|
MÜRÎD (S - Ş)
Konya'nın büyük velîlerinden
Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesine
birkaç hanım gelip; "Sen zengin, îtibârlı bir kişinin hanımı iken şimdi bir
pîr-i Mağribî'ye vardın. Hâlin nasıl, hayâtından memnun musun?" dediler. O da;
"Hâlimden memnunum. Geçimim de iyidir. Lâkin gözümün nûru oğlum büyük sıkıntılar
içindedir. Gecesi de gündüzü de yoktur. Efendim Muhyiddîn-i Arabî kendisi kuş
eti yer, ballı şerbetler içer, lâkin ciğerpâreme bir arpa ekmeği dahi vermez.
Yimemek ve içmemekten bir deri bir kemik kaldı. Üstelik onu da göremez olduk.
Onu kimseye göstermez. Uykusu gitsin diye zenbile koyup bir yere asar." dedi. O
akşam Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hanımından yine kızarmış bir tavuk istedi.
Yemekten sonra Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hanımına; "Tavuğun kemiklerini bir
yere topla." buyurdu. Kadıncağız kemikleri bir araya topladı. O zaman Muhyiddîn
hazretleri; "Bismillah! Kalk git ey tavuk!" buyurdu. Allahü teâlânın izniyle
hayvan et ve kemiğe büründü ve kanatlanarak uçtu. Bunun üzerine Muhyiddîn
hazretleri; "Hanım! Oğlun böyle olduğunda ancak tavuk etini yiyecek." buyurdu. O
zaman kadıncağız Muhyiddîn hazretlerinin ellerine kapanıp özür diledi ve cân-u
gönülden istiğfâr etti. Sonra oğlu Sadreddîn-i Konevî mânevî dereceleri geçip
büyük velîler arasına girdi.
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) İstanbul'da müderrislik yapmak üzere kalmaya karar
vermişken, bir gece rüyâsında devrin meşhur evliyâsı Çerkeşli Hacı Mustafa
Efendiyi gördü. Ona; "Evlâdım Mustafa Sâfî Efendi! Zâhir ilmini tamamlayıp
icâzet aldın. Tasavvuf ilmini öğrenip, ilm-i ledünne kavuşmak için Çerkeş'e gel
de bu ilmi tahsîl eyle. Çünkü senin İstanbul'da kalmana izin yoktur." buyurdu.
Bunun üzerine Mustafa Sâfî Efendinin kalbinde ilâhî bir muhabbet, aşk peydâ
oldu. İstanbul'da durmaya tahammülü kalmadı. Çerkeş'e gitmek için yola çıktı.
Oraya varınca, Hacı Mustafa Efendinin huzûruna gitti. Elini öpüp, talebesi
olmayı arzu ettiğini bildirince önce bu isteğine iltifat edilmedi. Ümitsiz
olarak huzurlarından ayrıldı. Ancak üç gün dergâhta misâfir kaldı. Sonra o zâtın
kabûl buyurması için Derviş Hasan vâsıtasıyla arz edip yalvardıysa da, Çerkeşli
Mustafa Efendi; "O, bir âlim kimsedir. Benim zâhir ilminde onun kadar kuvvetim
yok. Bu sebeple talebeliğe kabul edemem." dedi. Bu haber kendisine ulaşınca,
kalbinde aşk-ı ilâhî hâsıl oldu. Bu sırada kalbinde meydana gelen coşkunluğa
tahammül edemeyip, hemen huzûruna gitti. Mübârek ellerini öptükten sonra ilm-i
zâhiri kalmadığını, aşk-ı ilâhînin gönlünü yaktığını ve onun işâretiyle talebe
olmaya geldiğini arz ve beyân ederek yalvardı. Tekrar kabûl etmesini istirhâm
eyledi. Bunun üzerine onu talebeliğe kabûl etti.
İstanbul evliyâsından
Seyyid Nizâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden
birisi şöyle anlattı: “Hocamdan gizli olarak bir iş yapmağa teşebbüs ettim. Bu
yaptığımdan hocamın haberi olmaz diye düşündüm. Bir gecenin yarısında hocam
yattığım odaya geldi. Beni uykudan uyandırarak; “Yürü gidelim. Dergahta tevhîd
edelim” buyurdu. Kalkıp abdest aldım, dergâha girdim. Baktım ki hocam uyuyor,
nâlınları rafta duruyor, sofiler etrafında toplanmışlar, kandiller yanıyor,
melekler etrafında dönüyorlar. Hayret içinde kaldım. Bana bir korku geldi. Kendi
odama döndüm. Sabaha kadar Kelime-i tevhîd okudum. Benim hayretim şundandı: Beni
uykumdan uyandırıp tevhide çağıran hocam, kendi odasında uyuyordu. Sabah
namazından sonra hocam beni çağırdı ve sitemli bir tavırla; “Derviş! Bildin mi
ve ahvâle (durumlara) vâkıf oldun mu? Meşâyıh-ı kirâmın (Büyük şeyhlerin)
bilinen vücûdundan başka bir cism-i latif-i nûrânîlerinin (beş duyu ile idrak
edilemeyen nurdan bedenlerinin) dahi var olduğuna inandın mı? Bir daha gizli iş
yaptığını sanma!” buyurdu. Ben utandım. Yaptığıma pişman oldum. Yaptığım her işe
istigfâr ettim ve böylece tasavvuf yolunda ilerleyip irşâd makâmına ulaştım.”
