MÜRŞİD - 4
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultanahmed
Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:
Mürşid-i kâmil, mürîdi,
evvel ehl-i hâl ider,
Sonra, Fahr-i kâinâtın
bezmine idhâl ider,
Nice yıllar sa'y ile
eremediği menzillere,
Bir nefesle mürşid-i kâmil
onu îsâl ider.
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü en güzel,
talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri meşhur dîvânında şöyle anlatmıştır:
"Mübârek hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete
kavuşturmaya vesîle oldu.
O, hidâyet yıldızı, karanlık
gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defînesi, yüksek hâller ve kerâmetler
hazînesidir.
O, hilmde yer, vekarda
dağlar, ziyâ bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.
O, Dîn-i İslâmı en güzel
bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve ihsân menbaıdır.
O, Allahü teâlâya
kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların gavsi (yardımcısı), ebdâl
isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.
O, mahlûkların şeyhülislâmı,
müslümanların baştâcı, büyüklerin reisi, müşkillerde mürâcaat yeridir.
Gizli bir rehberlikle en
iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü teâlâya
dâvet edici, çağırıcıdır.
O, âlemlerin Rabbinin
sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o kimseye; "Ey
emsâllerine rehber olan zât!" diye hitâb et.
Nefs hevâsının bukağısıyla
bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden
kurtarmıştır.
Nice kâmil velîler, ondan
yüz çevirdiği gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm kalmıştır.
Onun yüksekliğini inkâr eden
nice kimseler helâk olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına yakalanmıştır.
O, noksan olanların kemâle
gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını tamamlayandır.
Şânı yüce Allahü teâlâ, onu,
azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir."
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mürşid-i kâmilin, yetişmiş ve yetiştirebilen
rehberin mübârek cemâlini görmek ve sohbetine kavuşmak en büyük
ganîmetlerdendir. Onların güzel cemâli ve sohbeti her zaman ele geçmez. Onu
elden kaçırmamalıdır. Arafat dâimâ olur, fakat onlar dâimâ bulunmaz. Bu büyük
ganîmeti lâyıkıyla değerlendirmeli, nîmetin kıymetini bilmelidir."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Seyyid Abdullah-ı Şemdînî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlim ve velîler silsilesinin
otuzuncusudur. Bu diyârda Nakşibendî, Müceddidî, Hâlidî kolunun önde gelen
temsilcisidir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid
Tâha-i Hakkârî'nin amcasıdır.
Şemdinli'de dünyâya gelen
asîl, temiz ve şerefli bir âileye mensûb olan Seyyid Abdullah Şemdînî, küçük
yaşta ilim tahsîline yöneldi. Zamânının usûlüne göre ilk tahsîlini gördükten
sonra, Irak'ın Süleymâniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye
devâm etti. Aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip büyük âlim oldu. Bu medresede
ilim öğrenmekle meşgûl iken medrese arkadaşı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile bir
kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zâhirî ilimleri
tahsîl ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alâka duymaya
başladılar. Bu alâka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini mânevî
olarak terbiye edip, bâtınî ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol
gösterici aradılar.
Sonunda aradıkları rehberi
hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacağı mânevî feyz ve bereketin
aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz
verdiler. Yâni aradıkları o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa
hemen diğerinin de o zâtı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vâsıta
olacaktı.
Kendilerine yol gösterecek
mânevî bir rehberi aradıkları sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî aldığı bâzı mânevî
işâretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zâhirî ilimlerde yüksek bir
âlim olan Abdullah-ı Şemdînî de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız." dedi. Nihâyet
Hindistan'a gitmek üzere Süleymâniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir
yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştı. Sonunda Nakşibendiyye mânevî yolunun
mürşid-i kâmili Şâh Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzur ve
sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda lâyık ve müstehak olduğu fazîlet ve
olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine yükseldi.
