CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜRÎD (M)

Irak'ta yetişen büyük velîlerinden Mekârim en-Nehr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Sâdık mürid kimdir?" dediler. Cevaben; "Sâdık mürîd yâni talebe kalbinden her şeyi çıkaran kimsedir. Kadere rızâ gösterir." buyurdular.

Büyük velî Mevlânâ Ebû Saîd hazretleri gençliğinde Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bağlanarak, derslerine devâm etti. Bir sene sonra, zaman zaman hocasının iltifatlarına kavuştu. Bu iltifatları bir ara kesildi. Bunun üzerine Mevlânâ Ebû Saîd'de öyle bir kabz, sıkıntı ve daralma hâli meydana gelip helâk olma noktasına geldi. Bu hal yirmi gün kadar devâm etti. Mevlânâ Ebû Saîd bâzı büyüklerin; "Teheccüd namazından sonra Yâsîn-i şerîf okuyup sonra her ne duâ edilirse, makbûl olur." sözüne izâfeten bir gece teheccüd vaktinde Yâsîn-i şerîf okuyup; "Yâ Rabbî! Eğer bende hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini rahatsız eden bir şey varsa, onu benden gider. Eğer benim istidâd ve kâbiliyetimde hocamı rahatsız edecek bir hâlim varsa vücûdu mu ortadan kaldır veya beni bu dergâhtan uzak eyle." diye yalvardı. Çok ağlayıp göz yaşı döktü. Sabahleyin Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetine gittiğinde, hocasının ilk sözleri şu oldu: "Bir şeyden sıkıldığınızda, ya ölümünüzü yâhut dergâhtan uzaklaşmayı istiyorsunuz." buyurdu. Bundan, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin böyle sıkıntılarla kendisini terbiye etmekte olduğunu anladı. Bundan sonra yine önceki rahatlık hâli hâsıl oldu.

 

DERGÂHI TEMİZLERDİ

 

Bir sene yolculuktan, sonra Mevlânâ Hâlid,

Delhi’ye geldiğinde, ikindiydi tam vakit.

 

Delhi’nin toprağına, ilk ayak bastığında,

Dağıttı sevincinden, her ne varsa yanında.

 

Sonra varıp elini, öperek o büyüğün,

Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.

 

O da, ilk iş olarak, ezmek için nefsini,

Verdi ona dergâhın, günlük temizliğini.

 

Her zâhirî ilimde, çok büyük âlim iken,

Başladı vazîfeye, hiç îtirâz etmeden.

 

Kova ve süpürgeyi, her gün alıp eline,

Aylarca devam etti, dergâh temizliğine.

 

Kovasını kuyudan, su ile doldurarak,

Taşırdı omuzunda, bir sopaya takarak.

 

Dergâhtan o kuyuya, o kuyudan dergâha,

Gidip gidip gelirdi, bir günde, pekçok defa.

 

Hem dergâhın temizlik, işiyle uğraşırdı,

Ve hem de abdest için, depoya su taşırdı.

 

Üstâdının verdiği, bu temizlik işinden,

Eğer az bir gevşeklik, gelse idi içinden,

 

En şiddetli cezâyı, verip hemen nefsine.

Yine devam ederdi, aynı vazîfesine.

 

Bir gün nasıl olduysa, yaparken bu işini,

Az hissetti nefsinin, işe gayretini.

 

Derhâl kendi kendine, söylendi ki: “Ey nefsim,

Sana bu, çok şerefli, vazîfeyi veren kim?

 

Yapmak istemez isen, bu işi eğer ki sen,

Atarım elimdeki, süpürgeyi ve hemen,

 

Yerleri, sakalımla, süpürtürüm vallahi,

Vazîfene severek, devam et, durma haydi.”

 

Nefsini bu şekilde, paylayınca o biraz,

Ondan sonra nefsinden, gelmedi bir îtirâz.

 

Üstâdının verdiği, bu işi yapmak için,

Çalıştı canla başla, gevşeklik etmeksizin.

 

Su taşıya taşıya, aylarca omuzunda,

İki omuzu dahî, yara oldu sonunda.

 

Bir gün yine dergâha, omuzda su taşırken,

Mübârek üstâdıyla, karşılaştı âniden.

 

Abdullah-ı Dehlevî, şâhid oldu ki o an,

Hâlid-i Bağdâdî’nin, mübârek omuzundan,

 

Çıkıyor Arş’a doğru, muazzam büyük nûrlar,

Melekler hayranlıkla, onu seyrediyorlar.

 

Ne zaman ki üstâdı, vâkıf oldu bu hâle,

Anladı artık onun, geldiğini kemâle.

 

O’nu o vazîfeden, alarak en sonunda,

Emretti ki dâima, bulunsun huzûrumda.

 

Bâdemâ üstâdına, yaparak çok hizmetler.

