|
MÜRÎD (T - Z)
Büyük velîlerden Tâcüddîn
İbrâhim Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliğinde babasının işi gereği
ticâretle uğraştı. Bu sebeple birçok yerleri dolaştı. Sâlih bir zât olan babası
Cemâleddîn İbrâhim Efendi, Nakşibendî yolunda idi. Oğlunun da velî bir zâtın
terbiyesine girmesini çok isterdi.
İbrâhim Halvetî bir gece
rüyâsında ceddi hazret-i Ali'yi gördü. Hazret-i Ali efendimiz kendisine tebessüm
edip, başına bir taç koydular ve; "Ey oğlum! Sen Halvetî büyüğü bir zât ile
terbiye olunursun." buyurdular. İbrâhim Halvetî kalkınca, kendisine rüyâda bir
işâret verildiğini anlayıp, bu yolun büyüklerinden birisine gitmek istedi. Şehri
dolaşmaya başladı. Gezerken ticâretle uğraşan bir arkadaşı ile karşılaştı. O;
"İbrâhim! Erzincan'a gidip malımızı orada pazarlamak isteriz. Arzu edersen sen
de gel." dedi. Seyyid İbrâhim kabûl edip, yola çıktılar. Erzincan'a varınca,
orada bir müddet kaldılar. Bir Cumâ günü câmiye gittiler. Câmide bir zât
gönülleri alan sözler söyledi. Namazdan sonra İbrâhim Halvetî vâz eden zâtın
elini öpmek için ilerledi. Yanına geldiğinde, o zât; "İbrâhim! Senin yetişmen
Halvetî yolu iledir. Biz de o hizmetteyiz." buyurdu. Bunu işiten Seyyid İbrâhim
derhal o zâtın ellerini öptü. O zâtın Pîr Muhammed Erzincânî hazretleri olduğunu
anlayıp, talebesi olmakla şereflendi. Bütün mal ve mülkünü de dergâhın
fakirlerine muhtaç talebelerine dağıttı. Hocasının verdiği vazîfe gereği
nefsiyle mücâdeleye başladı. Kısa zamanda olgunlaşıp, icâzet, diploma aldı.
Hocası onu insanlara ilim ve edeb öğretmesi için Kayseri'ye gönderdi. Giderken
de; "İbrâhim oğlum! Bizim sana yapabildiğimiz, ecdadının haber verdiği şeyi
teslim etmekti." buyurdu.
Kendilerine “Silsile-i aliyye”
denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası ve hicrî on üçüncü asrın kutbu
olan Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hindistan'a giderek, Gulâm Ali Abdullah
Dehlevî'nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müstehak oldukları fazîlet ve
kemâlâtı aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakk'a
kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlânâ'nın kalbinden saçılan
nûrlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da
Süleymâniye'de bulunan Mevlânâ'yı ziyârete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemâle
geldi ve halîfe-i ekmeli yâni en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî'ye, birâderinin oğlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin hârikulâde ve
yüksek istidâdını anlattı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de, bir daha
gelişinde, onu berâber getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci
ziyâretlerinde yeğeni Seyyid Tâhâ'yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat'ta
Seyyid Tâhâ'yı görür görmez, hemen Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kabr-i
şerîfine gidip, istihâre etmesini emretti. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre
etti. Ceddi Abdülkâdir Geylânî hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i
şerîfinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; "Benim yolum büyük ise de,
şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamânının âlimi, evliyânın en büyüğüdür.
Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri,
kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye götüren velî-nîmeti amcası Seyyid Abdullah
hazretlerine, bu büyük nîmetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep
iyilikle andı ve rûhuna pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefât
ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni
ziyârete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde
kalsınlar. Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye etsinler." (O
kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri girişte idi. Seyyid Tâhâ
hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid Abdullah'ın kabrinin yanından
geçmesi lâzımdır).
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Tâhir-i Lâhorî hazretleri'nin, hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine gönderdiği, onun yüksek hâllerini anlatan
mektuplarından biri şöyledir: Hizmetçilerinizin en aşağısı Muhammed Tâhir yüksek
makâmınıza arz eder: O yüksek kapının eşiğinden ayrılıp bu tarafa doğru yola
çıkınca, her adımda kendi kendime; "Ey câhil! Maksûdunu arkada bırakıp da nereye
gidiyorsun?" diyordum. Ama ardımdan bir ses; "Yoluna devâm et!" diyordu.
Velhâsıl, çeke çeke bu şehre getirdiler. Bir köşede şaşkın şaşkın otururken,
âniden Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti zâhir oldu.
