CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜRÎD (S - Ş)

Konya'nın büyük velîlerinden Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesine birkaç hanım gelip; "Sen zengin, îtibârlı bir kişinin hanımı iken şimdi bir pîr-i Mağribî'ye vardın. Hâlin nasıl, hayâtından memnun musun?" dediler. O da; "Hâlimden memnunum. Geçimim de iyidir. Lâkin gözümün nûru oğlum büyük sıkıntılar içindedir. Gecesi de gündüzü de yoktur. Efendim Muhyiddîn-i Arabî kendisi kuş eti yer, ballı şerbetler içer, lâkin ciğerpâreme bir arpa ekmeği dahi vermez. Yimemek ve içmemekten bir deri bir kemik kaldı. Üstelik onu da göremez olduk. Onu kimseye göstermez. Uykusu gitsin diye zenbile koyup bir yere asar." dedi. O akşam Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hanımından yine kızarmış bir tavuk istedi. Yemekten sonra Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hanımına; "Tavuğun kemiklerini bir yere topla." buyurdu. Kadıncağız kemikleri bir araya topladı. O zaman Muhyiddîn hazretleri; "Bismillah! Kalk git ey tavuk!" buyurdu. Allahü teâlânın izniyle hayvan et ve kemiğe büründü ve kanatlanarak uçtu. Bunun üzerine Muhyiddîn hazretleri; "Hanım! Oğlun böyle olduğunda ancak tavuk etini yiyecek." buyurdu. O zaman kadıncağız Muhyiddîn hazretlerinin ellerine kapanıp özür diledi ve cân-u gönülden istiğfâr etti. Sonra oğlu Sadreddîn-i Konevî mânevî dereceleri geçip büyük velîler arasına girdi.

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İstanbul'da müderrislik yapmak üzere kalmaya karar vermişken, bir gece rüyâsında devrin meşhur evliyâsı Çerkeşli Hacı Mustafa Efendiyi gördü. Ona; "Evlâdım Mustafa Sâfî Efendi! Zâhir ilmini tamamlayıp icâzet aldın. Tasavvuf ilmini öğrenip, ilm-i ledünne kavuşmak için Çerkeş'e gel de bu ilmi tahsîl eyle. Çünkü senin İstanbul'da kalmana izin yoktur." buyurdu. Bunun üzerine Mustafa Sâfî Efendinin kalbinde ilâhî bir muhabbet, aşk peydâ oldu. İstanbul'da durmaya tahammülü kalmadı. Çerkeş'e gitmek için yola çıktı. Oraya varınca, Hacı Mustafa Efendinin huzûruna gitti. Elini öpüp, talebesi olmayı arzu ettiğini bildirince önce bu isteğine iltifat edilmedi. Ümitsiz olarak huzurlarından ayrıldı. Ancak üç gün dergâhta misâfir kaldı. Sonra o zâtın kabûl buyurması için Derviş Hasan vâsıtasıyla arz edip yalvardıysa da, Çerkeşli Mustafa Efendi; "O, bir âlim kimsedir. Benim zâhir ilminde onun kadar kuvvetim yok. Bu sebeple talebeliğe kabul edemem." dedi. Bu haber kendisine ulaşınca, kalbinde aşk-ı ilâhî hâsıl oldu. Bu sırada kalbinde meydana gelen coşkunluğa tahammül edemeyip, hemen huzûruna gitti. Mübârek ellerini öptükten sonra ilm-i zâhiri kalmadığını, aşk-ı ilâhînin gönlünü yaktığını ve onun işâretiyle talebe olmaya geldiğini arz ve beyân ederek yalvardı. Tekrar kabûl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine onu talebeliğe kabûl etti.

İstanbul evliyâsından Seyyid Nizâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlattı: “Hocamdan gizli olarak bir iş yapmağa teşebbüs ettim. Bu yaptığımdan hocamın haberi olmaz diye düşündüm. Bir gecenin yarısında hocam yattığım odaya geldi. Beni uykudan uyandırarak; “Yürü gidelim. Dergahta tevhîd edelim” buyurdu. Kalkıp abdest aldım, dergâha girdim. Baktım ki hocam uyuyor, nâlınları rafta duruyor, sofiler etrafında toplanmışlar, kandiller yanıyor, melekler etrafında dönüyorlar. Hayret içinde kaldım. Bana bir korku geldi. Kendi odama döndüm. Sabaha kadar Kelime-i tevhîd okudum. Benim hayretim şundandı: Beni uykumdan uyandırıp tevhide çağıran hocam, kendi odasında uyuyordu. Sabah namazından sonra hocam beni çağırdı ve sitemli bir tavırla; “Derviş! Bildin mi ve ahvâle (durumlara) vâkıf oldun mu? Meşâyıh-ı kirâmın (Büyük şeyhlerin) bilinen vücûdundan başka bir cism-i latif-i nûrânîlerinin (beş duyu ile idrak edilemeyen nurdan bedenlerinin) dahi var olduğuna inandın mı? Bir daha gizli iş yaptığını sanma!” buyurdu. Ben utandım. Yaptığıma pişman oldum. Yaptığım her işe istigfâr ettim ve böylece tasavvuf yolunda ilerleyip irşâd makâmına ulaştım.”

