|
MÜRŞİD - 2
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri insanları
gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır.
Bunlardan birisi şudur: "İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler
bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması,
şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği
emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar
uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması."
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur'ân-ı kerîmin
çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol
gösterici olamaz. Çünkü tasavvuf yolu, Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah'ın
sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah'ın
vârisleridir. Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah'a uyarlar. Yâ
Rabbî! O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi nasîb eyle. Âmin! Her zaman
söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah'a uymakta gevşeklik eden, O'nun
sünnet-i seniyyesini terk eden mutasavvıf olamaz. Onu Allah adamı sanmayınız!
Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız! Onun
zühd ve tevekkül ve mârifetler anlatan sözlerini kendinden bilmeyiniz!"
Yine buyurdular ki: "Bir
kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, İslâmiyetin emir ve
yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakınız. Eğer bu tam ise ona uyabilirsiniz.
Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir gevşekliği varsa hemen ondan
uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur."
Konya'da yetişen evliyânın
büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini'ni, Mevlânâ pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin
tadı hissedilmezdi. Bir gün Mevlânâ'nın talebelerinden Muînüddîn Pervâne,
hocasını, talebe arkadaşlarını ve Konya'nın ileri gelen eşrâfını dâvet edip,
ziyâfet verdi. Yemekten sonra, sohbet için Mevlânâ hazretlerini dinlemek
istiyorlardı. Fakat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu.
Bâzıları sohbet buyurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine
konuşmadı. Nihâyet ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sevdiği Çelebi
Hüsâmeddîn'in orada olmadığını farkedince, Mevlânâ'ya; "Efendim! Çelebi
Hüsâmeddîn dâvetimize teşrif buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusûr mu ettik?"
deyince, Mevlânâ da; "Hüsâmeddîn bağdadır." buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile
Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi
Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa kalkarak; "Merhaba ey Allahü teâlânın ve
Resûlullah'ın sevdiği, ey canım, ey oğlum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn." buyurdu ve
yanıbaşına oturttu. O geldikten sonra Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti
hiç kimse unutamadı. Sohbet esnâsında Muînüddîn Pervâne kalbinden; "Acabâ
hocamın, Çelebi Hüsâmeddîn'e böyle bir tezâhürâtı, iltifâtı hakîkî midir? Yoksa
bir teklif midir?" diye düşündü. Sohbet bittikten sonra Çelebi Hüsâmeddin,
Muînüddîn Pervâne'nin kulağına eğilerek; "Hocamız boş söz söylemez, lüzumsuz
tezâhürâtta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle meşgûl eyleme." dedi.
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mürşid,
yol gösterici, rehber; sana ilâcı, tedâvî olmak yolunu gösteren değil, tedâvî
eden, mânevî olarak terbiye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmıyana mürşid
denmez."
Mutasavvıf, velî ve Şâfiî
mezhebi fıkıh âlimi Evhadüddîn Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, Süncâsî hazretleri ile olan bir menkıbesini şöyle nakletmektedir.
"Gençliğimde Hocam Rükneddîn
Süncâsî'nin hizmetinde bulunmakla şereflendim.
Bir yolculuğunda hizmetini
görürdüm. Hocam çok şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı. Bir şehirden
geçerken hastâneye uğramak için müsâde istedim. Vermek istemedi ise de çok ısrar
ettim. Sonunda müsâde etti. Hastâneye gittim. Orada birinin, talebelerin
ortasına oturup ders verdiğini gördüm. Yanlarına yaklaştım. Ders veren kişi,
kalkıp yanıma geldi. Elimden tuttu. Hiç tanımadığım biri idi. Bana; "Hâcetin,
ihtiyâcın nedir?" diye sordu. Hocamın hâlini söyledim. Bir darı getirip bana
verdi. Benimle dışarı çıktı. Sonra çok izzet ve ikrâmda bulundu. Gelip hocama
durumu anlattım. Bana tebessüm edip; "Ey tecrübesiz çocuk! Sana ikrâm eden ben
idim. O kimse oranın vâlisi idi. Senin ısrârın karşısında sana izin verdim.
Orada o kimsenin sûretine girip seni karşıladım. Sana izzet ve ikrâmda bulundum.
Karşılamayı o kimseye bırakmadım. Çünkü sana ikrâmda bulunmayıp, seni mahcûb
etmesinden korktum." Bu olaydan sonra hocama olan bağlılığım daha çok arttı ve
kendisine hizmeti en büyük nîmet bildim."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse
kendisini irşâd edecek, kendisine doğru yolu gösterecek bir kâmil velî
bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!"