Emrolduğum işi yapmamı söyledi. Onun ve sizin emrinize uyarak, bir müddet
tâliblerle (talebelerle) meşgûl oldum. Bu arada yüksek kâbiliyetli bir genç
geldi. Kendisine, meşgûl olması için verdiğim vazife ânında, büyüklere olan
muhabbet, onun bütün vücûduna yayıldı. Tepeden tırnağa kendisini huzur ve
uyanıklık hâli kapladı. Diğer tâlibler de, huzur ve cemiyyete kavuşuyorlar.
Çekemeyenlerden bâzıları,
yüksek mürşidimize, makamlar hakkında, bilhassa Sıddîk-i Ekberin makâmı
hakkındaki yazılarınızı söyleyip, kendinden bâzı şeyler ilâve ederek,
hazretinize dil uzattılar. Mevlânâ Hâmid, o mektubu, derin âlim Mevlânâ
Abdüsselâm'a götürdü. Mevlânâ okuduktan sonra, hiçbir şüphe edilecek yeri
olmadığını söyledi ve çok hüsn-i zan gösterdi. Çekemiyenlerin dilleri bağlandı."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Taşkesenli Ahmed Efendi hazretleri, hocası Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin vefâtını duyunca hemen Bitlis’e giderek, hocasının
mezarını ziyâret etti ve ağlayarak şu mânâya gelen beytleri söyledi: “Evimin
uzaklığından dolayı size geç geliyorum. Bana iyilikle imdâd eyleyin. Fakir ve
katıksız olarak kapınızda durmuş eşiğinize yüz sürmekteyim. Tarafınızdan ricâm
ve kanaâtim o ki, irşâd için gelenleri reddetmeyiniz. Rahmet bulutları
eksilmesin türbenizin üstünde mağfiret yağmurları yağdırsınlar ey hayırlı üstâd!
Ben Ahmed’im, kapınızda bir köpeğim. Uzak da olsa yerim, imdâdınızı yakından
isterim.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin
sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: "Ömrümde, Seyyid Kâsım Tebrîzî'den
büyük zât görmedim. Zamânın şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hâsıl
oluyordu. Fakat bu nisbetler bir müddet sonra geçiyordu. Seyyid Kâsım
Tebrîzî'nin sohbetlerinde öyle bir tesir ve keyfiyet hâsıl oldu ki, elden
bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her gidişimde, bütün kâinâtı, dâirenin merkezi
misâli onun etrâfında dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyor gördüm. Seyyid Kâsım
Tebrîzî, Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve
nisbetlerini o yoldan almış. Anlaşıldığına göre, "Hâcegân" yolunda idi. Bir
kapıcısı vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya; "Buraya ne
zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman benim
yanıma girsin." diye tenbihte bulunmuştu. Her gün kapısına varırdım, izin
verilmiş olduğu hâlde huzûruna iki-üç günde bir girerdim. Talebeleri, bana izin
verildiği hâlde huzûrlarına niçin her gün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid
Kâsım hazretlerinin sohbetleri çok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler
ayrılmak istemezdi. Sohbetin sonuna gelince talebelerine verdiği bir işâretle
dağılmalarını bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı.
Yakınlarına "Bâbu" diye hitâb ederdi. Bana; "Bâbu senin adın nedir?" diye sordu.
Ubeydullah (yâni Allah'ın kulu) dedim. "İsminin mânâsını gerçekleştir" buyurdu.
Türkistan'ın büyük
velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli
geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdular ki: "Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd,
talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber
gönderip; "Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan
kimseler varsa bize gönderiniz!" demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup
yazarak şöyle cevap vermiştir: "Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada
yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!"
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini,
hocası Şeyh Karabaş Ali Efendi hazretleri huzurlarına istedi. Birisi gidip haber
verdi. Hasan Efendinin o esnâda başında siyah sarık vardı. O; "Hocamın huzûruna
böyle girmek, yolumuz edebine uymaz." deyip başına beyaz sarık sarmak istedi.
Fakat yenisini sarmak için zaman yoktu. Hemen sarığının üzerine beyaz bir gömlek
parçası sardı ve hocasının huzûruna koştu. Hocası gecikmesi sebebiyle ona;
"Niçin geç geldin?" dedi. Hasan Efendi de; "Efendim biraz geciktim. Affediniz."
dedi. O zaman Karabaş Ali Efendi; "Beriye gel." buyurdu. Hasan Efendi
yaklaştığında, Karabaş Ali Efendi onun başındaki sarığın üzerine sardığı beyaz
gömlek parçasını çözüp alınca, siyah başlığı meydana çıktı. O zaman; "Ey Hasan!