Anadolu'da yetişen evliyânın
en büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin
otuz ikincisi olan Seyyid Sâlih (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu
Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih hazretlerine talebe
olmayıp diğer halîfesi Seyyid Fehîm hazretleri'ne tâbi olmak istedi. Fehîm-i
Arvâsî ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin
ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız
lâzımdır." buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna îtirâz eyledi. Bunun üzerine
Fehîm-i Arvâsî; "Mübârek hocamızın kabr-i şerîfine gidelim ve soralım. Ne
buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım." dedi. Gittiler.
Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir
şey söylemeden Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin; "Fehîm! Ubeydullah'ı, kardeşim
Sâlih'e götür." buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak,
süratle amcasının huzûruna koştu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda
Ubeydullah'a o kadar muhabbet geçti ki, Ubeydullah'da meydâna gelen bu muhabbet
ateşinden, amcası; "Ubeydullah bu sarılma ile kemiklerimi eritti." buyurdu.
İstanbul’un büyük
velîlerinden Sümbül Sinan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak Maksûd Dede hazretleri şöyle anlattı: “Tokat’ta sanat ehli bir
kimse idim. Kendi işimle uğraşır, kimsenin işine karışmazdım. Bir Cumâ günü
Tokatlılar acele ile Büyük Câmiye doğru koşuyorlardı. Birine; “Böyle hızlı hızlı
gitmenizin sebebi nedir?” diye sordum. “Bugün büyük bir velînin Büyük Câmi’de
vâz vereceğini duyduk. Onun için acele ediyoruz.” dedi. Hemen hazırlığımı yapıp
câmiye koştum. O mübârek zâtın nasîhatleri kalbime öyle tesir etti ki, o andan
îtibâren talebesi olmağa karar verdim. Vâzından sonra yanına yaklaştım, elini
öptüm ve; “Efendim! Zât-ı âlinizin talebesi olmakla şereflenmek istiyorum.
Lütfen kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum” dedim. Bana; “Seni yetiştirecek bir
velî, daha bu ilmi öğretmeye başlamadı.” buyurdu. Yanından ayrıldıktan sonra
etraftakilere; “Bu zâtın ismi nedir?” diye sordum. “Molla Habîb’dir.” dediler.
Aradan on beş yıl geçti. İstanbul’a gittim. İstanbul’da çeşitli yerlerde on beş
sene daha çalıştım. Bir Cumâ günü Ayasofya Câmiine gitmiştim. Biri vâz ediyordu.
Sözlerinden çok etkilendim. Kalbimden geçen pekçok suâllerimi cevaplandırdı. Onu
dinlemekle bütün endişelerimden kurtuldum. Kalbimi bir nûrun doldurduğunu
hissettim. Etrâfımdakilere; “Bu vâzı kim yapıyor?” diye sorunca; “Sünbül Sinân
hazretleri” dediler. Vâz bitince hocanın huzûr-i şerîfine varıp elini öptüm.
Daha bir şey söylemeden; “Tokat’ta, Molla Habîb’in eline yapıştığın zaman, onun
sana söylediklerini hatırlıyor musun?” diye sordu. O anda hayretten dona kaldım.
Bundan tam otuz sene öncesini soruyordu. “Efendim! Bunu size kim söyledi?” diye
sordum. O da; “Allahü teâlânın yolunda olanlara bunları bilmek güç değildir.
Fakat asıl maksad Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır.” buyurdu. Beni
talebeliğe kabûl etti. Kısa zamanda teveccühlerine kavuşup, halîfesi olmakla
şereflendim. Beni Rumeliye göndererek, insanlara dîni öğretmekle vazifelendirdi.
Oradaki insanlara Sünbülî tarîkatını öğretecek, hak yolu bildirecektim.
