|
MÜRŞİD - 3
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhında alışveriş işlerini gören Ali
Efendi, ilim tahsîli yapmamıştı. Hizmet ettiğim şu zât eğer bir mürşid, hakîkî
bir rehber ise, Allahü teâlâ onun hürmetine bana ilim nasîb etsin diye
düşünmüştü. Bir gün huzûruna girdiği sırada kerâmetiyle bu düşüncesini anlayan
hocası Mustafa Sâfî hazretleri; "Ali Efendi, Allahü teâlâ sana ilim ihsân
buyurmuştur. Sen oku!" buyurdu. Ali Efendi ilim öğrenmeye başladı. Medreselerde
en yüksek seviyede okutulan ders kitaplarından Kâdî Mîr adlı kitaba kadar okuyup
tahsîlini tamamladı, âlim oldu.
Mustafa Sâfî Efendi
hazretleri son derece takvâ sâhibiydi. Geceleri bir saat kadar uyur, diğer
vakitlerini ilim mütâlaası, ibâdet ve tâatla geçirirdi. O derece tevâzû sâhibi
idi ki, hâlini kimseye belli etmezdi. Halk arasına fazla çıkmazdı. Talebelerine
o derece iltifat ederdi ki, herbiri bana gösterdiği alâkayı başkasına göstermez
zannederdi. Talebeleri gördükleri rüyâları arzettiklerinde; "Var çalış bunlar
bir şey değildir." der sonra sohbet sırasında bir yolla tâbir ederdi.
Talebelerine o derece hoş ve yetiştirci muâmelelerde bulunurdu ki, hiçbirini
incitmez, gâyet mâhirâne bir yolla eğitirdi. Herkes tarafından sevilir
medhedilirdi. Sohbetine gelenlerin kalplerinden dünyâ sevgisi silinir giderdi.
Âdetleri şöyle idi ki; her
sabah namazından sonra câminin kapısı önünde bastonuna dayanarak bir müddet
sohbet ederdi. Bu âdetini yaz kış devâm ettirir ve bu kısa sohbetlerinde ayak
üstü dinleyen talebelerine çok kıymetli şeyler anlatırdı. Şöyle buyururdu:
"Zâhir ilimleri günahkâr olanlar da elde edebilir, öğrenebilir. Lâkin tasavvuf
ilmi, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymadıkça ele geçmez, öğrenilmez.
İslâmiyetin emirlerine uymadan tasavvufta ilerlemek isteyen kimse, gevşekliğe
düşer, tasavvuftan tad alamaz.
Hindistan'da yetişen büyük
âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî
ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp, icâzet ve hilâfet aldıktan sonra,
talebe yetiştirmek üzere memleketi olan Sebnehl'e gitti. Vazifeye başladığı
sırada, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân, ona bir mektup yazarak buyurdu ki: "Her
nerede bulunursanız bulununuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. Oraya gittiniz.
Mübârek olsun! Bu fakîre olan bağlılığınızın harâreti eksilmesin; yâni her
hâlinizle bizi temsil edin ki, bu yolun kıymeti oralarda da anlaşılsın.
Dervişlik demek, sâdece birine bağlanmak demek değildir. Dervişlik, gönlünü
toparlayıp, kul olduğunu düşünmek ve kulluğu ile meşgûl olmak, kalbe dağınıklık
getirmemek, vakitlerini hep hâlis niyet ile, Allahü teâlânın dînine hizmetle
geçirmektir. Allahü teâlâ size büyük bir saâdet vermiştir. Bunun şükrünü yapmak
ancak şöyle olabilir ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "Şükür, Allahü teâlânın
verdiği nîmetleri, O'nun râzı olduğu şeye sarfetmektir" buyurmuştur.
İstenmediği hâlde, Allahü
teâlâ tarafından maddî bir nîmet gelirse, bunu kabûl etmeli, sıkılmamalıdır.
Çünkü istenmeden gelen şeyler tevekkülü bozmaz. Hele bu zamanda gönül
dağınıklığını giderir. Fakat, maddî şeylere gönül vermemenin elbette mühim şart
olduğu unutulmamalıdır. Tevekkül, gönül huzûrunu temin eder. Tasavvuf ehlinin
sermâyesi de işte bu gönül huzûrudur. Allahü teâlâ Resûlullah'ın sünnet-i
seniyyesine bağlı olanları ve Müceddidiyye yolunun bağlılarını zâyi etmez.
Bu mübârek yolu öğretmekle,
bu hususta talebelere ders vermekle meşgûl olunuz. Vakitlerinizi bunlara
sarfetmenin, size dünyâ ve âhiret saâdetlerini temin edeceğini iyi biliniz. Her
sabah büyük âlimlerin isimlerini söyleyiniz, etrâfınızda bulunanlara da böyle
yapmalarını, duâ ederken onların isimlerini araya koyup, onları vesîle ederek
duâ etmelerini söyleyiniz.
Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden
ümidli olunuz ve O'ndan gayrısından bir şey beklemeyiniz. Çevrenizde dinsizlerin
çıkardıkları fitnelerden endişe etmeyiniz. Öyle ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ
benim dostlarımı zarara uğratmaz. Bizi yanınızda biliniz. Vesselâm."
Kendilerine
“Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid
Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik yıllarında bir gün, er
meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamânın
büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Muhammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam
oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında
bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgul
olanları seyretmesinin sebebi nedir? diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî,
yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: "Bu
meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun sohbetinin bereketiyle
evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu, bulunduğumuz yola
bağlamak istiyorum."
Onlar böyle konuşurken, Emîr
Külâl'in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî'ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire
kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ
Semmâsî'nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan
tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî'ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra,
hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbet ve hizmetinden
hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devâm etti. Her hafta
Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârî'den beş fersah (30 km kadar) uzakta
bulunan ve hocasının ikâmet ettiği Semmas'a gider gelirdi. Hocasına olan
bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda
olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemâle ulaştı. İnsanlara doğru
yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî
hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşâd vazifesi yaptı.
İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasını, kalbin ve rûhun kötü huylardan
kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş
için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.
Seyyid Emîr Külâl hazretleri
bir gün, talebeleri ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü
bir genç girdi. Hiçbir şey söylemeden oturdu. Orada bulunananlar, onu hiç
tanımıyorlardı. Bir ara Emîr Külâl hazretleri ona bakıp; "Tamâm oldu mu?" dedi.
Gelen genç de; "Bir açıklık kalmıştı, o da tamamlandı." dedi. Gelen genç biraz
oturup, gitmek üzere kalktı, bir şey söylemeden kapıya doğru yürüdü. Orada
bulunanlardan bir kısmı, gencin yanına koşup, yakalayıp konuşmak istediler. "Sen
kimsin? Gelince bir şey söylemedin ve giderken müsâade istemedin. Emîr Külâl'e;
"Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı." dedin. Bu hâlin ne ve bu sözün mânâsı
nedir? Bunları bize açıkla ve kendini tanıt." dediler. Bunun üzerine genç, "Ben,
Rûm vilâyetindenim ve Emîr Külâl'in talebelerindenim. Bizim memleketimizde bir
câmi yapılıyordu ve bu câmi inşâsı ile Emîr Külâl hazretleri ilgileniyordu.
Bitince haber vermemizi emretti. Câmi tamamlandı, ben de haber vermek üzere
geldim." dedi. Bunları dinleyince, çok şaşırıp; "Nasıl olur? Biz onun
talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyârına gitmedi." dediler. Gelen genç; "Ben de
onun talebesiyim, her gün arkasında namaz kılarım. Bizim memleketimizde çok
talebesi ve tanıyıp seveni vardır." dedi. "Peki girince neden selâm vermedin ve
giderken neden izin istemedin?" dediklerinde; "Bunları kalben söyledi." dedi.
Ayrılırken de; "Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Emîr Külâl
hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhûr ve
daha çok tanınıp sevilmiştir." dedi. Bunları dinleyen talebeleri, Emîr Külâl
hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu
görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.
Velîlerin önde gelenlerinden
Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şirvan Sultanı Kara
Halil’in akrabâsı idi. Sultan ona beylik verdi. Bir müddet idârecilik yaptıktan
sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile dünyâ malını ve makâmını terk edip,
kendini Allahü teâlânın yoluna adadı. Önce Muhammed Rukiyye’nin sohbetlerine
devâm etti. Sonra da evliyânın büyüklerinden Dede Ömer Rûşenî’nin talebesi oldu.
Kendisinden yüksek mânevî ilimleri öğrenip icâzet aldı.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî
idi. Fakat Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşarak, Levh-i mahfûz ona
gösterildi. Pekçok âlim, müşkillerini ona gelip sorardı. Zîrâ o, Allahü teâlânın
ihsânı ile âlim olmuştu. Yanına gelen büyük âlimler onu görünce, kendilerini
deryâda bir damla su gibi görürlerdi. Mevlânâ Şâh Kubâd’ın bütün evlâdı ve
torunları âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldu. Beydâvî Tefsîri’ne hâşiye yazan
Allâme Sadrüddînzâde onun torunlarındandır.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî
olduğu hâlde, ibâdet ile alâkalı meseleleri çok iyi bilirdi. Âlimlere hatâlarını
söylerdi. “Ben bir ümmî kişiyim. Fakat bu meseleyi şöyle bilirim.” diyerek, o
âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Yanına gelen birçok büyük âlim, onun
büyüklüğünü kabûl ederek yanından ayrılırdı.
