|
MÜRŞİD - 1
İnsanları irşâd eden, doğru
yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve
velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen rehbere mürşîd-i kâmil adı
verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid'atlerden
(Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet
olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimlerindendirler. Onun için
Muhyiddîn ibni Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Mürşidi
olmayanın mürşidi şeytandır." demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş,
saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde
etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) de; "Talebe, mürşidini ne
kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid
vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır." demiştir.
(E. Ans. c.1, s. 13)
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker
(rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir
kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük
zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun."
(E. Ans. c.1, s. 13)
Yine İmâm-ı Rabbânî,
tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü
olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlullah efendimizin izinde giderek kemâle
erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine
indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp,
insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin bakışları,
kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ
verir, onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları
insandan siler, süpürür.
(E. Ans. c.1, s. 13)
Abdülhak-ı Dehlevî
hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; "Mürşid-i kâmillerin en üstünleri,
dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı
Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (rahmetullahi teâlâ aleyhim). Bu dört imâm,
İslâm dîninin dört temel direkleridirler." demiştir.
(E. Ans. c.1, s. 13)
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî
hazretleri ise; kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir
rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını ifâde etmiştir.
(E. Ans. c.1, s. 14)
Tasavvuf kitaplarında çok
kullanılan şeyh kelimesi, din ve fen ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve
yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid,
üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği
şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin,
câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh
denildiğini ifâde etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din
sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu,
böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir.
(E. Ans. c.1, s. 15)
En büyük üstâd mânâsına
gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden H.638'de Şam'da vefât eden
Muhyiddîn ibni Arabî hazretlerinin lakabıdır.
(E. Ans. c.1, s. 15)
Tasavvufî eserlerde geçen
kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf
yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce
Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak
sübhânehüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise
(yetişmiş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç)
ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir."
demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olursa,
yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ hazretleri,
"Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâlâya yalvarmalı ve
duâ etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi
hazretleri; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz
etmek, feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini
incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir." demektedir. Ayrıca
pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla
olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle
olacağını belirtmektedir.
(E. Ans. c.1, s. 15)
Karabağ'da yetişen meşhur
velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında
Maksudlu aşîretinden Mehmed adında bir kimse, Kazvin şehrine koyun satmaya
giderken, Pîr Muhammed hazretlerine gelip talebe olmak, bîat etmek
istediğini söyledi. "Bîat etmek herkesin kârı değildir. Var yoluna git. Şimdi
bîat zamânı değildir." dedi. Fakat o, ısrarla talebeliğe kabûl etmesini
isteyerek; "Lutfedip beni de talebelerinizin arasına alınız." dedi. Bu ısrarı ve
şiddetli arzusu üzerine kabûl etti ve; "Haramlardan dâimâ sakın ve ihtiyât üzere
ol, yoksa pişmanlık çekersin." dedi. Bu kimse bîat edip talebesi olduktan sonra
ticâret için Kazvin şehrine gitmişti. Orada koyun satıp para kazanmıştı. Çarşıda
gezerken bâzı ahlâksız kadınlar yanına yaklaştığında hocası Pîr Muhammed
Gencevî'yi hatırladı. Hemen vücudu titremeye başladı. Böylece o kötü kadınlara
meyletmekten kurtuldu. Bir gün Pîr Muhammed Gencevî, ikindi namazı sırasında
âdeti olmayan bir hareket yaptı. Namazdan sonra sebebini sorduklarında şöyle
dedi: "Bize talebe olan Mehmed, hayvan ticâreti için giderken bizden bîat
almıştı. Kazvin'de çarşıda gezerken yanına düşük kadınlar yaklaşıp meyletmek
isteyince vücûduna bir titreme geldi. Bugün ikindi vaktinde falan bağda
buluşalım diye bir kadınla anlaşmışlardı. Biz namazda iken kötü kadın bağın
içinden kendini gösterdi. Mehmed, bağın duvarından o tarafa atlarken beline
bastım. Düşüp, beli şiddetli derecede ağrıdı. Sonra o düşük kadına kızarak,
bağırıp çağırdı ve bırakıp gitti." dedi. Bu sözleri söyledikten sonra; "Bre hey
gâfil! Sana bîat verdikten sonra, senin günah işlemene mâni olmayan, mahşer
gününde seninle Cehennem'e gider." buyurdu.