Çekti çok mücâhede, ve çetin riyâzetler.

 

Beş ay da bulunarak, üstâdının yanında,

Olgunlaştı iyice, nazarları altında.

 

Bereketli sohbet ve, teveccühleri ile,

Bu vilâyet yolunda, kavuştu tam kemâle.

 

Abdullah Dehlevî’nin, kalbinde sır ve esrar,

Ne varsa üstünlükten, hepsine oldu mazhar.

 

Yâni onda bulunan, o şerefli emânet,

Hâlid-i Bağdâdî’ye, geçmiş oldu nihâyet.

 

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) sâlihleri ve meczûbları aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi dolaşır ve temiz kalblileri bulur, onlardan nasîbini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihâre yaptı. Rüyâsında Muhammed Pârisâ hazretlerini gördü. Muhammed Pârisâ rüyâsında ona buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlâk ile ahlâklanmaktır. Bu büyük nîmet ve saâdet ele geçince, bu yolda elde edilecek fayda, elde edilmiş demektir." Muhammed Bâkî-billah, başlangıçta ilk istifâdesini şöyle anlatmıştır: "İlk defâ günahlardan tövbe, Hâce Übeyd hazretlerinin huzûrunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını istedim. Sonra Semerkand'da bulunan ve Ahmed Yesevî'nin yolunda olan İftihâr-ı Şeyh'e talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar "Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız." dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; "Bir Fâtiha okuyalım. Allahü teâlâ istikâmet versin, Büyüklerin maksadına uygun azîmet nasîb eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde haraplıklar ve düzelmeler vâkî olsun." dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah Belhî'nin huzûrunda tövbemi yeniledim. Elimi müsâfehaya yakın bir şekilde tuttu. Ümîd edilir ki, bunun bereketi kıyâmete kadar devâm eder."

Bundan sonra bir müddet daha dolaştım. Nihâyet rüyâda, Behâeddîn Buhârî Nakşibend hazretlerinin huzûrunda tam bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek arzusu âşikâr oldu. Bu yola girmek için her çâreye başvurdum. Nihâyet mübârek zâtlardan biri bana; "Peygamber efendimizden gelen zikr, neticeye kavuşturur." dedi. Bütün gayretimle bu sözü söyleyen zâttan zikri ve murâkabeyi almak için uğraştım. İki sene o zâtın silsilesindeki zikre, murâkabeye ve tesbihlere devâm ettim... Her ne kadar bu sırada gizli işâretler, diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip gönül bahçeme, Allahü teâlânın izni ile büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâallah o tohumu, ikrâm ve ihsân edip, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra Keşmîr'e gittim ve Bâbâ Vâli'nin sohbetine devâm edip, bereketli nazar ve teveccühlerine kavuştum. Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabûl kapısı aralandı. Onun vefâtından sonra da velîlerin ruhlarından feyz aldım.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, Mevlânâ Hâcegî İmkenegî hazretleri; "Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum!" buyurmasıyla, onun huzûruna kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Hâcegî İmkenegî hazretlerinin sohbetlerinde bulunmakla ve Behâeddîn Nakşibend'in ve halîfelerinin yüksek rûhâniyetlerinin imdâdı ile, bu büyükler silsilesine dâhil olup, Hâcegî İmkenegî'nin halîfesi olup makâmına geçti."

Hacegî İmkenegî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah'ı kısa zamanda tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona şöyle buyurdu: "Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin sizin sâyenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizle orada, sizden çok istifâde edip, büyük işler yapanlar gelecek." Böylece ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin orada yetişeceğini müjdeliyordu.

Hâcegî İmkenegî hazretlerinin, Muhammed Bâkî-billah'a hilâfet ve tam bir icâzet verip, Hindistan'a gönderdiğini duyan talebelerinden bâzıları gayrete gelip, aralarında bir huzursuzluk hâsıl oldu. Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni gelen bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî İmkenegî hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurmuştur: "Dostlarım bilsinler ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza gönderdiler. Yanımıza hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi. Şüphesiz öyle gelen böyle gider."

Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında acem diyârında, İran taraflarında bir beldede Turâbî adında ilim ehli ve müderris bir kimseye rüyâsında  Muhammed Çelebi Sultan gösterilir ve senin şeyhin bu zâttır denir. Bu rüyâ üzerinde müderrisliği ve medreseyi bırakıp kendisine rüyâsında gösterilen mübârek zâtı bulup ona talebe olmak için yollara düşer. Yemeden içmeden kesilir, sâde kuru ekmek gibi bâzı şeyler yer. Kâbe'ye varır orada arar. Rüyâsında; "Senin mürşidin Rum diyârında (Anadolu'da) sen oraya git." diye işâret olunur. Günlerce yolculuk yaparak ulaştığı Mekke'den ayrılıp Medîne'ye doğru yola çıkar. Medîne'de bir müddet kalır. Orada da; "Rum diyarına git!" diye işâret olunur. Oradan da ayrılıp yollara düşer. Kudüs yakınlarında Halîlürrahmân denilen beldeye ulaşır. Orada da Rum diyârına gitmesi işâret olunur. Senelerce bir diyardan bir diyara gezer durur. Kalbi yanık ve mahzun bir halde hep kendisine işâret edilen zâtı arar. Bu hal üzere otuz sene dolaşır. Nihâyet Anadolu'ya ulaşıp Burdur yakınlarında bir köye gelir. Bu sırada Muhammed Çelebi Sultan da o köyde dâvetlidir. Artık aradığına kavuşmuş ve işâret edilen mürşidini bulmuş olmanın sevinciyle huzûruna gidip elini öper. Hâlini anlatır ve talebeliğe kabûl edilir. Şeyh hazretleri Eğridir'e dergâhına dönerken, o da peşlerinden gelir. Dergâha varınca talebeler hocalarını karşılarlar. Sonra da sofra hazırlayıp yemeğe otururlar. Turâbî de sofraya dâvet edilir. Muhammed Çelebi Sultan ona iltifat edip kendi sofrasına alır. Fakat Turâbî yemeklerden yemez. Şeyh hazretleri niçin yemediğini sorunca; "Efendim! Sizi rüyâmda göreliden beri otuz senedir hayvânî gıdâ yemedim. Bu perhizimi bozmamak için yemiyorum." der. Bunun üzerine Şeyh hazretleri: "Şimdi kalbinde bu kadar zaman riyâzet çektim diye düşünürsün. Nefsini put edinmişsin. Allahü teâlâ katında makbul olmaz." dedi. Bunun üzerine Turâbî tövbe istiğfâr edip, karnı doyuncaya kadar yemeklerden yedi. Gece vakti olunca, Muhammed Çelebi Sultan, seccâdesini Turâbî'ye gönderdi. "Bu gece seccâdemiz üzerinde otursun! Allahü teâlânın kudretini görsün." buyurdu. Turâbî o gece Şeyh hazretlerinin seccâdesi üzerinde oturdu. Bir ara uyudu ve rüyâsında Peygamber efendimizi ve Ricâl-i gayb denilen evliyâyı gördü. Pekçok kerâmete şâhid olup mânevî ikramlara kavuştu.

Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sinâniyye Mescidinde ders vermekle meşgûl iken, yüzünde, işlediği günahların zulmeti bulunan bir genç geldi. Ona tasavvuf yolunda talebe olmak istediğini bildirdi. Fakat Muhammed Emin Erbilî bu gencin günahkâr hâlini firâseti ile anlayıp, bu yüksek yola hemen giremeyeceğini söyledi. O gence şimdiki günahlarından tövbe etmesini teklif etti. Fakat genç mutlaka tasavvuf yoluna girmekte ısrar etti. Bunun üzerine Muhammed Emin Erbilî hazretleri gence sert bir lisanla öncelikle günahlarından tövbe etmesi gerektiğini tasavvuf yoluna girmesinin kendisi için tehlikeli olabileceğini anlattı. O gece uykuya vardığı zaman rüyâsında hocası Şeyh Ömer Efendiyi gördü. Hocası Irak'tan, onun Bulak'taki evine gelmişti. Hocasını karşılamak için ayağa kalktı. Fakat hocası, kendisine kızgın ve heybetli bir şekilde bakıyordu. Yanında bulunan ve tasavvuf yoluna kabûl etmediği genci işâret ederek; "Bu genci yolumuza girmekten niçin alıkoyuyorsun? Sana bu yola girmek isteyen kim gelirse, onu kabûl et." buyurdu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu işâret üzerine daha çok kimseye tasavvuf yolunu anlatmaya ve bu yola girmek isteyenleri kabûl etmeye başladı. Bundan sonra onun üstünlüğünü ve fazîletini işiten herkes sohbetlerine koştu. O, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yola teşvik etti. Gece gündüz demeden bu vazifeye devâm etti. Bu maksatla birçok memleketi dolaştı. Binlerce kimse onun sohbetleri bereketiyle Allahü teâlânın beğendiği yola kavuştu. Bu sırada birçok sıkıntılarla karşılaştı. Onun bu hizmetine mâni olmak isteyenler çıktı. Fakat Allahü teâlânın yardım ve ihsânlarıyla hiçbirisi onu yolundan döndüremedi. Hoş sohbetiyle, güzel ahlâkı ve İslâmiyete uygun yaşayışıyla insanların gönüllerini fethetti.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Muhammed Sâdık hazretleri'nin, çocukluğunda, tâlim ve terbiyesi ile, yüksek dedesi Abdülehad (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri meşgûl oldu. Çok akıllı olup, nûr ve zekâ alâmetleri, yüzünden belliydi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Babam bana; "Sizin bu oğlunuz bana eşyânın hakîkatinden ve keyfiyetinden garip suâller soruyor. Çok zor cevap verebiliyorum" derdi." buyurdu.