Hocası ona, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, insanların dünyâ
ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olabilmek ve talebe yetiştirmek
hususunda tam bir icâzet, diploma ve hilâfet verdi. Hocasının tam ve mutlak
vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak ve
onları yetiştirmekle vazîfeli olarak Bağdâd'a gönderildi.
Bundan sonra bütün âlem,
vâsıtalı vâsıtasız irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin mânevî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdâd'da feyz ve nur
saçan rahmet güneşi doğdu.
Seyyid Abdullah-ı Şemdînî,
daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdâd'da kaldıktan sonra
Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ziyâretine gitti.
Mevlânâ'nın Hindistan'da elde ettiği mârifet ve kemâlâtı, olgunluğu görünce ona
olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip
o evliyâlık güneşinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Onun önde gelen
talebelerinden oldu. Bâzı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü
iftirâlarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye
çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asâlet ve
yüksek kâbiliyet ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretle- rinin talebe yetiştirmek
husûsundaki mahâretinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf
hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mevlanâ hazretlerinin binlerce talebesi
arasında en yükseklerinden oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona talebe
yetiştirmek üzere icâzet, diploma verdi. Mevlânâ hazretlerinden icâzet ve
hilâfet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, kardeşi Seyyid
Ahmed Geylânî hazretlerinin oğlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'yi de, Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesîle oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri bir ara, Bağdâd'a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdînî talebelerin
başına geçip onları yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonra tekrar Süleymâniye'ye
dönen Mevlânâ hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak
üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid
Abdullah-ı Şemdînî'yi de Şemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdînî,
Şemdinli civârındaki Nehrî kasabasına yerleşti. Nehrî'de medrese, tekke ve
zâviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak'ın
çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pekçok kimseyi zâhirî
ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyânın ve
İslâm âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslâmiyeti, güzel ahlâkı insanlara
anlattı. Bilhassa edeb ve ahlâktan mahrûm aşîretler üzerinde çok tesirli olup,
onların düzelmesine vesîle oldu. Kabîle ve aşîretlere, anlayacakları şekilde
güzel nasîhatlar vermek sûretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesîle oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri onun hakkında Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'ye; "Seyyid Abdullah ne güzel bir
şeyhdir. Onda hiç kusûr yoktur. Yalnız kusûru, onun münkiri yâni karşısına çıkıp
onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır." buyurdu.
Yine buyurdu ki:
"Beni, Seyyid Abdullah ve
Seyyid Tâhâ'dan üstün tutmayınız." Eshâbı; "Onlar sizin talebenizdir, nasıl
böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar şehzâdelerdir. Pâdişâh
olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgûl olan ve böyle
yüksek bir vazîfenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbî, şah olacak
şehzâdeden üstün olabilir mi?" buyurdular.
Berdesûr kasabasında bir
medrese yapıp, müderrislik yapan ve mezunlar vermeye başlayan yeğeni Seyyid
Tâhâ, arada bir huzûruna gelir, sohbetinde bulunurdu. Her defâsında kendisine
tasavvuf yoluna girmesi söylenir, o da; "Bir gün inşâallah o da olur." der ve
kendi kendine; "Peygamberlerin, âlimlerin ve evliyânın hep düşmanları,
hasetçileri, sevmiyenleri olmuştur. Amcam, dedikleri gibi büyük evliyâdan olsa,
muhakkak hasetçisi, düşmanı, çekemeyeni olurdu. Hele bu âhir zamanda ve
kıyâmetin yaklaştığı, hakîkatın unutulup, bid'atin revâc bulduğu böyle bir
devranda acaba niçin hiç büyüklüğünü inkâr eden düşmanı yoktur?" diye düşünürdü.
Bir gün Berdesûr'da çarşıda birisinin, amcasının aleyhinde konuştuğunu gördü.
Bunun üzerine; "Sevmeyeni, kabûl etmeyeni olduğuna göre, evliyâdandır." deyip,
Nehrî'ye geldi. Amcasına teslîm olup, bir müddet istifâde etti. Sonra
Mevlânâ'nın dâveti üzerine Bağdâd'a gitti, orada kemâle geldi.