Talebelerinden Demirci
Hasanlı aşîretinden Molla Muhammed bir gün evinde gusül abdesti alıp, hocasının
câmiine gitti. Bir müddet sonra Pîr Muhammed Gencevî hazretleri mescide geldi.
Talebelerine bakıp; "Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan
kimse, koltuğunun altında yıkanmamış yer bırakmışsın. Hemen git yıka gel!"
buyurdu. Molla Muhammed bu sözü duyunca, kendi kendine; "Ağzı kırık testi ile
beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan benim! Hocam bu sözü benim için söyledi.
Fakat bu kadar arkadaşım arasında kalkıp gitmekten, hâlimi belli etmekten
utanırım." diye düşünmeye başladı. Tam bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri
ona hitap edip; "Molla Muhammed! Bizim hizmetçiler oduna gidecekler, git onları
gönderiver." dedi. Bunun üzerine Molla Muhammed hemen kalkıp dışarı çıktı. Gidip
gusül abdesti alırken kuru kalan koltuğunun altını yıkayıp namaza yetişti.
İlim öğrenmekle meşgûl üç
talebe, meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyâret için Gence
şehrinden yola çıktılar. Yolculukları sırasında içlerinden biri; "Eğer bu
huzûruna gittiğimiz zât, mürşîd-i kâmil ise kızını bana nikahlar." dedi. Bunun
üzerine bir diğeri de; "Eğer dediğin gibi bir zât ise, bize süt, pilav ve bal
ikrâm eder." dedi. Üçüncü arkadaşları da; "Mürşîd-i kâmil ise bizi Molla
Feyzullah'ın evinde misâfir eder." dedi. Onların geleceği gün Pîr Muhammed
hazretleri; "Bugün misâfirler gelse gerektir. Bir miktar süt hazırlayınız. dedi.
Misâfir talebeler huzûruna geldiklerinde; "Misâfirlere süt ve pilav pişirin
yanında bal da hazırlayın." dedi. Hazırlıklar yapıldıktan sonra büyük oğlu Velî
Muhammed'e; "Pilavı eniştenin önüne koy." diyerek, yolda, mürşid-i kâmil ise
kızını bana verir diyen talebeyi gösterdi. "Bal da getir." dedi ve sofrayı
kurdurdu. Yemek yendikten sonra, sohbete başlayıp bu talebelere; "Sizden biriniz
bizi imtihan için şeyh mürşid-i kâmil ise kızını bana versin der. Allahü
teâlânın takdîri olmayan işi insan yapmaya güç yetirebilir mi?" buyurdu. Biriniz
de mürşid-i kâmil ise bize süt, pilav ikrâm etsin ve bal da getirsin, der. Siz
bir yere gelseniz, süt ve bal bulunmasa mürşid-i kâmil olan kimsenin, mürşîd-i
kâmil olmamasını mı gerektirir. Bizi Molla Feyzullah'ın evinde misâfir etsin
diyen talebeye de; "Molla Feyzullah'ın birkaç kızı vardır. Bu vesîle ile o
kızları görmek istersin." buyurdu.Talebeler yanlış düşüncelerine ve
davranışlarına çok pişman olup ziyâdesiyle utandılar. Daha sonra ayrılıp
gittiler.
O devrin büyük âlimlerinden
bir zât, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyârete gitmişti. Bu âlim ziyârete
giderken, kendi kendine; "Eğer bu zât mürşid-i kâmil ise bana Peygamber
efendimizin nübüvvet mührünü göstersin." diye düşünür. Huzûruna varınca, Pîr
Muhammed hazretleri bu âlime; "Bir vâz ve nasîhat yap da halk dinlesin." dedi. O
da kabûl edip halka bir vâz yaptı. Fakat halk onun vâz ve nasîhatlarından hiç
etkilenmedi. Bu âlim, Pîr Muhammed hazretlerine; "Bir vâz da siz yapınız, biz
dinleyelim." dedi. Bunun üzerine sohbete başladı. O âlimin anlattığı şeylerin
aynısını söyledi. Halka fevkalâde tesir etti. Âlim bu hâli görünce, çok şaşırdı.