Hazırlığımı yaparak Hayrabolu kasabasına gittim. Câmiye gidip iki rekat namaz
kıldıktan sonra, câmiye bir genç girdi ve; “Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz
Maksûd Dede!” deyiverdi. Hayret etmiştim. Burası hiç gelmediğim bir yerdi. Beni
nereden tanıyordu. Sordum; “Ey delikanlı! İsmimin Maksûd olduğunu nereden
biliyorsun?” dedim. Cevap olarak; “Ben aslında iyi bir kimsenin oğlu idim. Babam
vefât ettiğinde küçüktüm. Birkaç arkadaşımla Allahü teâlânın zâtına ve
sıfatlarına âit ilimlerde mârifet sâhibi olmak için seyahate çıkmak istedik. O
sırada babamın arkadaşlarından biri bana nasîhat etti ve bu iş için istihâre
yapmamı tavsiye etti. O gün istihâre namazı kıldım ve duâ ettim. Yattıktan sonra
rüyâmda, nûr yüzlü bir ihtiyar gördüm. Bana; “Filân gün câmiye şu kıyâfette bir
kimse gelecektir. İsmi Maksûd Dede’dir. Ona yardımcı ol, emrine uygun hareket
et!” diye buyurdu. Bu sebeple buraya geldim. Bütün emirlerinize âmâdeyim.” dedi.
“Rüyâda gördüğün nûr yüzlü kimseyi bana târif edebilir misin?” dedim. Târif
etti, aynen hocam Sünbül Sinân’ın şemâline uyuyordu. Meğer o gece rüyâda, o
gence benim geleceğimi bildiren hocammış.”
Ahmed ibni Kemâl Paşa
hazretleri’nın Sünbül Sinân hazretleri hakkında yazdığı manzûme, türbesi
dışındaki çini üzerine işlenmiştir. Çini üzerinde şunlar okunmaktadır:
Pîşvây-ı sâhib-i ehl-i edeb,
Muktedâ-i tâlib-i Rûm-uAreb,
Rehber-i ehl-i tarîk-ı
Halvetî,
Ebülvefâ kim şeyh Sünbül’dür
lakab.
Mülk-i fânîden bekâ
iklimine,
Gitti tevhîd ede o şirin
leb,
Eyledi şehr-i Muharrem’de
sefer,
Leylet-ül-isneynde ol
zünneseb.
Ağladı ol gün yolup saçın
başın,
Döktü gözler yaşın her İbn-ü-eb.
N’ola münkir dökmese
gözyaşını,
Senki hardan çıkar mı şu
aceb.
Yerde gökte kamu ins-ü-melek,
Cem olup kıldı namazın bîtab,
Hâtif-ü-gaybî dedi târihini,
Nûr ola Sünbül Sinân’ın
kabri hep.
Tanınmış velîlerden
Şühûdî efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvufta yetişmesini şöyle
anlatır: "İlim tahsil ettiğim sıralarda bütün gayretimle dînin emirlerine uymaya
çalışırdım. Tasavvuf ehli zâtların sohbet ve vâzlarına giderdim. Bir gün yine
vâz dinlemeye gitmiştim. Vâiz efendi, kıyâmet günü insanların karşılaşacağı
dehşetli ve müşkil hallerden bahsetti. Dinleyen cemâat o kadar etkilenmişti ki,
feryâd ederek ağlaşmaya başladılar. Bu vâzı dinlediğim günün gecesi bir rüyâ
gördüm. Kıyâmet günü olmuş, insanlar Sırat'ı geçmek için uğraşıyordu. Herkes bir
kâmil zâtı kendine rehber edinmişti. Herkesin hâli rehberine soruluyordu. O
olumlu cevap verirse, Sırat'ı geçiriyorlar, müsbet cevap vermezse
geçirmiyorlardı. Ben de şaşkın bir halde Sırat'ı geçmek için yaklaştım. Bana
rehberin kimdir? dediler. Rehberim yoktur, dedim. O sırada nûr yüzlü bir zât
âniden karşıma çıkıverdi. Bana; "Gel sen bizim torunlarımızdan ol." dedi. Benim
hakkımda iyi şeyler söyledi ve beni Sırat'tan geçirdiler, sonra uyandım. Bu
rüyânın üzerine rüyâda gördüğüm zâtı devamlı aradım. Kasabamıza nice zâtlar
gelip gitti. Hiçbiri ona benzemiyordu. Nihâyet bir gün Şeyh Yâkûb Efendi
İstanbul'a giderken bizim beldeye uğradı. Huzûruna gittim, elini öptüm. Elini
öpünce bana; "Gördüğün rüyânın zuhûr etme zamânı yakındır." dedi. Dikkatlice
yüzüne baktım. Rüyâmda gördüğüm zât olduğunu anladım. Hemen teslim olup,
talebeleri arasına girdim. Onunla birlikte İstanbul'a gittim. Sohbetlerinde
bulunup, ondan terbiye gördüm." |
|