Ömrünü ilim tahsîl etmeye,
İslâmiyeti öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pekçok kerâmetleri görülen
Seyyid Abdullah-ı Şemdînî hazretleri H.1228 senesinde Şemdinli'nin Nehrî
kasabasında vefât etti.
Hindistan evliyâsından
Abdullah-ı Şüttârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsinin isteklerini
yapmamakta çok azimli olduğundan hocası tarafından "Şüttâr" lakabı verildi. Şeyh
Muhammed Ârif, tasavvuf yolunda iyi bir şekilde yetişen Abdullah-ı Şüttârî'yi;
icâzet, diploma vererek, halka doğru yolu göstermesi için Hindistan'a gönderdi
ve; "Vardığın yerde şeyhlik yapanlara şöyle söyle: "Sâhib olduğunuz ilimden beni
faydalandırınız. Bu hususta bana cömerdlik ediniz. Eğer bana verecek bir şeyiniz
yoksa, ben sâhib olduğum ilmi sizden esirgemem." buyurdu.
Hindistan'a gitmek üzere
yola çıkan Abdullah-ı Şüttârî ilk olarak Bankipûr şehrine uğradı. Burada yaşayan
velî zâtlardan Şeyh Mahdûm Hüsâmeddîn, Râcî Seyyid Hâmid ve Şâh Seyyid bir yerde
oturmuş sohbet ediyorlardı. Abdullah-ı Şüttârî'nin geldiğini duyunca, Şeyh
Hüsâmeddîn; "Şeyh Abdullah misâfirdir. Bizler ise ev sâhibi olduğumuzdan onu
ziyârete gitmemiz münâsib olanıdır." dedi ve yola çıktılar. Onların geldiğini
haber alan Şüttârî misâfirlerini çadırın dışına çıkıp karşıladı. Şeyh Abdullah
onlara; "Bana bir şey lutfedin, ben Hakkın tâlibiyim. Yoksa ben hocalarımdan
öğrendiklerimi size anlatmaya hazırım." dedi. Şeyh Hüsâmeddîn tam bir tevâzû
ile; "Bir şeyim yok ki, bu hususta sana bir şey vereyim. Hocalarımdan
öğrendiklerimin henüz mütâlaasını bitirmedim. Fakat sizden bir şeyler öğrenmek
isterim." dedi. Bunun üzerine Abdullah-ı Şüttârî; "Elhamdülillah Hindistan'da
kâmil bir ârif gördüm." dedi.
Abdullah-ı Şüttârî, daha
sonra yoluna devâm ederek Canpûr şehrine gitti. Orada meşhûr oldu. Devlet ricâli
ve birçok ilim tâliplisi sohbetlerinde bulundu. Abdullah-ı Şüttârî'nin bir kösü,
büyük davulu vardı. Ona vurup; "Hakkı, talep eden, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak isteyen var mı gelsin. Ona bu hususta rehberlik edeyim." diye
seslenirdi. Mecliste oturduğu zaman etrafına bakındıktan sonra; "Burada ilim
talebesi olan, kalbi şüphelilerle dolu kimseler var. Bir şeyler anlatmak için,
inanmak lazımdır. Bu olmadan olmaz." buyururdu.
Bir gün Sultan İbrâhim
Şarkî, Abdullah-ı Şüttârî'nin huzuruna geldi ve; "Duyduğuma göre siz Hakk'a
çağırma, Hakk'a ulaşmak için rehberlik dâvâsında bulunuyormuşsunuz? Niçin bana
da bir şey göstermiyorsunuz?" diye sorunca; "Allahü teâlâ herkesi bir iş için
yaratmıştır. Siz saltanat, idârecilik işleri ile uğraşınız. Halkın fayda görmesi
size bağlıdır." dedi. Bunun üzerine Sultan; "Başka birine tasarrufta bulunun."
deyince, Şeyh Abdullah; "Kabûl edecek cevher lazımdır." dedi. Sultan; "Burada bu
kadar insan var. İçlerinden birinde de mi bu cevher yok?" diye sorunca
Abdullah-ı Şüttârî'yi bir hâl kapladı. Sultanın arkasında duran bir gence
teveccüh eyledi. Genç kendinden geçti. Sonra bu genç bütün işini bırakıp
Abdullah-ı Şüttârî'ye talebe oldu.