"Sen de aynen benim söylediklerimi söyledin. Benim vâzım hiç tesirli olmadı.
Bunun sebebi nedir?" dedi. Pîr Muhammed hazretleri şöyle cevap verdi: "Siz
bildiğiniz ile amel etmezsiniz. Bunun için sözünüz tesir etmez. Ama biz
ilmimizle amel ederiz. Dinleyenlere ok gibi dokunur. Bu sebeple bizim sözümüz
tesirli olur. Bir sebebi de şudur ki: Siz bir hadîs-i şerîf okurken, Resûlullah
aleyhisselâm böyle demiş ve filan sahâbe böyle böyle demiş diye nakledersiniz.
Fakat biz naklederken Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle dedi
ve falan sahâbe böyle dedi, diye naklederiz. Demiş ile dedi arasında fark
vardır." Daha sonra da insafa sığar mı ki, bizi ziyârete gelirken içinden; "Eğer
mürşid-i kâmil ise Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin nübüvvet
mührünü bana göstersin." diye düşünürsün ve bunu istersin?" dedi. Bundan sonra
da söze devâm edip; "Bize darılmayınız Civânşîr aşîretinin semiz koyunlarını
yemişsin. Karlı soğuk sularını içmişsin, kalbin kazan karasından daha ziyâde
kararıp körleşmiş. Mühr-i nübüvveti gösterince görmek için göz lâzımdır."
deyince, o âlim insafa gelip; "Elhamdülillah sizi görmekle şereflendik. Bizim
"demiş" sözümüz bundan sonra sizin dediğiniz gibi "dedi" olsun. Ama mühr-i
nübüvveti görmeyi çok arzu ediyorum. Kalbimin kasveti, kırk gün halvete girmekle
kalkar mı? Benim için nasıl riyâzet ve mücâhede buyurursanız başım üstüne yerine
getiririm." deyince; "Sen yaşlısın kırk gün halvete girmeye gücün yetmez. Üç gün
îtikâf niyetiyle mescidde kal. Bakalım Allahü teâlâ ne gösterir. O zât hemen
mescide girip üç gün îtikâf niyetiyle orada kaldı. Üç gün geçince ikindi
namazından sonra talebelerin zikrettiği bir sırada mühr-i nübüvveti gördü.
Kendinden geçip zikretmekte olan talebelerin arasına gitti. Onlarla zikre
başladı. Zikir sırasında talebeler neden yavaş yavaş zikretmiyorlar, böyle
yapsalar olmaz mı diye düşündü. Zikir meclisi dağılacağı sırada Pîr Muhammed
hazretleri talebelerine; "Zikri yavaş yavaş yapsanız olmaz mı?" dedi. O kimse bu
sözü de duyunca kalbinden geçenleri farkettiğini görerek gidip Pîr Muhammed
hazretlerinin elini öptü ve; "Bu sözü, görünüşte talebelerinize söylüyorsunuz.
Fakat benim kalbimden geçeni söylediniz. Anladım ki zikri ne sûrette
yapıyorlarsa câiz imiş. Benim bilmediğim hususlar varmış, özür dilerim" dedi.
Şeyh Pîr Muhammed Gencevî
hazretleri buyurdular ki: "Hind beldesinde bir talebem vardır. Beni görmemiştir.
Ama onu tasavvufta yetiştirip kâmil ve mükemmil yetişmiş ve yetiştirebilen hâle
getirdik. O bulunduğu diyârın halkını irşâd etmektedir. Kâmil ve yetişmiş olan
mürşid o kimsedir ki, iki talebesinden biri doğuda biri de batıda olsa ve ikisi
aynı anda vefât etmek üzere olsa, her ikisinin de başında bulunup îmânlarını
şeytanın vesvesesinden muhâfaza eder."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "İnsanlara rehber olan, onları irşâd eden doğru yolu gösteren
âlimler, usta avcıya benzerler. Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir
canavarı tuzağa düşürüp yakalarlar, sonra avladıkları o vahşî hayvanı terbiye
edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın velîleri de hikmet ehli olup,
güzel tedbirler ile, huylarına göre tâliblere gereği gibi muâmele ederek,
teslimiyyet makâmına ulaştırırlar. Sonra sünnet-i seniyyeye tâbi olmalarını
sağlayarak, maksada ulaştırırlar." Yine buyurdu ki: "İnsanlara rehber olan
zâtlar, herkesin kâbiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib
yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; "Ey Dâvûd!
Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!" buyrulduğu gibi, çok
hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlibde bu yola girme kâbiliyeti peydâ
olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş
yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydana çıksın. Sünnet-i seniyyeye uymaktan
ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli davranmalıdır ki,
yolumuzda olanlarda ehlullahın tam bir mârifetine kavuşma saâdeti hâsıl olsun."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: Mürşid-i kâmil, insanları Allahü teâlâya ulaştıran ve ilimde yüksek
mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay,
kalb ve rûhumuzdur. Güneş ise mürşid-i kâmilin kalbidir. Dünyâya çok rağbet
ettiğimizden kalbimiz karardığı için, mürşid-i kâmili göremez olduk. Onlar bu
âlemde her zaman vardır.
İstanbul’da yetişen
evliyânın büyüklerinden Mehmed Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Ey hakkı hak olmayandan ayırt ederek, Allahü teâlânın rızâsına
tâlib olan ve Resûl-i ekremi çok seven kardeşlerim! Bilmiş olun ki, kâr ve zarar
beldesi olan bu fâni dünyâ âlemine gelerek, îmân etmekle müşerref olan ve
Kelime-i tevhîdi dilleri ile söyleyip kalbleri ile tasdîk eden müminler,
yaradılışının aslında bulunan ilâhî feyzlere ve ihsânlara kavuşmuştur. Allahü
teâlânın hazînesi olan kalb kapısını, arzu, hırs, şehvet ve muhabbet gibi
şeytanın aşağılık askerlerine karşı koru ve onları içeriye bırakma. Doğru yolu
gösteren bir rehber bulup, ona talebe olmaya çalış. Çünkü rehbersiz yola çıkmak
ve yolu bulmak, gecenin zifirî karanlığında bilinmeyen bir yolda, ışıksız ve tek
başına gitmek gibidir. Böyle bir durumda, insan gittiği yeri görmez, bastığı
yeri bilmez. Önünde çukur mu yoksa uçurum mu var, farkedemez. Bu şekilde yola
çıkanların, tehlikeye düşmelerinden korkulur. Mürşid-i kâmilin huzûruna gidip
geldiği için, o yolların hatâlarını ve tehlikelerini görüp anlamıştır. Mürşid-i
kâmil, kendisine bağlanan talebesini o yollardan kolaylıkla geçirir. Mürşid-i
kâmilin alâmeti çoktur. Fakat söyleyeceğim şu üç husûsu iyi dinle: 1) Huzûruna
vardığın zaman bütün gamın ve kederin gider. İçinde bir ferahlık ve muhabbet
uyanır. 2) Meclisinden ayrılmayı istemezsin. Bir inci tânesi gibi olan sözleri,
muhabbetini arttırır. 3) Ziyâretine gelen herkes duâsını niyâz ile mesrûr
olurlar. Bu üç sıfatı kendisinde toplayan zâtın bütün ahlâkı Resûl-i ekremin
ahlâkıdır. Bu üç sıfat ve alâmet, riyâsız, gösterişsiz hangi zâtta görülür ve
bilinirse, hemen o zâta tam bir teslimiyet ile teslim ol! Cenâze yıkayanın
elindeki mevtâ gibi emrettiği yerde dur, her emrine uy. Hizmetlerini ve
emirlerini kendine nîmet bil.
Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) ileri yaşlarında Mekke-i mükerremede bir mikdâr ikâmetten sonra,
Medîne-i münevvereye ziyârete geldi. Resûlullah efendimize olan aşkı sebebiyle
oradan ayrılamadı. Yıllarca türbede hizmet etti. Bir gün Peygamber efendimizi
baş gözü ile gördü. Kendisi şöyle anlatır: İlk zamanlar mağarada kalırdım. Bir
gün Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için mağaradan çıktım. Kabr-i
şerîflerine varıp, arada hiçbir vâsıta olmadan doğrudan feyz ve bereketlerine
kavuşturmasını istedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; "Ey benim makbul
oğlum! Bütün velîlerin sultanlığı sana verildi. Allahü teâlânın izniyle seni
cümle velîlerin önderi kıldım. Allahü teâlâ seni kabûl eyledi. Bundan sonra
senin için vâsıtalar kaldırıldı. Gözünü yum ve Hakk'ın kudretini müşâhede et."
buyurdu. Gözümü yumdum, ansızın mübârek dedemin kabrinin yarıldığını gördüm.