Bize karşı edebi gözetirsin. Bundan sonra yanımıza geleceğinde dilediğin şekilde
ve zamanda gelebilirsin. Bu sana izindir." buyurdu. Talebeler içinde Hasan
Efendiden başkasına bu izin verilmedi.
Ünsî Hasan Efendi
hazretlerinin talebeleri içinde Sıdkî Abdullah isminde iyi ve güzel hal sâhibi
bir derviş vardı. Bir gün sohbette Ünsî Efendi dergâhın kapısına bakıp; "Şu
gelen kâdıyı kim tanıyor ve bu kime geliyor." dedi. Talebeler gelenin Sıdkî
Abdullah Efendi olduğunu gördüler ve; "Efendim bu Sıdkî Efendidir." dediler. O
zaman Ünsî Hasan Efendi; "Kâdı sandım." buyurdular. Talebeler buna bir mânâ
veremeyip, birbirlerine baktılar ve içlerinden; "Bir hikmeti vardır. Evliyâ boş
söz söylemez." diye geçirdiler. Sonra Abdullah Efendi içeri girip Ünsî Efendinin
elini öptü ve oturdu. Ünsî Efendi ona bakıp; "Abdullah, kâdılık talebinde
misin?" buyurdu. O da; "Hâşâ efendim. Öyle bir niyetim yoktur. Aklımdan da
geçmez. Estağfirullah, Allahü teâlâya sığınırım efendim." dedi. Ünsî Efendi,
"Seni kâdı zannettim. Ama bu, söz tutmamaktan oldu." dedi. Sohbetten sonra
herkes dışarı çıktı. Birbirlerine; "Abdullah Efendinin acaba ne kusuru oldu?"
dediler. Sonra da söz tutmamaktan Allahü teâlâya sığındılar. Aradan bir zaman
geçti. Bir gün Abdullah Efendi ile talebe arkadaşı Sâatî Ahmed Ağa, Ünsî
Efendiden icâzet, diploma istediler. Ünsî Efendi bunlara; "Size izin verip birer
memlekete göndermek mümkündür. Lâkin hevâ ve arzulardan geçmek lâzımdır. Nefsin
hevâsına, isteklerine tâbi olmaktan sakınmak gerektir. Mâdem ki arzu ve istek
gâliptir, ona Hakk'ın sırrı açılmaz. Hevâcının huzûru, hevâ ve arzusuyladır.
Basîret üzere olmak lâzımdır." buyurdu. Aradan birkaç ay geçti. Ünsî Efendi
hazretleri bu ikisine diploma verdiler ve Abdullah Efendiyi Kefe'ye, Sâatî Ahmed
Ağayı da Sinop'a irşâd ve hizmete göndermek istediler. O zaman Ahmed Ağa
vâlidesini bahâne edip Sinop'a gitmedi. Daha birçok özürler ileri sürdü. Boğazda
yakın bir yere gitmek istedi. Bu isteği kabûl edilmedi. Abdullah Efendi ise,
evini barkını, mallarını neyi varsa satıp deniz yoluyla Kefe'ye gitti. Orada
büyük îtibâr ve hürmet gördü. Pekçok kimse hizmetinde bulundu. Bütün ihtiyaçları
karşılandı. Rahat etti. Zengin oldu. Bir zaman sonra nefsine uyup yerine
birisini bırakıp çoluğu çocuğu ile birlikte İstanbul'a döndü. Bir gün onu Ünsî
Efendinin talebelerinden birisi Fâtih Câmiinde görüp; "İzinsiz niye döndünüz?"
dedi. O da; "Tatarlarla geçinemeyip yerime birisini bıraktım. Sonra dönmemin ne
mahzuru var." diye cevap verdi. Bu haber Ünsî Hasan Efendiye de ulaştı. Ünsî
Efendi hiçbir şey söylemediler. Bir ara Abdullah Efendi, Şeyh Ünsî Hasan
Efendiye geldi. Elini öpüp oturdu. Hasan Efendi ona heybetle nazar edip; "Niye
geldin Abdullah Efendi?" buyurdu. O da bir takım özür ve bahâneler uydurdu.
Hasan Efendi bunları kabûl etmediler. İltifat etmeyince, üzüntü ile oradan
ayrıldı. Abdullah Efendinin İstanbul'da çok tanıdığı vardı. Bu sâyede kâdı oldu
ve vazîfeye başladı. Vefâtına kadar kâdı olarak kaldı.