Abdullah-ı Şüttârî daha
sonra Câbih vilâyetine gitti. Câbih sultanı başşehir Mend'de ona bir ev tahsis
etti. Burada sakin ve sessiz bir şekilde halkı Allahü teâlânın emirlerine uyma
ve yasaklarından sakınmaya dâvet etti.
Talebe olmak için birisi
huzuruna gelince akıl ve uyanıklık bakımından derecesini ölçmek için ona katıklı
ekmek gönderir, ekmeği katıkla beraber mi yiyor, yoksa birisi kalıyor mu diye
tâkib için de birini vazîfelendirirdi. Eğer beraber yediği görülürse, bunu onun
firâset ve akıllılığına, uyanıklılığına işâret sayar, ona kalb ile yapacağı
vazîfeler verirdi. Yok, birini yiyip, diğerini bıraktığı görülürse, onun bu işte
kuvvetinin azlığına işâret sayarak zâhirle alâkalı kolay yapabileceği vazîfeler
verirdi.
Anadolu'da yetişen büyük
âlim ve velîlerden, Abdurrahmân Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî
ilimlerde yükseldiği gibi tasavvuf yolunda da ilerleyip kemâle gelmiş, Kâdirî ve
Çeştî kollarında irşâd sâhibi, zamanının mürşid-i kâmili olmuştu.
Medresesinde talebe
yetiştirmeğe başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce hak âşığı huzûruna
koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular.
Seyyid Abdurrahmân'ın ömrü,
zâhir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvâs'taki ve Hoşab'daki medrese ve
dergâhı dolup taştı. İstanbul, Hicâz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen
meseleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun
irşâd, yol gösterici nûruyla aydınlanmıştı. Bu sebeple Sultan İkinci Mahmûd Han
ona çok hürmet gösterir, duâsını ister, husûsî hediyelerle selâmlarını
gönderirdi.
Seyyid Abdurrahmân her sene
üç-beş ay o havâliyi dolaşır, Vâz ü nasîhat ve irşâdla, halka İslâmın esaslarını
anlatır, bilhassa bozuk mezhep ehline karşı hısn-ı hasîn (sağlam kale) vazîfesi
görürdü. Bu yüzden memleketimizin sulhuna hizmeti çoktur. Çünkü onların olduğu
bölgede bozuk îtikâdlı kimse bulunmazdı. Böyle âlim ve velîlerin Osmanlı
Devletine hizmetleri bey ve paşalardan az değildi. Hatta hizmetleri kalıcı
olduğundan daha çoktu denilebilir.
Evlliyânın büyüklerinden
Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini ziyâret için
talebelerinden biri bir gün yola çıktı. Yolculuğunu katır ile yapıyordu.
Tehlikeli bir yere gelince, bineğinden inip o yeri yaya olarak geçti. Tekrar
bineceği sırada hayvan kaçtı ve yakalaması mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırdı.
O anda hocası hatırına geldi ve ondan yardım umarak; "Ey hocam Abdülazîz
Debbağ!" dedi. Bu sırada Allahü teâlâ bâzı insanları ona yardımcı olarak
gönderdi. Onlarla beraber hayvanı yakalayıp, hocasının huzûruna geldi. Abdülazîz
Debbağ onu görünce gülerek; "Falan yerde Şeyh Abdülazîz'i ne yapacaktın? Senin
yanında olsaydı herhalde sana yardımda bulunurdu." dedi. Talebe büyük bir
edeple; "Ey Efendim! Şahsen bulunmanızla rûhen bulunmanız arasında, sizin için
hiçbir fark yoktur ve ikisi de mümkündür." dedi.