Abdülmecîd Efendi isminde
müftülükten ayrılmış ve halktan uzlet edip uzaklaşmış bir zât vardı. Dağlarda
dolaşır, nice hârikalar gösterirdi. Herkes onu büyük bilir ve îtibâr gösterirdi.
Lâkin Abdülmecîd bir büyük zâta tâbi olmamıştı. Şâh Kubâd hazretleri için de iyi
konuşmaz; “O ümmî, okuma yazması olmayan biridir. Nasıl insanlara rehberlik
yapabilir? Doğru yolu nasıl gösterebilir?” derdi. Şâh Kubâd’a, Abdülmecîd
Efendinin hârikalar gösterdiğinden bahsedilince; “Keşf ve kerâmet, hârikâlar
riyâzetler yâni nefsin istemediklerini yapmakla hâsıl olur. Kişiye lâzım olan
mârifetullaha, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşmaktır. Mârifetullah ise, bir Allah
adamını, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberi tanımakla olur. Şimdi
Abdülmecîd’i irşâd edelim.” buyurdu. Sonra Abdülmecîd Efendinin kaldığı dağdaki
mağarasına vardılar. Onu bulup sohbet ettiler. Bu sırada Abdülmecîd Efendi
kerâmet göstermek istedi. Lâkin muvaffak olamadı. Bu esnâda Şâh Kubâd onun
kulağına eğilip; “Yâ Allah!” dedi. Bunun üzerine Abdülmecîd Efendiyi bir hal
kapladı. Kendinden geçip yere düştü. Şâh Kubâd da talebeleri ile berâber dergâha
döndü. Abdülmecîd Efendi, uzun müddet o halde kaldıktan sonra kendine geldi. Şâh
Kubâd hazretlerinin gittiğini görünce, kalkıp doğru şeyhin evine gelip kapısını
çaldı. Şâh Kubâd, kimdir, dediğinde; “Molla Abdülmecîd’dir.” cevâbını verdi. Şâh
Kubâd; “Burası medrese değildir. Sen müftî bir adamsın. Biz ise ümmî bir
kişiyiz.” dedi ve kapıyı açmadı. Bir müddet geçtikten sonra Molla Abdülmecîd
kapıya yine vurdu. Şâh Kubâd içerden yine, kimsin, dedi. Molla Abdülmecîd bu
defâ da; “Şeyh Abdülmecîd.” cevâbını verdi. O zaman Şâh Kubâd içerden kendisine;
“Bize şeyh lâzım değildir. Siz dergâhlara gidin.” dedi. Şeyh Abdülmecîd çâresiz
kalıp artık kapıyı vurmadan beklemeye başladı. Biraz sonra Şâh Kubâd kapıyı
açtı. Şeyh Abdülmecîd’i içeri alıp, kendisini kabûl etti. Şeyh Abdülmecîd bir
müddet Şâh Kubâd’ın yanında yetişip icâzet aldı.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretlerine, hocası Abdullah-ı Dehlevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı bir mektupda şöyle
demektedir: “Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile
başlıyorum. Selâm ederim. İki mektubunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru
yazılar bulunan risâleyi aldım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi
karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yaymadaki
gayretinizi arttırsın, insanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü
teâlânın aşkıyla yanıp tutuşsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size
dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden
hoşnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka
kavuşmasına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs,
Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te’arruf, Nefehât-ül-Üns ve fıkıh kitapları
meclisinizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden secdeye kapanıp
yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz zamanlar bizi hatırlayın
ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize
en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk’ı arayanları da kendi yoluna, dînine
kavuştursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyilikleri size de versin. Size
ve yanınızdakilere selâm ederim.”
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, bir kâdı devamlı
kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı
Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu.
Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o
kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. "Kâdı, boynu bükük,
inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr;
"Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o
üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân
yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem." dedi. Talebelerinden bâzıları, bu
sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis
makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye
dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.
Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken,
Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; "Ne yapıyorsun?" diye seslenip, îkâz etti. O
kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz
sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine gelip; "Allahü teâlânın yardımı olmasaydı,
şeytana kapılmış gitmiştin!" buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek
istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için
gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde
durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı
çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap
testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin
erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen
sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi. "Gece yukarı çektiğin testinin
sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir
daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı" buyurdu.
Büyük velîlerden
Abdülbâki Efendi; Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin şu
sözlerini dilinden düşürmezdi:
Gel ey kardeş Hakk'ı bulayım
dersen
Bir kâmil mürşide varmasan
olmaz
Resûlün cemâlin göreyim
dersen
Bir kâmil mürşide varmasan
olmaz.
.
Niceler gittiler mürşid
arayı
Arayanlar buldu derde devâyı
Bir kez okur isen akdan
karayı
Bir kâmil mürşide varmasan
olmaz. |
|