CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜRŞİD - 2

Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan birisi şudur: "İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması."

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur'ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü tasavvuf yolu, Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah'ın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah'ın vârisleridir. Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah'a uyarlar. Yâ Rabbî! O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi nasîb eyle. Âmin! Her zaman söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah'a uymakta gevşeklik eden, O'nun sünnet-i seniyyesini terk eden mutasavvıf olamaz. Onu Allah adamı sanmayınız! Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız! Onun zühd ve tevekkül ve mârifetler anlatan sözlerini kendinden bilmeyiniz!"

Yine buyurdular ki: "Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakınız. Eğer bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir gevşekliği varsa hemen ondan uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur."

Konya'da yetişen evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini'ni, Mevlânâ pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı hissedilmezdi. Bir gün Mevlânâ'nın talebelerinden Muînüddîn Pervâne, hocasını, talebe arkadaşlarını ve Konya'nın ileri gelen eşrâfını dâvet edip, ziyâfet verdi. Yemekten sonra, sohbet için Mevlânâ hazretlerini dinlemek istiyorlardı. Fakat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Bâzıları sohbet buyurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine konuşmadı. Nihâyet ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sevdiği Çelebi Hüsâmeddîn'in orada olmadığını farkedince, Mevlânâ'ya; "Efendim! Çelebi Hüsâmeddîn dâvetimize teşrif buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusûr mu ettik?" deyince, Mevlânâ da; "Hüsâmeddîn bağdadır." buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa kalkarak; "Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullah'ın sevdiği, ey canım, ey oğlum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn." buyurdu ve yanıbaşına oturttu. O geldikten sonra Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unutamadı. Sohbet esnâsında Muînüddîn Pervâne kalbinden; "Acabâ hocamın, Çelebi Hüsâmeddîn'e böyle bir tezâhürâtı, iltifâtı hakîkî midir? Yoksa bir teklif midir?" diye düşündü. Sohbet bittikten sonra Çelebi Hüsâmeddin, Muînüddîn Pervâne'nin kulağına eğilerek; "Hocamız boş söz söylemez, lüzumsuz tezâhürâtta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle meşgûl eyleme." dedi.

İskenderiye'de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mürşid, yol gösterici, rehber; sana ilâcı, tedâvî olmak yolunu gösteren değil, tedâvî eden, mânevî olarak terbiye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmıyana mürşid denmez."

Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Evhadüddîn Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Süncâsî hazretleri ile olan bir menkıbesini şöyle nakletmektedir.

"Gençliğimde Hocam Rükneddîn Süncâsî'nin hizmetinde bulunmakla şereflendim.

Bir yolculuğunda hizmetini görürdüm. Hocam çok şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı. Bir şehirden geçerken hastâneye uğramak için müsâde istedim. Vermek istemedi ise de çok ısrar ettim. Sonunda müsâde etti. Hastâneye gittim. Orada birinin, talebelerin ortasına oturup ders verdiğini gördüm. Yanlarına yaklaştım. Ders veren kişi, kalkıp yanıma geldi. Elimden tuttu. Hiç tanımadığım biri idi. Bana; "Hâcetin, ihtiyâcın nedir?" diye sordu. Hocamın hâlini söyledim. Bir darı getirip bana verdi. Benimle dışarı çıktı. Sonra çok izzet ve ikrâmda bulundu. Gelip hocama durumu anlattım. Bana tebessüm edip; "Ey tecrübesiz çocuk! Sana ikrâm eden ben idim. O kimse oranın vâlisi idi. Senin ısrârın karşısında sana izin verdim. Orada o kimsenin sûretine girip seni karşıladım. Sana izzet ve ikrâmda bulundum. Karşılamayı o kimseye bırakmadım. Çünkü sana ikrâmda bulunmayıp, seni mahcûb etmesinden korktum." Bu olaydan sonra hocama olan bağlılığım daha çok arttı ve kendisine hizmeti en büyük nîmet bildim."

Hindistan'da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek, kendisine doğru yolu gösterecek bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!"

Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu beldenin tüccarlarından biri anlatır: "Amcamla berâber Haleb'e gitmiştik. Daha gençtim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; "İç!" dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâm'ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! "Kalk ve buradan çık!" dedi. Yüksekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; "Bunu kim yaptı?" diye sordu. Ben de olup biteni anlatınca, amcam; "Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd olsun." dedi."

Anadolu'da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin hocası İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söylemiş, ondan iftihârla bahsetmiştir. Bunlardan bâzıları aşağıdadır:

"Molla İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezûnuz. Mesâbih'in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimlerini öğretmekte seni me'zûn kıldım."

"Molla İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır."

"Molla! Ben Fakîrullah'ım. Allahü teâlânın sevdiğini severim."

"Molla! Gökler ve yerler yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin."

"Molla! Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin."

"Molla! Sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımda Abdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin."

"Molla! Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür."

"Molla İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir."

"Molla! Burada biz seni terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, senin yardımcındır. O seni korur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin."

"Molla! Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî hazretleri yüksek hocaları İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından icâzet ile şereflendirilip memleketine gönderildikten sonra, tâliblere ilim ve feyz kaynağı olarak hizmet ederek insanlara çok faydalı olmaktaydı. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn'in beldesine düştü. Orada Kerîmüddîn'den feyz almakta, sohbetinde bulunmakta olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm'ın huzûruna gelerek feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek istediklerini arz ettiler. O da Kerîmüddîn'i çağırarak; "Bunları büyükler yoluna aldınız mı? Almadınız mı?" diye sordular. Kerîmüddîn; "Efendim, yüksek hazretinizden bana ulaşanları bunlara ulaştırdım." diye arz edince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri o kimselere dönerek; "Benim dilim, Şeyh Kerîmüddîn'in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı istifâdeye kavuşursunuz." buyurdu ve üzerlerinde bulunan gömleği çıkararak Kerîmüddîn'e verdi.

Evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Mürşid, yol gösteren zâtın sohbeti nasıl olmalıdır?" denilince şöyle buyurdu: "Onun birbirinden farklı üç sohbeti olmalıdır: Birincisi; halkla sohbetidir. Bu sohbetlerde müslümanların dînî bilgilerini öğrenmeleri için onlara ibâdet ve muâmelât, alış-veriş, bilgilerinden bahsetmelidir. İkincisi; dostlar ve sevgililerle olan sohbettir. Bunda daha ziyâde tasavvuf ile hallenmiş olanlara zikir, murâkabe, halvet, riyâzet, mücâhede gibi mevzûlar anlatılır. Üçüncüsü; talebelerle tek tek sohbet şekli olup, onların eksik ve noksanlıkları işaret edilip, hal çâreleri gösterilir."

Horasan'ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid'at sâhibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretleri bir sohbetinde buyurdular ki: "Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur'ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir."

Anadolu'da yetişen âlimlerden ve evliyâdan olan Cemâl Halîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eder ve az yerdi. Kendi işlerini kendi görmeyi tercih ederdi. Yemeğini kendisi pişirir, çamaşırını kendi yıkardı. Çok temiz idi. Geceleri ibâdetle geçirir, Allahü teâlâya yalvarır, duâ ederdi. Zengin, fakir herkese aynı davranır, ayırım yapmazdı. Bir defâsında talebelerinden Taşköprülüzâde, ziyâretine giderek nasîhat istedi. Ona buyurdu ki:

"İrfan ehli kimselerin, zamânımızdaki tasavvufu bilmeyen sûfîlere tâbi olmaması lâzımdır. Zamânımızda tasavvufu ve tasavvuf hâllerini bilen kimse yok gibidir. Tevhîd ile ilhâd yâni dinsizliği birbirinden herkes ayıramaz. Şimdi sen, bulunduğun yolda devâm et. Eğer kalbinde tasavvufa meyl artarsa, dînin hudûdunu gözeten, emirleri ve yasakları iyi bilip bunlara uyan bir tasavvuf ehlini ara. Çünkü tarîkatın esâsı, dînin emir ve yasaklarına, bütün edeplerine eksiksiz uymaktır. Tarîkat ve hakîkatın temeli, hazret-i Muhammed'in sallallahü aleyhi ve sellem şerîatının hükümlerine uymaktır. Eteğine sarıldığın ve tâbi olduğun kimsenin, İslâmiyetin emirlerine muhâlif, uygun olmıyan ufak bir hareketini bile görsen onu hemen terket."