Sohbetlerinde talebelerine
şöyle buyururdu: "Kulun düşüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince
Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur."
"İnsanlar, varlık âleminin
efendisi Muhammed aleyhisselâmı tanımadıkça, ilâhî mârifete kavuşamaz. Hocasını
bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanımaz. Kendi nazarında insanları ölü
gibi kabûl etmedikçe, hocasını bilemez."
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi
anlatır: Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim. Her
toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine
götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir
sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ
edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu.
Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz
daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı
çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan
biriydim. Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve
talebelerime:
"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi
görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim
kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
Evliyânın büyüklerinden olan
Abdülhamîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke-i mükerremede
talebelere ders okutmakta iken Hindistan'dan hicret ederek Mekke-i mükerremeye
gelen Ahmed Sa'îd-i Fârûkî hazretlerinin sohbetlerine koştu. İlimdeki derin
bilgisine rağmen, kendisinin yetişmesi için ders okutmayı terkedip, o büyük zâta
talebe oldu. Hâlis bir niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd'in sohbetlerini hiç
bırakmadı. Onun pekçok iltifât ve teveccühlerine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i
Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd
Şirvânî'yi oğlu Muhammed Mazhar'a havâle etti. O da, emir babasından geldiği
için kabûl edip, Abdülhamîd'in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.
Ahmed Sa'îd-i Fârûkî
gittikten sonra, Muhammed Mazhar'ın sohbetlerinden hiç ayrılmayan Abdülhamîd
Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağlandı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet
sonra, Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de
ondan ayrılmayıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve
bağlılığı gün geçtikçe artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin
kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında, Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve
ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra Muhammed Mazhar; "Elhamdülillah
Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî'yi kabûl ettiler." buyurdu. Ona icâzet
ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; "Mevlanâ Abdülhamîd'e icâzet verdim. Ona
verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir. Fakat
daha zamânı vardır. Müceddidiyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve
kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa
bunun için gam yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş
çekerler. Bu sebeple yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip
yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı unutmayıp, devamlı O'nu anmak ve
diğer vazîfelere devâm etmektir." buyurdular.
Abdülhamîd Şirvânî, hocası
Muhammed Mazhar'ın bu sözlerini dikkatle dinliyordu. Ayrılacakları zaman
hocasına; "Bizi duâ ve teveccühünüzden eksik etmeyiniz efendim." dedi. Bu
sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde
bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet
ettiler. İrtibatları hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve
haberleşirlerdi.
Hindistan evlîyasından
Abdülhay hazretlerine hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri icâzet, diploma vererek Abdülhay'ı, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlatmak, onları terbiye edip yetiştirmek görevi ile Punte şehrine
gönderdi ve; "Şeyh Hamîd-i Bingâlî'ye gitmek istiyorum. Fakat fırsatım olmadı.
Ona gidip nasîhatte bulununuz." buyurdu. Abdülhay; "Peki efendim." diyerek
huzurdan ayrıldı ve oraya doğru yola çıktı. Fakat kendi kendine; "Şeyh Hamîd,
âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona
nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun." diye düşündü. Sonra da; "Böyle
düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde doğru söyledi.
Böyle vesvese etmek doğru değildir. Hocamın bu emrinde mutlaka bir hikmet
vardır." dedi.
Şeyh Hamîd Bingâlî'nin
yanına vardığında, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Şeyh Hamîd Bingâlî sohbet
esnâsında şöyle dedi:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve
diğer büyükler buyuruyor ki: "Bizim yolumuzda olmanın ilk şartı, Resûlullah
efendimizi canından çok sevmektir." Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu
olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?" diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay
çok üzüldü ve cevap olarak: "Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın
sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Kim peygambere itâat
ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur." (Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i
kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermektedir." dedi.