Abdullah Efendi anlatır:
"Ben kendime ettim. Bu belâ bana nefsimi terk edemememin netîcesi olarak geldi.
Hasan Efendi bana önceleri; "Seni kâdı zannettim." buyurmuştu. Sonra bana;
"Kâdılık talebinde misin?" buyurmuştu. Şimdi bu hâlime ağlarım. Benim bu hallere
düşeceğimi önceden anlamıştı." dedi.
Tasavvuf ehli ve halk şâiri
Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, senelerce hocasına
dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar ip gibi düzgün idi. Hocası (Tapduk Emre
hazretleri); “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun.” buyurunca;
“Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz.” cevâbını verdi.
Türkistan'ın büyük
velîlerinden Zengî Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Taşkent dağlarında
çobanlık yapar, âilesinin geçimini çobanlıktan aldığı ücret ile sağlardı.
Hayvanları kırlarda otlatırken namazlarını kılar, namazdan sonra da Kur’ân-ı
kerîm okur, Allahü teâlâyı zikrederdi. Kırda otlamaya bırakılan hayvanlar onun
etrâfını çevirirler, otlamayı bırakıp onu dinlerlerdi. Akşam da yakmak için
topladığı odunları sırtına yüklenir, evine götürürdü. Bir gün tam topladığı
odunları yükleneceği sırada, yanına dört genç gelip selâm verdiler. Selâmlarına
cevap verip hâl, hâtır sordu. Buhârâ medreselerinde zâhirî ilimleri tahsîl
ettiklerini, ancak, bâtınî ilimleri tahsîl edebilecekleri mübârek bir kişiyi
aradıklarını arzettiler. Zengî Atâ; “Durun sizi irşâd edecek zâtın nerede
olduğunu haber vereyim.” dedi. Gençler çok sevindiler. Yüzünü dört bir tarafa
çevirip kokladı ve sonra da; “Sizin bu ilimde nasîbiniz, bizden başkasında
değildir.” buyurdu. Bu dört genç, Zengî Atâ’nın daha sonra dört büyük halîfesi
olacak olan, Uzun Hasan Atâ, Seyyid Ahmed Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ’dan başkası
değildi. Zengî Atâ’nın sözüne ilk önce inanan Uzun Hasan Atâ ile Sadr Atâ oldu.
Bu sebepten de ilk kemâle gelenler de onlar oldu. İçlerinden Seyyid Ahmed Atâ
ile Bedr Atâ, iyi şeyler düşünmediler. Seyyid Ahmed Atâ; “Ben, hem Peygamberin
torunu olayım, hem mektep-medrese göreyim, sonra gelip bu garib çobanın talebesi
olayım.” diye düşündü, ama arkadaşlarından da ayrılmadı. Onun bu gurûru, yolunu
kapadı. Çektiği bütün sıkıntılar boşa gitti. Durumunda hiçbir ilerleme
görülmedi. Seyyid Atâ, bu hâlini anlayıp, Zengî Atâ’nın kendisine kırıldığını
hissetti. Zengî Atâ’nın hanımı Anber Ana’ya gidip yalvardı. Kendisine şefâatçi
olmasını istedi. Anber Ana, kendisine yardımcı olacağını vâd edip; “Sen bu gece
siyah bir keçeye sarınıp Zengî Atâ’nın yolu üzerine yat. Seher vakti namaz için
çıktığı zaman seni o hâlde görüp acısın.” dedi. O gece Anber Ana, Zengî Atâ’dan
Seyyid Ahmed Atâ’nın özrünü kabûl etmesini istirhâm etti. Zengî Atâ da, Seyyid
Atâ’yı affettiğini söyledi. Seher vakti, namaz için dışarıya çıktığı zaman, yolu
üstünde siyah bir şeyin yattığını fark etti. Ne olduğunu anlamak için ayağı ile
dokundu. O anda, siyah keçenin içinde sarılı olan Seyyid Atâ, yüzünü Zengî
Atâ’nın ayağına sürerek affını diledi. Resûlullah efendimizin mübârek torununa
ayağıyla dokunmasına çok üzülen Zengî Atâ, gönlünü almak için Seyyid Atâ’ya çok
iltifâtlar etti. Seyyid Atâ, o anda kemâle geldi.