Evliyânın büyüklerinden ve
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin bulunduğu beldenin tüccarlarından biri anlatır: "Amcamla berâber
Haleb'e gitmiştik. Daha gençtim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine
götürdü. Bana; "İç!" dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû
Bekr bin Kavvâm'ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! "Kalk ve buradan çık!" dedi.
Yüksekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya
başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; "Bunu kim yaptı?" diye sordu. Ben de olup
biteni anlatınca, amcam; "Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan
Allahü teâlâya hamd olsun." dedi."
Anadolu'da yaşayan evliyânın
ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin hocası
İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, talebesi
İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söylemiş, ondan iftihârla bahsetmiştir.
Bunlardan bâzıları aşağıdadır:
"Molla İbrâhim! Ben
babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezûnuz. Mesâbih'in tâlîmi,
Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimlerini öğretmekte seni me'zûn kıldım."
"Molla İbrâhim! Esas olan
kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı bulur. Çünkü o
kuluna yakındır ve onunladır."
"Molla! Ben Fakîrullah'ım.
Allahü teâlânın sevdiğini severim."
"Molla! Gökler ve yerler
yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin."
"Molla! Cennet ve Cehennem
için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin."
"Molla! Sen bizim
çocuğumuzsun. Sen benim yanımda Abdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin."
"Molla! Benden hayâ etmeyi
bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür."
"Molla İbrâhim! Bize yakın
olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanımdasın. Seni denize
atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir."
"Molla! Burada biz seni
terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, senin yardımcındır. O seni korur.
Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin."
"Molla! Allahü teâlâya,
bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü
teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî hazretleri yüksek hocaları
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından icâzet ile
şereflendirilip memleketine gönderildikten sonra, tâliblere ilim ve feyz kaynağı
olarak hizmet ederek insanlara çok faydalı olmaktaydı. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn'in beldesine düştü. Orada Kerîmüddîn'den feyz
almakta, sohbetinde bulunmakta olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm'ın
huzûruna gelerek feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek
istediklerini arz ettiler. O da Kerîmüddîn'i çağırarak; "Bunları büyükler yoluna
aldınız mı? Almadınız mı?" diye sordular. Kerîmüddîn; "Efendim, yüksek
hazretinizden bana ulaşanları bunlara ulaştırdım." diye arz edince, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri o kimselere dönerek; "Benim dilim, Şeyh Kerîmüddîn'in
dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık
ile dinlerseniz aynı istifâdeye kavuşursunuz." buyurdu ve üzerlerinde bulunan
gömleği çıkararak Kerîmüddîn'e verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Mürşid, yol
gösteren zâtın sohbeti nasıl olmalıdır?" denilince şöyle buyurdu: "Onun
birbirinden farklı üç sohbeti olmalıdır: Birincisi; halkla sohbetidir. Bu
sohbetlerde müslümanların dînî bilgilerini öğrenmeleri için onlara ibâdet ve
muâmelât, alış-veriş, bilgilerinden bahsetmelidir. İkincisi; dostlar ve
sevgililerle olan sohbettir. Bunda daha ziyâde tasavvuf ile hallenmiş olanlara
zikir, murâkabe, halvet, riyâzet, mücâhede gibi mevzûlar anlatılır. Üçüncüsü;
talebelerle tek tek sohbet şekli olup, onların eksik ve noksanlıkları işaret
edilip, hal çâreleri gösterilir."
Horasan'ın büyük
velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî,
hırsız, bid'at sâhibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine benzetir,
düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur.
O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretleri bir sohbetinde buyurdular ki:
"Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur'ân-ı kerîm okuyan ile sohbet
etmekten daha sevimlidir."
Anadolu'da yetişen
âlimlerden ve evliyâdan olan Cemâl Halîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok
ibâdet eder ve az yerdi. Kendi işlerini kendi görmeyi tercih ederdi. Yemeğini
kendisi pişirir, çamaşırını kendi yıkardı. Çok temiz idi. Geceleri ibâdetle
geçirir, Allahü teâlâya yalvarır, duâ ederdi. Zengin, fakir herkese aynı
davranır, ayırım yapmazdı. Bir defâsında talebelerinden Taşköprülüzâde,
ziyâretine giderek nasîhat istedi. Ona buyurdu ki:
"İrfan ehli kimselerin,
zamânımızdaki tasavvufu bilmeyen sûfîlere tâbi olmaması lâzımdır. Zamânımızda
tasavvufu ve tasavvuf hâllerini bilen kimse yok gibidir. Tevhîd ile ilhâd yâni
dinsizliği birbirinden herkes ayıramaz. Şimdi sen, bulunduğun yolda devâm et.