Bunun üzerine Şeyh Hamîd
söylediklerine pişman oldu ve tövbe etti. Abdülhay da yakînen hocasının
hikmetsiz bir şey söylemeyeceğini anladı. Demek ki hocası onu, Şeyh Hamîd'in bu
şüphesini gidermek için göndermişti.
Evliyânın büyüklerinden
Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Şirvân yöresinde
ders verirken Tokat'ta tasavvuf ateşiyle yanan ve sonradan Kara Şems diye meşhur
olan Şemseddîn Ahmed Sivasî ismindeki genç, Şeyh Mustafa Kirbâsî hazretlerinin
huzûruna vararak kendisine talebe olmak isteğini bildirir. Şeyh Mustafa Kirbâsî
bu sırada yüz yaşını geçmiş durumda olduğundan ona şöyle buyurur:
"Evlâdım sen gençsin; ben
ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzet çekmeye, nefsin istemediklerini yapmaya
tâkatim ve kuvvetim yoktur. Senin terbiyen ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir
talebeysen Cenâb-ı Hak mürşidini ayağına gönderir. Bekle bu mürşid altı ay sonra
Tokat'a gelecektir."
Kara Şems altı ay sonrasını
şöyle anlatır:
Hocamın sözlerinden sonra
Zile'ye giderek altı ay daha ilim öğretmekle meşgûl oldum. Altı ay sonra Tokat'a
döndüğümde Abdülmecîd Şirvânî adlı bir zâtın şehre geldiğini duydum. Derhal
huzurlarına gittim. Beni gördüklerinde:
"Ey Kara Şems! Benim Allahü
teâlânın emri ve Sevgili Peygamberimizin işâreti ile kendi memleketimi, âilemi
ve sevenlerimi terk edip; dağ, tepe ve beldeleri aşıp gelmem sâdece seni mânevî
ilimlerde ilerletme ve terbiye içindir." buyurdular.
Abdülmecîd Şirvânî
hazretleri talebelerine âhirette pişmân olmamaları ve istenmeyen durumlarla
karşılaşmamaları için devamlı nasîhatlerde bulunurdu. Bu hususta şöyle
buyururdu: "Maksada ulaşmak ve kurtuluşa erişmek iki şekilde olur.
Birisi Cennet'te, Cennet'in
yüksek derecelerine kavuşmaktır. Bu, seçilmiş kimselerin hâlidir. Diğeri ise,
zamansız ve mekânsız, nasıl olacağı bilinmiyen bir şekilde Allahü teâlânın
cemâl-i ilâhîsini görmektir. Bunu elde edebilmek için şu dört sebep vardır: 1)
Îmân. 2) Takvâ. Mürşid-i kâmilin yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin işâreti ile
nefsle mücâdele yapılarak ahlâk güzelleştirilir. Günahlardan tamâmen sakınılır.
Allahü teâlâdan başka her şeyden tamâmen yüz çevrilir. 3) Allahü teâlâya
kavuşmak için vesîle aramaktır. Birinci vesîle; Mürşid-i kâmilin terbiyesinde
olmaktır. İkinci vesîle; hoca, talebesini Resûlullah efendimize ulaştırıp,
irtibâtını temin etmesidir. Bu iki vesîle ile, îmânın ve takvânın kemâline
erilir. İslâmın bütün emir ve yasaklarına ve tasavvuf yolunun bütün âdâblarına
uyulur. Böylece talebede mârifetullah, muhabbet, sevgi hâsıl olur. 4) Allah
yolunda cihâd."
Yine buyurmuşlardır ki:
"İblisin en mühim işi talebe ile hoca arasında soğukluk meydana getirmektir.
Böylece talebe, dünyâda ve âhirette hüsrana uğrayarak bedbaht olur. Bu durumda
sâdık talebenin ilacı sevgi ile hocasına bağlılığını yenileyip, aradaki
soğukluğu gidermek ve ona tam teslim olmaktır. Böylece şeytanın vesvesesini
yıkmak, dünyâ ve âhiret saadetine kavuşmak nasîb olur."