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Ben hadîs-i şerîf ve fıkıh ilmini öğrenmek isterdim. Çok fakir olup hiç param yoktu. Bir gün İmâm-ı A'zam hazretlerinin yanında iken, annem çıka geldi ve; "Ey oğlum! Sen onunla bir değilsin, onun ekmeği pişmiş, yemeği hazırdır, ama sen yiyecek şeylere muhtaçsın" dedi. Ben de annem için çalışmayı, anneme hizmet etmeyi seçip ilim öğrenmekten vaz geçmeyi düşündüm ve buna karar verdim. Bir gün hocam İmam-ı A'zam talebesi arasında beni göremeyince çağırttı ve; "Seni bizden ayıran sebep nedir?" buyurdu. Ben de; "Geçim sıkıntısı efendim." dedim. Meclis dağılıp yanındakiler gidince, bana ihtiyâcım olan birçok şeyi ihsân etti. Verdiği şeyler arasında bir hayli gümüş para da vardı. Sonra; "Bunları harca, bitince bana bildir, fakat ders halkamızdan ayrılma." buyurdu. Verdiği para bittiği gün, daha kendisine durumu arzetmeden tekrar verirdi. Her zaman devâm eden bu hâlini görerek, benim paramın bittiğini ona Allahü teâlâ bildiriyor, kerâmetiyle anlıyor diye düşündüm. Hocamın bu ihsân ve ikrâmına kavuşmak sebebiyle huzûrunda ilimden de maksadıma kavuştum. Allahü teâlâ ona en iyi mükâfât, mağfiret ve karşılıklar versin."

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı ki: "Bir gün, Dekken yolculuğundan dönmüştüm. Hazret-i Hâce'yi hatırıma getirerek hep onu düşündüm ve buna devâm ettim. Bu hâl öyle oldu ki, kime baksam, o emeller sultânının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek hocam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip, Serhend'e gitmesine izin verdi. Bütün talebelerinin de hazret-i İmâm'la Serhend'e gitmelerini ve ondan istifâde edip ilerlemelerini emretti. Sâdece hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzûruna çağırıp; "Serhend'e gitme hazırlığını yaptın mı?" buyurdu. Hâlim yukarıda arz ettiğim gibi olunca, Serhend'e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek istememem üzerine hazret-i Hâce celâllendi ve; "Sen ve senin gibiler, onu nasıl tanıyabilirsiniz? Senin nazlanmana sebeb olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile kalmaz" buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu hâlde kaldığımı bilmiyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını gördüm. Aklım başıma geldikten sonra şunları söyledi: "Korkacak bir şey yok. Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezâhürü idi. Ey kardeşim! Eğer îtikâdın sağlam ise ve benim doğru söylediğime yakînen inanıyorsan, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed gibi birinin olmadığını bilmelisin. Geçmiş en büyük evliyâdan, onun kemâlâtını hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, yâni, nîmetleri ile yetişen biri olarak görüyorum. Dediklerimi hiç unutma! İşine çok yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye bir şey söylemezse ardı sıra Serhend'e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına kapan. Bunun da bir hikmeti vardır."

Delhi çıkışında onlara yetiştim. Bir mikdar yol almıştık ki, beni yanlarına çağırıp; "Geri dön! Hazret-i Hâce'nin hizmet ve huzûruna git! Serhend senin evindir, ama henüz Serhend'e gitme vaktin gelmedi" buyurdular. Emirlerine uyarak geri döndüm. Hâce Bâkî-billah'ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce'nin vefâtında yanında idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rüyâda bana göründü ve başıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yolunda çalışıp ilerlemenin hakîkatını beyân edip, nasîhat ve vasiyetlerde bulundu. En büyük nasîhatı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup, onların yoluna devâm etmem idi."