Yanında biri sağında biri solunda duran yeşil elbiseli iki zât vardı. Yüzlerinin
heybetinden neredeyse aklımı kaybedecektim. Mübârek dedem elini yüzüme sürdü.
Kalbim rahatladı. "Biri Cebrâil biri Mikâil'dir, korkma! Gözünü yum kulağını aç!
Babana telkin ettiğimi sana da edeyim." buyurdu. Elimi eline alıp, bana tövbe
ettirdi, bir şeyler okudu. Bunlar aynen hatırıma nakşolundu. Sonra başını
kaldırıp, üç defâ Lâ ilâhe illallah buyurdu. Ben de tekrar ettim. Bana; "Ey
oğul! Sana bunları okudum ki, sen dahi benim gibi okuyup, benim telkinim gibi
telkin edesin. Bu zikri işâret eyledim. Çünkü bu, zikrin en üstünüdür. Çocukları
bununla terbiye ederler. Dereceleri katetmek bununla müyesser olur." buyurdu.
Bundan sonra bana perdeler açıldı. "Azîz oğlum! Senin dostun benim dostumdur.
Senin sırrın benim sırrımdır. Seni seven beni sever. Senden tövbe eden benden
tövbe etmiştir. Var git ümmetimi tarîkine, yoluna dâvet et." buyurdu. Bunun
üzerine ben; "Ey dedem! Benim tarîkime girenin diğer tarîklerden üstünlüğü var
mıdır? Bunları bildirin de insanlara açıklayayım. Böylece tarîkime rağbet
etsinler." dedim. O zaman Peygamber efendimiz; "Ey oğlum! Bu yola girene ne
vereyim." buyurdu. Ben yirmi üç şey istedim ve; "Eğer Allahü teâlâ kabûl
buyurursa, bana bildirilsin." dedim. Âniden dedemin sağında duran Cebrâil
aleyhisselâm kayboldu. Bir müddet sonra gelip; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ
selâm ediyor. Dostum Ali, talebeleri ve tarîkine girenler hakkında ne dilerse
ona ihsân ettim, buyurdu." dedi. Bunları duyunca dedem sevincinden tebessüm
etti.
Ali Semerkandî hazretlerine
ihsân olunan yirmi üç şey şunlardı: 1) Müridleri ve talebeleri dünyâda nâmerde
muhtâc olmasın, 2) Şeytan şerrinden, kötülüğünden emin olsunlar, 3) Şirkten,
Allahü teâlâya ortak koşmaktan uzak olsunlar, 4) Zâlimlerin şerrinden emin
olsunlar, 5) Kazâ ve belâdan emin olsunlar, 6) Düşmanın hîlesinden muhâfaza
olsunlar, 7) Doğru yoldan ayrılmasınlar, 8) Hidâyet, doğru yol üzere olsunlar,
9) Yaptıkları ameller Allahü teâlânın katında makbûl olup, kıyâmet gününde
yüzlerine vurulmasın, 10) Allahü teâlâ onlara ibâdet ve tâatın lezzetini versin,
11) Kendileri ve evlâdları cin ve şeytan şerrinden muhâfaza olsunlar, 12) Sıdk
ile, samîmiyetle, doğrulukla bu yola inanan kimsenin evine Allahü teâlâ her gün
ve her gece yetmiş rahmet yağdırsın, 13) Âilesini, çoluk-çocuğunu Allahü teâlâ
tâûn şerrinden korusun, 14) Kim yoluna girerse, şehîd olarak vefât eder, 15) Bu
yola fakir bir kimse girerse, kimseye muhtac olmaz. Ölümü öksüz ölümü gibi olur.
