendiğim ilimler ile bir deve yükü kitap yazdım. İlmi o kadar yüksekti ki; eğer o bize bizim anlayacağımız derecede hitâb etmeyip, yüksek ilmine göre hitab etseydi, sözünü anlayamazdık. Bizim derecemize göre anlayacağımız şekilde konuşurdu. Ondan daha akıllı, daha üstün kimse görmedim."

Hanefî fıkhında Ebû Yûsuf ile birlikte İmâmeyn (iki imâm) ve Sâhibeyn (iki arkadaş) diye anılan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocası Ebû Hanîfe'nin ictihâd metoduyla hüküm verirdi. Hanefî fıkhına dâir hükümleri kitaplara geçirmek için bir çok kitap yazmış; böylece İslâm hukûkuna en büyük hizmeti yapmıştır.

Büyük velîlerden Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında sorulan bir suâle Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa şöyle cevap vermiştir: "Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ'ya, O'nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibni Arabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî'yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir.

 Meşhûr velîlerden Şeyh Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Efendinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda uygun olmayan bir düşünce ile uyumuştum. Rüyâmda hocam gelip bir tokat vurup gitti. Ertesi gün huzûruna vardığımda, şeyhler, talebeleri ileri gittiklerinde, uygunsuz hallerinde îkâz ederler. Bâzan döverler, bâzan okşarlar. Bunlar gam değildir." buyurdular.

Yemen taraflarında yaşamış büyük velîlerden Şeyh İbni Hatîb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin talebelerinden Muhammed bin Saîd en-Neccâr şöyle anlattı: "Zebîd şehrinde idim. Bir gün yolda yürürken, birden bir evin kapısında bir kadın gördüm. Şeytan beni aldattı. O kadının yanına girdim. Bu sırada hocam İbnü'l-Hatîb, Aden'de bulunuyordu. Tam o ânda, hocamın sesini duydum. Bana; "Ey filân! Böyle mi yapıyorsun?" dedi. Şeytan benden uzaklaştı. Ben de korktum, kaçıp oradan ayrıldım. Allahü teâlâ, hocamın bereketi ile beni muhâfaza etmişti. Hocamın bulunduğu Aden ile benim bulunduğum Zebîd beldesi arasında on konaklık mesâfe vardı. Bundan sonra ben de Aden'e, hocamın yanına yerleştim."

Anadolu velîlerinden Şeyh Mehmed Emin (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin müridlerinden Molla Abdülmecîd anlatmıştır: "Şeyh Ramazan hazretlerinin sohbetinde bulunuyorduk. Bir ara buyurdular ki: "Allahü teâlâ bir mürşîde izin verdiğinde o mürşid müridinin kalbinin sahifesindeki günahları böyle siler." diyerek, sağ elinin şehâdet parmağını sol avucunun ayasına üç defâ sürdü ve meâlen; "Ancak tövbe eden ve îmân edip de sahîh amel işleyen kimse müstesnâdır. Çünkü bunların kötülüklerini, Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafurdur (çok bağışlayıcıdır), Rahîmdir (çok merhametlidir)." (Furkan sûresi: 70) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Elinin ayasında üç yeşil çizgi meydana geldi. Müsâde alıp baktık. On beş dakika kadar o yeşil hatlar elinde kaldı. Sonra kayboldu."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Tâhir-i Lâhorî hazretlerine hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zaman zaman mektuplar yazıp haberleşirlerdi. Yazdığı mektuplardan biri aşağıdadır:

"Allahü teâlâya hamd ederiz. O'nun Peygamberine, Âline ve Eshâbına salât ve selâm ederiz! Kıymetli mektuplarınız, ard arda geldi. Talebenin ilerlemekte oldukları, bizi çok sevindirdi. Bu yolun sonu başlangıçta yerleştirilmiş olduğundan, bu yüksek yola başlayanlarda, sona varmış olanların hâllerine benzeyen hâller hâsıl olur. Bunların hâllerini, o büyüklerin hâllerinden ayırmak güçtür. Ancak, keskin görüşlü ârif ayırabilir. Böyle olunca, hâllerin görülmesine güvenerek, hâl sâhibine yol gösterici olarak izin vermemelidir. İzin verilirse, zararı, talebelerinin zararından daha çok olur. Belki de, kendini olgun sanarak, ilerlemesi büsbütün durur. Belki de, irşâd sâhiblerine hâsıl olan mevkî ve saygı toplamak, onu büsbütün belâya sokar. Çünkü, nefs-i emmâresi, daha îmâna gelmemiştir ve tezkiye bulmamış, temizlenmemiştir. Olan olmuştur. İcâzet, izin vermediğiniz kimselere, tatlılıkla anlatınız ki, böyle izin almak, olgunluğu göstermez. Daha yapılacak çok iş vardır. İşin başında ele geçenler, sondakilerin başlangıca yerleştirilmesindendir. Uygun gördüğünüz nasîhatları yaparsınız. Eksik olduklarını kendilerine bildiriniz. İcâzet vermiş olduklarınızın bu yolu öğretmelerini önlemeyiniz. Belki, sizin nefesinizin bereketi ile, hakîkî rehber olmakla şereflenebilirler. Bu büyük işe başlamış bulunuyorsunuz. Mübârek olsun. Çok çalışınız! Sizin çalışmanız, tâliblerin de çalışmalarını arttırır. Vesselâm." (1'inci cild, 225'inci mektup)