Anadolu'da yetişen evliyânın en büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz ikincisi olan Seyyid Sâlih (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih hazretlerine talebe olmayıp diğer halîfesi Seyyid Fehîm hazretleri'ne tâbi olmak istedi. Fehîm-i Arvâsî ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır." buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna îtirâz eyledi. Bunun üzerine Fehîm-i Arvâsî; "Mübârek hocamızın kabr-i şerîfine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım." dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir şey söylemeden Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin; "Fehîm! Ubeydullah'ı, kardeşim Sâlih'e götür." buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzûruna koştu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah'a o kadar muhabbet geçti ki, Ubeydullah'da meydâna gelen bu muhabbet ateşinden, amcası; "Ubeydullah bu sarılma ile kemiklerimi eritti." buyurdu.

İstanbul’un büyük velîlerinden Sümbül Sinan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Maksûd Dede hazretleri şöyle anlattı: “Tokat’ta sanat ehli bir kimse idim. Kendi işimle uğraşır, kimsenin işine karışmazdım. Bir Cumâ günü Tokatlılar acele ile Büyük Câmiye doğru koşuyorlardı. Birine; “Böyle hızlı hızlı gitmenizin sebebi nedir?” diye sordum. “Bugün büyük bir velînin Büyük Câmi’de vâz vereceğini duyduk. Onun için acele ediyoruz.” dedi. Hemen hazırlığımı yapıp câmiye koştum. O mübârek zâtın nasîhatleri kalbime öyle tesir etti ki, o andan îtibâren talebesi olmağa karar verdim. Vâzından sonra yanına yaklaştım, elini öptüm ve; “Efendim! Zât-ı âlinizin talebesi olmakla şereflenmek istiyorum. Lütfen kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum” dedim. Bana; “Seni yetiştirecek bir velî, daha bu ilmi öğretmeye başlamadı.” buyurdu. Yanından ayrıldıktan sonra etraftakilere; “Bu zâtın ismi nedir?” diye sordum. “Molla Habîb’dir.” dediler. Aradan on beş yıl geçti. İstanbul’a gittim. İstanbul’da çeşitli yerlerde on beş sene daha çalıştım. Bir Cumâ günü Ayasofya Câmiine gitmiştim. Biri vâz ediyordu. Sözlerinden çok etkilendim. Kalbimden geçen pekçok suâllerimi cevaplandırdı. Onu dinlemekle bütün endişelerimden kurtuldum. Kalbimi bir nûrun doldurduğunu hissettim. Etrâfımdakilere; “Bu vâzı kim yapıyor?” diye sorunca; “Sünbül Sinân hazretleri” dediler. Vâz bitince hocanın huzûr-i şerîfine varıp elini öptüm. Daha bir şey söylemeden; “Tokat’ta, Molla Habîb’in eline yapıştığın zaman, onun sana söylediklerini hatırlıyor musun?” diye sordu. O anda hayretten dona kaldım. Bundan tam otuz sene öncesini soruyordu. “Efendim! Bunu size kim söyledi?” diye sordum. O da; “Allahü teâlânın yolunda olanlara bunları bilmek güç değildir. Fakat asıl maksad Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır.” buyurdu. Beni talebeliğe kabûl etti. Kısa zamanda teveccühlerine kavuşup, halîfesi olmakla şereflendim. Beni Rumeliye göndererek, insanlara dîni öğretmekle vazifelendirdi. Oradaki insanlara Sünbülî tarîkatını öğretecek, hak yolu bildirecektim. Hazırlığımı yaparak Hayrabolu kasabasına gittim. Câmiye gidip iki rekat namaz kıldıktan sonra, câmiye bir genç girdi ve; “Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz Maksûd Dede!” deyiverdi. Hayret etmiştim. Burası hiç gelmediğim bir yerdi. Beni nereden tanıyordu. Sordum; “Ey delikanlı! İsmimin Maksûd olduğunu nereden biliyorsun?” dedim. Cevap olarak; “Ben aslında iyi bir kimsenin oğlu idim. Babam vefât ettiğinde küçüktüm. Birkaç arkadaşımla Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ilimlerde mârifet sâhibi olmak için seyahate çıkmak istedik. O sırada babamın arkadaşlarından biri bana nasîhat etti ve bu iş için istihâre yapmamı tavsiye etti. O gün istihâre namazı kıldım ve duâ ettim. Yattıktan sonra rüyâmda, nûr yüzlü bir ihtiyar gördüm. Bana; “Filân gün câmiye şu kıyâfette bir kimse gelecektir. İsmi Maksûd Dede’dir. Ona yardımcı ol, emrine uygun hareket et!” diye buyurdu. Bu sebeple buraya geldim. Bütün emirlerinize âmâdeyim.” dedi. “Rüyâda gördüğün nûr yüzlü kimseyi bana târif edebilir misin?” dedim. Târif etti, aynen hocam Sünbül Sinân’ın şemâline uyuyordu. Meğer o gece rüyâda, o gence benim geleceğimi bildiren hocammış.”

