|
MÜRÎD (N)
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin âşıklarından olan Sultan Celâleddîn Hilcî, sık sık
hediyeler gönderirdi. Sultânın en büyük arzusu, bizzat onunla görüşmekti. Fakat
bunu bir türlü başaramadı. Şâir ve Nizâmeddîn Evliyâ'nın talebesi Emîr Hüsrev,
sarayda sultânın maiyetindeydi. Sultan bir defâsında onun yardımıyla Nizâmeddîn
Evliyâ'nın huzûruna girmek istedi. Fakat Emîr Hüsrev, hocasından izinsiz, bu işi
yapmak istemedi. Nizâmeddîn Evliyâ, sultânla görüşmek istemedi ve o ara Acuzan'a
gitti. Sultan bunu haber alınca, çok üzüldü ve Emîr Hüsrev'den bir açıklama
istedi. Emîr Hüsrev şöyle dedi: "Zât-ı şâhânenizin memnuniyetsizliği, benim
hayâtımın tehlikeye girmesi demek olduğunu biliyorum. Yine hocamın
memnuniyetsizliğinin, îmânımın tehlikeye düşmesi demek olduğunu da biliyorum.
Emir Hüsrev'in bu cevâbı, sultânın çok hoşuna gitti ve meselenin üzerine daha
fazla gitmedi.
Evliyânın büyüklerinden Şeyh
Nûr Muhammed Pütnî hazretleri hakkında rivâyet edilir ki: tasavvuf yoluna
girişinin ilk zamanlarında, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
Dehli’yi teşrif etmişlerdi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed ve diğer bâzı zâtlar, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinden, Avârif-ül-Me’ârif kitabından okumalarını ricâ eylediler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl buyurup, okumaya başladılar. Mevlânâ Tâhir
Lâhorî ve Şeyh Nûr Muhammed de dinleyenler arasında idiler. Ders esnâsında bu
ikisinin kalbine şöyle bir düşünce geldi: “Hazret-i İmâm, dinleyenlerden
bâzılarının hâllerine dikkat etmeden anlatıyor. Ders esnâsında yüksek
hakîkatlerden ve ince bilgilerden anlatmıyor. Sâdece okuyor. O hâlde bizim
onların huzûrunda bu kitabı dinlememizde ne fayda vardır? Okunanları zâten
biliyoruz.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onların düşüncelerini kerâmetiyle anladı
ve böyle düşünmelerine üzülüp; “Şu iki kişiyi meclisimizden çıkarın. Hattâ
Fîrûzâbâd (Dehli) kalesinin dışına atın!” dedi. Bu ikisi günlerce dışarılarda
dolaştılar. Hâce Hüsâmeddîn’in şefâat etmesi için her akşam gelirler, kale
kapısının etrafında dolanıp dururlardı. Nihâyet Hâce Hüsâmeddîn Ahmed onlara
yardım etmek istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Bırakınız. Onların nefsi
aldatıcıdır” buyurdular. Hâce Hüsâmeddîn arzetti ki: “Efendim! Fîrûzâbâd
Mescidi’nin altında bulunan bâzı hücre ve odalar pislik içerisindedir. Eğer
emrederseniz, ikisi gelsin oraları temizlesinler. Hem nefsleri kırılır. Hem de
hizmet etmiş olurlar.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri Hâce Hüsâmeddîn’in bu sözünü
kabûl buyurdu. Bu iki genç geldiler ve o temizlik işini yaptılar. Bundan sonra
hazret-i İmâm bunlara lütuf ve şefkatle muâmele etti. Onların eski hâlleri
kalmadı.
Beyt:
Sâlikin kalbi hasta, rehber
akıllı doktor,
Canlanmayı, doktorun sözünü
tutana sor.
Bu hâdiseden sonra, eski
îtirâz hâllerinin hepsini kalbinden söküp atan Nûr Muhammed, tam bir zevk, şevk,
acz ve itâatle İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda bulundu. Nûr Muhammed, çok
nasîbli ve pek bahtiyâr idi. Çünkü yaratılışında bulunan temizlik ve yükseklik
sebebiyle, hazret-i İmâm’ın huzûrunda husûsî hizmette bulunanlar arasına girdi.
Abdest suyunu ve misvâkı hazırlamak gibi hizmetlerle şereflendi. Kendine lâyık
hâllere ve yüce makamlara kavuştu. Sekiz-dokuz sene gibi uzun müddet, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin, huzur, sohbet ve hizmetle- rinde yetişip, mânevî
makamları aşarak, daha yüksek mertebelere, çok üstün hâllere, insanları mânevî
olarak terbiye edip yetiştirme derecelerine kavuştu. Öyle oldu ki, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bu yüksek talebesi için; “Şeyh Nûr, ricâl-i gaybdendir”,
başka bir defâ da; “Şeyh Nûr Muhammed sözümüzü tuttu” buyurmuşlardır. Ona icâzet
ve hilâfet verdi. Hindistan’ın büyük şehirlerinden olan Pütne’ye gönderdi.
Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî
hazretleri, hocası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri için kendini fedâ edenlerdendir. Bir salgında Hâce Ubeydullah tâûn
hastalığına yakalandı. Mevlânâ Nûreddîn, hocasının huzûruna varıp, tam bir
yalvarma ve yakarışla; "Efendim ne olur bana izin verin. Sizin hastalığınız bana
geçsin. Sizin hastalığınızı ben taşıyayım. Çünkü benim varlığım olsa da olur,
olmasa da olur. Sizin vücûdunuz lâzım. Hak teâlânın sizin yüzünüzden nice nice
faydalar yaratması umulur." deyince, Hâce Ubeydullah; "Sen çok gençsin. Henüz
âlemi görmemişsin ve kendin için nice ümitlerin ve gönlünde nice arzuların
vardır." buyurdu. Mevlânâ Nûreddîn ağlayarak; "Efendim! Benim bundan başka bir
arzum yoktur. Kendimi size fedâ ettim." dedi. Hâce Ubeydullah onun bu isteğini
kabûl edip, izin verdi. Mevlânâ Nûreddîn hocasının hastalık yükünü üzerine aldı.
Hâce Ubeydullah iyi olup ayağa kalktı ve talebeleri ile meşgûl olmaya devâm
etti. Mevlânâ Nûreddîn hastalıktan yatağa düştü ve birkaç gün sonra vefât etti. |
|