Zengin bir kimse girerse, Allahü teâlâ ona ölüm acısını çektirmez, 16) Son
nefesinde kevser şarabını içip, dünyâdan kanmış olarak çıkar, Cennet'e kanmış
olarak girer, 17) Bu yola giren kimsenin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe
olur, 18) Kabirde Münker ve Nekirin azâbından kurtulur, 19) Kabir azâbından
kurtulur, 20) Mahşerde Burak'a binmiş olarak gelir, 21) Kıyâmet gününün
sıcağından kurtulur. Livâ-ul-hamd'ın gölgesinde gölgelenir, 22) Cennet'e
hesâbsız ve azâbsız ilk girenler ile girer, 23) Peygamberler ve evliyâdan sonra,
ilk önce cemâl-i ilâhîyi görür.
Daha sonra Peygamberimiz
buyurdu ki: "Evlâdım Alâeddîn! Allahü teâlânın sana ihsân ettiği ilmi, ümmetime
öğret ki, zâyi olmasın. Sana verdiğim şu asâyı Anadolu tarafına at. Nereye
düşerse, orada bulunan ümmetime îmân ve ibâdet bilgilerini öğret, sünnetimi ihyâ
et." Seyyid Alâeddîn, Resûlullah efendimizin bu emrine hem çok sevindi, hem de
O'ndan ayrılacağı için çok üzüldü. Fakat emir böyle olduğu için; "Başüstüne."
deyip elindeki asâyı Anadolu tarafına fırlattı. Asâ, Seyyid Alâeddîn'in bir
kerâmeti, Peygamber efendimizin de bir mûcizesi olarak, Lârende, Karaman
bölgesine düştü. Seyyid Alâeddîn ise, Allahü teâlânın izniyle, yanında evliyânın
rûhları ile berâber, kısa zamanda Karaman'a asâsının düştüğü yere geldi.
Kendisini o bölgedeki velîler karşıladı. Karamanlıları Ehl-i sünnet îtikâdı
üzere yetiştirmek için gece gündüz demeden çalışmaya başladı.
Seyyid Alâeddîn Ali
Semerkândî hazretleri sözleriyle ve halleriyle Allahü teâlânın kullarına ışık
oldu. Çok talebe yetiştirdi. Bir gün talebeleri; "Hocam, mürşid kime denir?"
diye sordular. Bunun üzerine; "Kitâbullaha yapışıp hayır yollarına giden ve
hayra erişip eriştirendir." buyurdu.
Bir de; "Şerîat ilimlerini
bilir. Kur'ân-ı kerîmin sırlarına vâkıf olur. Allahü teâlânın kitabı ile amel
eder. Bunun için de sırât-ı müstakîm (istikâmet üzere, dosdoğru) olmak
lâzımdır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururlardı ki: "Hak yolu
arayanlara onlara yol gösterecek bir mürşîd-i kâmil, rehber lâzımdır."
Büyük velîlerden Seyyid
Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sevdiklerine: “Üstâd; tâliblere
tövbe ve istiğfârı ve yolun edeplerini öğretmek için lâzımdır.” buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden
Ya’kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir eserinde şöyle anlatmıştır:
“Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da
fazl-ı ilâhiye Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhâra’da Hâce Behâeddîn-i
Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saâdete
garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst
tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi
açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen; “O peygamberler Allah’ın
hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...” (En’âm
sûresi: 90) buyrulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt
içinde bulunduğum günlerden bir gündü. Evimin bulunduğu Fethâbâd’da, Şeyh
Seyfüddîn’in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen
Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân’a
doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân’a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin
evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana
ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar.
Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecâlim kalmadı. Bu sohbet sırasında
buyurdu ki: “İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan
ilimdir. Bu ilmi nebîler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de
Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Bâtın ilminden sana bir pay erişmesini
ümid ederim. Yine nakledildi ki; “Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sıdk,
doğruluk üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb câsuslarıdır. Kalblerinize girerler
ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle
memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyrulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz
de kabûl ederiz.” buyurdu.
Ömrümde o gece kadar çetin
ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının
yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile
berâber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz
insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki
gelenlerin nasıl geldiği ve zamânının gelmiş olduğu belli olsun.” buyurdu.
Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend
hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî’ye kadar gösterdi. Bundan sonra
nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum.
İcâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola
çıkacağım zaman; “Sana tarîkat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne
erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saâdete kavuşmana
sebeb olur.” buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi
emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet
Bedehşan’da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân’da bulunuyordu. Bana bir
mektup yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan
sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar
sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından sonra memleketime döndüm.” |
|