Zengî Atâ’nın diğer halîfesi
Bedr Atâ’nın esas ismi Bedreddîn Muhammed idi. Asıl ismi, Sadreddîn Muhammed
olan Sadr Atâ ile Buhârâ Medresesinde aynı hücrede kalırlardı. İlimleri aynı,
dereceleri berâberdi. Zengî Atâ’ya talebe olduktan sonra, Sadr Atâ yükselirken,
Bedr Atâ eski seviyesinin bile altına düşmüştü. Bu hâlin farkına varan Bedr Atâ,
üzüntüsünden hüngür hüngür ağlayarak Anber Ana’ya geldi, hâlini anlattı. Anber
Ana da, münâsip bir zamanda Zengî Atâ’ya, Sadr Atâ’nın hâlini arz etti. Zengî
Atâ, onun tövbesine çok sevinip tebessüm etti ve; “Benimle ilk karşılaştıkları
zaman biz onları irşâd edebileceğimizi söyleyince, Bedreddîn içinden: “Bu deve
dudaklı zenci mi bizi irşâd edecek?” diyordu. Şimdiye kadar feyzimizden istifâde
edememesinin sebebi budur. Mâdem ki o tövbe etmiş, sen de şefâatçı oldun, onu
affettim!” dedi. Bu hâdiseden sonra, Bedr Atâ'nın derecesi de Sadr Atâ'nın
seviyesine yükseldi.
Zengî Atâ ile devâm eden
Ahmed Yesevî hazretlerinin yolu, Zengî Atâ’dan sonra, Seyyid Atâ ve Sadr Atâ
vâsıtasıyla devam etti. Seyyid Atâ, Hâce Azîzân (Ali Râmitenî Pîr-i Nessâc) ile
sohbet etti. Sadr Atâ’nın halîfeleri daha uzun zaman Yesevîlik yolunu devâm
ettirdiler. Onun halîfeleri, Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdud Şeyh şeklinde
sıralanır. Mevdud Şeyh’in iki meşhûr halîfesi vardı. Bunlar; Hoca Abdullah ve
Kemâl Şeyh idi. Hoca Abdullah’ın halîfesi Hadım Şeyh, onun da halîfesi
Cemâlüddîn Buhârî’dir. Reşahât sâhibi, Cemâlüddîn Buhârî’den nakil yapmaktadır.
Zengî Atâ, H.656 yılında, Şâş (Taşkent) yakınlarında, Semerkant yolunun on
birinci kilometresinde Zengî Atâ köyünde vefât edip, oraya defnedildi.
Anadolu’da yetişen büyük
velîlerden Seyyid Zeynelâbidîn Kayserânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine ait kasîdeden bâzı kıt'alar şöyledir:
Ehlullahın hâline vâkıf olan
eshâb-ı din,
Feyz alıp fil-hâl elde eder
irfân ve yakîn.
Arzulanan en üst menzile
kavuşur şüphesiz
Bende-i dergâh-ı ehlullâh
olan merd-i güzîn.
Yüksek âlimlere ayak basar
iclâl ile,
Âsitân-ı evliyâya eyleyen
vaz’ı cebîn.
İsimlerini yâd eden elbet
bulur feyz ü felâh,
Zikreden evsâfını elbet olur
gamdan emîn.
Ey muhibbî evliyâ! Ey
teşne-i feyz-i Hudâ,
Coşar deryâ-yı rahmet
zikredilirse sâlihîn.
Gel ziyâretgâhın olsun kabr-i
Zeynelâbidîn,
Hâzihi Cennetü Adnin
fedhulûhâ hâlidîn.
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir talebesi
şöyle anlatır: “Bir gün hocam Gümüşhânevî hazretlerinin huzûruna vardım. Niyetim
taşraya gidip ilim öğrenmeye müsâadesini istemekti. Daha bir şey söylemeden
bana; “Oğlum! Şimdi sen falan yerdeki câmiye git, oradaki müslümanlara nasîhat
et.” buyurdu. Ben de; “Peki efendim.” deyip buyurduğu câmiye gittim. O günlerde
Arabî gramer bilgilerini öğrenmekle meşgûl olduğumdan başkalarına nasîhat
verecek bir durumum yoktu. Emir üzere câmide vâz için kürsüye çıktım. Her taraf
dolmuştu. Şaşırdım. O halde iken hocamı hatırladım ve yardımını istedim. Çok
geçmeden dilim çözüldü. Bülbül gibi anlatmaya başladım. Lâkin ne söylediğimi
bilmiyordum. Herkes büyük bir dikkat ile dinliyordu. Söylediklerimi anlamaya
gayret ettiğimde hakîkaten hikmetli sözlerdi. Bu bilgileri hocam Ahmed Ziyâeddîn
hazretlerinin himmet ve yardımlarıyle söylediğimi anladım. Ben ise bir
tercümandan başka bir şey değildim. Onun yardımı ile güzel bir vâz etmiştim.
Bunun için Rabbime şükrettim.” |
|