Ahmed ibni Kemâl Paşa hazretleri’nın Sünbül Sinân  hazretleri hakkında yazdığı manzûme, türbesi dışındaki çini üzerine işlenmiştir. Çini üzerinde şunlar okunmaktadır:

 

Pîşvây-ı sâhib-i ehl-i edeb,

Muktedâ-i tâlib-i Rûm-uAreb,

Rehber-i ehl-i tarîk-ı Halvetî,

Ebülvefâ kim şeyh Sünbül’dür lakab.

 

Mülk-i fânîden bekâ iklimine,

Gitti tevhîd ede o şirin leb,

Eyledi şehr-i Muharrem’de sefer,

Leylet-ül-isneynde ol zünneseb.

 

Ağladı ol gün yolup saçın başın,

Döktü gözler yaşın her İbn-ü-eb.

N’ola münkir dökmese gözyaşını,

Senki hardan çıkar mı şu aceb.

 

Yerde gökte kamu ins-ü-melek,

Cem olup kıldı namazın bîtab,

Hâtif-ü-gaybî dedi târihini,

Nûr ola Sünbül Sinân’ın kabri hep.

 

 Tanınmış velîlerden Şühûdî efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvufta yetişmesini şöyle anlatır: "İlim tahsil ettiğim sıralarda bütün gayretimle dînin emirlerine uymaya çalışırdım. Tasavvuf ehli zâtların sohbet ve vâzlarına giderdim. Bir gün yine vâz dinlemeye gitmiştim. Vâiz efendi, kıyâmet günü insanların karşılaşacağı dehşetli ve müşkil hallerden bahsetti. Dinleyen cemâat o kadar etkilenmişti ki, feryâd ederek ağlaşmaya başladılar. Bu vâzı dinlediğim günün gecesi bir rüyâ gördüm. Kıyâmet günü olmuş, insanlar Sırat'ı geçmek için uğraşıyordu. Herkes bir kâmil zâtı kendine rehber edinmişti. Herkesin hâli rehberine soruluyordu. O olumlu cevap verirse, Sırat'ı geçiriyorlar, müsbet cevap vermezse geçirmiyorlardı. Ben de şaşkın bir halde Sırat'ı geçmek için yaklaştım. Bana rehberin kimdir? dediler. Rehberim yoktur, dedim. O sırada nûr yüzlü bir zât âniden karşıma çıkıverdi. Bana; "Gel sen bizim torunlarımızdan ol." dedi. Benim hakkımda iyi şeyler söyledi ve beni Sırat'tan geçirdiler, sonra uyandım. Bu rüyânın üzerine rüyâda gördüğüm zâtı devamlı aradım. Kasabamıza nice zâtlar gelip gitti. Hiçbiri ona benzemiyordu. Nihâyet bir gün Şeyh Yâkûb Efendi İstanbul'a giderken bizim beldeye uğradı. Huzûruna gittim, elini öptüm. Elini öpünce bana; "Gördüğün rüyânın zuhûr etme zamânı yakındır." dedi. Dikkatlice yüzüne baktım. Rüyâmda gördüğüm zât olduğunu anladım. Hemen teslim olup, talebeleri arasına girdim. Onunla birlikte İstanbul'a gittim. Sohbetlerinde bulunup, ondan terbiye gördüm."