Eğer kalbinde tasavvufa meyl artarsa, dînin hudûdunu gözeten, emirleri ve
yasakları iyi bilip bunlara uyan bir tasavvuf ehlini ara. Çünkü tarîkatın esâsı,
dînin emir ve yasaklarına, bütün edeplerine eksiksiz uymaktır. Tarîkat ve
hakîkatın temeli, hazret-i Muhammed'in sallallahü aleyhi ve sellem şerîatının
hükümlerine uymaktır. Eteğine sarıldığın ve tâbi olduğun kimsenin, İslâmiyetin
emirlerine muhâlif, uygun olmıyan ufak bir hareketini bile görsen onu hemen
terket."
En büyük velîlerden
İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Ben hadîs-i şerîf ve
fıkıh ilmini öğrenmek isterdim. Çok fakir olup hiç param yoktu. Bir gün İmâm-ı
A'zam hazretlerinin yanında iken, annem çıka geldi ve; "Ey oğlum! Sen onunla bir
değilsin, onun ekmeği pişmiş, yemeği hazırdır, ama sen yiyecek şeylere
muhtaçsın" dedi. Ben de annem için çalışmayı, anneme hizmet etmeyi seçip ilim
öğrenmekten vaz geçmeyi düşündüm ve buna karar verdim. Bir gün hocam İmam-ı
A'zam talebesi arasında beni göremeyince çağırttı ve; "Seni bizden ayıran sebep
nedir?" buyurdu. Ben de; "Geçim sıkıntısı efendim." dedim. Meclis dağılıp
yanındakiler gidince, bana ihtiyâcım olan birçok şeyi ihsân etti. Verdiği şeyler
arasında bir hayli gümüş para da vardı. Sonra; "Bunları harca, bitince bana
bildir, fakat ders halkamızdan ayrılma." buyurdu. Verdiği para bittiği gün, daha
kendisine durumu arzetmeden tekrar verirdi. Her zaman devâm eden bu hâlini
görerek, benim paramın bittiğini ona Allahü teâlâ bildiriyor, kerâmetiyle
anlıyor diye düşündüm. Hocamın bu ihsân ve ikrâmına kavuşmak sebebiyle huzûrunda
ilimden de maksadıma kavuştum. Allahü teâlâ ona en iyi mükâfât, mağfiret ve
karşılıklar versin."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
anlattı ki: "Bir gün, Dekken yolculuğundan dönmüştüm. Hazret-i Hâce'yi hatırıma
getirerek hep onu düşündüm ve buna devâm ettim. Bu hâl öyle oldu ki, kime
baksam, o emeller sultânının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca
baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek
hocam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip,
Serhend'e gitmesine izin verdi. Bütün talebelerinin de hazret-i İmâm'la
Serhend'e gitmelerini ve ondan istifâde edip ilerlemelerini emretti. Sâdece
hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzûruna çağırıp; "Serhend'e gitme
hazırlığını yaptın mı?" buyurdu. Hâlim yukarıda arz ettiğim gibi olunca,
Serhend'e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek istememem üzerine hazret-i Hâce
celâllendi ve; "Sen ve senin gibiler, onu nasıl tanıyabilirsiniz? Senin
nazlanmana sebeb olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile
kalmaz" buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu
hâlde kaldığımı bilmiyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını
gördüm. Aklım başıma geldikten sonra şunları söyledi: "Korkacak bir şey yok.
Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezâhürü idi. Ey kardeşim! Eğer îtikâdın sağlam ise ve
benim doğru söylediğime yakînen inanıyorsan, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed
gibi birinin olmadığını bilmelisin. Geçmiş en büyük evliyâdan, onun kemâlâtını
hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, yâni,
nîmetleri ile yetişen biri olarak görüyorum. Dediklerimi hiç unutma! İşine çok
yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse
hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye bir şey
söylemezse ardı sıra Serhend'e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına
kapan. Bunun da bir hikmeti vardır."
Delhi çıkışında onlara
yetiştim. Bir mikdar yol almıştık ki, beni yanlarına çağırıp; "Geri dön!
Hazret-i Hâce'nin hizmet ve huzûruna git! Serhend senin evindir, ama henüz
Serhend'e gitme vaktin gelmedi" buyurdular. Emirlerine uyarak geri döndüm. Hâce
Bâkî-billah'ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce'nin
vefâtında yanında idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rüyâda bana göründü ve
başıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yolunda çalışıp ilerlemenin hakîkatını
beyân edip, nasîhat ve vasiyetlerde bulundu. En büyük nasîhatı İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup, onların yoluna devâm etmem idi." |
|