"Müşfik ve şefkatli rehber
yâni mürşid talebesini alçak dünyâ için kızıp azarlamaz. Onların azarlamaları
dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın onların yanında sivrisinek kanadı kadar
kıymeti yoktur. Onlar talebede gördükleri bozuk ve uygun olmayan hallere
kızarlar. Kısaca kızmaları, dînin emirlerine uymakta ve tasavvuf yolundaki
edeplerde olan kusurları sebebiyledir."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed Cüzeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir rehbere tâbi
olmayanın hâlini şöyle dile getirmiştir: "Biz sıradan kimse değiliz, zamânın
müftülerindeniz. Buna rağmen bir mürşid-i kâmilin elimizden tutması lâzım (buna
ihtiyacımız var)..."
"İki gözü kördür yine de bir
rehbere tâbi olmuyor. Kör rehbersiz olarak Kâbe'yi her ne kadar tavâf etse de
Hacer-ül-esvedi göremez (maksadına kavuşamaz)."
"Câhil kimse her ne kadar
iyilere özense bile rehbersiz olduğu için, merkebin gül ile kangal dikenini fark
etmediği gibi fark etmez."
"Anka kuşu görülmez ki ona
tuzak kuruyorsun. Ona kurduğun bütün tuzaklar boşa gidecek. Seher vaktinde
herkes bir şeyler taleb ederek geldi. Bâzıları gül, bâzıları sümbül, bâzıları da
zülüfler için gelmiştiler. Seher vaktinde elimizi tutup mahbûbun seyrine
götürürler. Rakip hasetten derhal titredi ve sıtmaya tutuldu. Tuzakların
arkasındaki keklik, öterek diğer keklikleri tuzağa düşürmek isterken, şahin onu
gâfil avladı ve kaptı."
"Üstadımız, rehberimiz bize
sabrın meyvesinin tatlı olduğunu haber verdi. Biz meyveye kavuşmak için sabrın
acılığına, kalbimizdeki dertlere katlandık. Mahbûbumuzun vurduğu her neşter ve
dikenin herbirini derdimize şifâ olarak kabûl ettik."
"Altın ve gümüş insanların
çoğunun kalbini çeker! Bizim kalbimiz ise Allahü teâlânın muhabbetine çekilir.
Altın, gümüş bizim kalbimize ne yapabilir."
"Dünyânın denî (alçak)
dinarına (parasına) kendini ucuza satma! Yûsuf aleyhisselâmı ucuza satanlar
zarar ettiler!"
"Eğer mürit (talebe) sabırlı
olursa himmetten mahrum kalmaz. Zîrâ rehberi onun hallerini bilmekte ve
görmektedir."
"Bir eserin meydana gelmesi
için onu yapacak birine ihtiyaç vardır. Demirci olmazsa körük neye yarar.
Maksadın hâsıl olması için bir imkanın bulunması lazımdır. Herşeyin bir erbabı
var. Altını ehli çıkarır. Eğer kâbiliyet olmazsa üstadın hikmeti ne yapabilir.
Eğer cevher iyi değilse işleyen ne yapabilir..."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri; Şöyle anlattı. "İrşâd işine giren bir kimseye gerekir
ki: Önce mürîdin, talebenin yeteneğini, kâbiliyetini bile... Bunu bildikten
sonra ona zikir telkini yapar, yeteneğine göre onu yetiştirir. Bu bakımdan mürîd
(talebe) terbiyesi işine girmiş olan tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş
terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona
fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşîd olan zât da, mürîdin kâbiliyeti
nisbetinde ona zikir telkini yapar."
Ali Râmitenî hazretleri
buyurdular ki: "Hallâc-ı Mansûr zamânında, büyük mürşid Abdülhâlık Goncdüvânî
hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdâd edip,
tasavvufun en yüksek makamlarına çıkarır idi. Hallâc-ı Mansûr da o hâllere
düşmezdi." |