Muhammed Sâdık, yüksek kâbiliyet ve yaradılışı sebebiyle hazret-i İmâm'ın, rahmet nazarlarının ve terbiyelerinin bereketi ile, üstün hâllere, pahâ biçilmez muâmelelere kavuştu. Hazret-i Hâce Bâkî-billah'ın ve muhterem babalarının dâimî tasarrufları altında idi. O günlerde velîlikte görülen ve cezbe denilen hâlin kendilerinde gâlib olduğu zamanlarda bile, din ilimleri öğrenmekten geri kalmayıp, onları da bitirmeğe uğraştı. Hâşim-i Keşmî anlattı: "İşittim ki: O günlerde çok defâ kendinden geçmenin ve cezbeye kapılmanın çokluğundan, başı açık yalın ayak, her tarafa gider, fakat yine de ders okuduğu kitapları ezberlerdi. Birgün yağmur yağarken, bir grup çocukla başı açık perişân bir hâlde durmuştu. Muhammed Bâkî-billah oradan geçiyordu. Onu bu vaziyette görünce, tebessüm edip; "Bizim meczûbumuz bakın ne yapıyor?" buyurdu."

Muhammed Sâdık hazretlerinin kendinden geçmesi, öyle bir hâle gelmişti ki, bu hâllerin kendini istilâ ettiği, kapladığı zamanlar, hazret-i Hâce (Muhammed Bâkî) bunları hafifletmek için, çarşıda pazarda satılan şeylerden, yemesini buyururdu. Hazret-i Hâce'nin bir mektubunda; "Gözümün nûru Muhammed Sâdık! Zâhir ve bâtınınız mübârek olsun. Hâlleriniz hamd edilecek derecede iyidir. İşte bu huzur içerisinde olunuz. Hâllere gark olmaktan endişe etmeyiniz." buyurdu. Muhammed Sâdık'ın yaşının küçük olduğu zamanlar, yerlerin ve kabirlerin keşfinde, görüşleri çok doğru idi. Hattâ hazret-i Hâce onun keşf ve firâsetine tam olarak îtimâd ederdi. Bâkî-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür ve bu mezarlarda yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen herbirinin hâlini, gördüğü gibi anlatırdı. Bir defâsında amcası ticaret için bir sefere çıkacaktı. Amcasıyla birlikte dedesi Abdülehad hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Kabrin başında bir müddet murâkabe de kaldılar, sonra başını kaldırıp; "Dedem, amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor." dedi. Muhammed Sâdık, o zaman küçük olduğu için, amcası onun bu sözüne aldırmayıp sefere çıkmaktan vaz geçmedi. Nihâyet sefere çıktı. Fakat gittiği yerde malı helâk oldu, kendisi vefât edip, bir daha geri dönemedi.

Hazret-i Hâce, sağlığında yetiştirmesi için talebelerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle edince, Muhammed Sâdık da onların arasındaydı. Belki de onların en iyisi idi. O da feyz alma elini, yüksek babalarının nûrlu eteklerine uzattı. Ancak bu şekilde kemâl ve ikmâl derecelerinin sonuna ulaşmak mümkün olurdu. Nitekim herkes;

"Böyle babaya, böyle evlâd yakışır."

mısraını söylüyordu.

İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Bâkî'ye yazdıkları mektupda şöyle arzettiler: "Muhammed Sâdık yaşının küçüklüğünden, kendini zabt edemiyor. Eğer huzûrunuza gelirken onu da getirirsem, çok terakki edeceğini zannediyorum. Dâmenkûh'a (dağ eteği) giderken yanımızda idi. Pek çok terakki eyledi. Hayret makâmında gark oldu. Hayret cihetinden bu fakîre çok benziyor."

Onu görenler, onunla konuşma ve görüşme şerefine kavuşanlar Allahü teâlâyı hatırlar, dünyâyı unuturlardı. Hattâ bâzı zenginler; "Bu genci gördüğümüz zaman, dünyâdan soğuyoruz."  derlerdi. Bir başkası bu Mahdumzâde'nin teslimiyetine temasla şöyle anlattı: "Bir gün bâzı komşuların sıkıntı ve cefâlarından ona şikâyet ederek; "Ne olur, bunların bâzılarına tenbih etseniz ve onları azarlasanız." dedim. Bu Mahdûmzâde temiz kalblerinden bir âh çekip; "Ey dostum! Eğer biz kızarsak, bizim, âdetlere uyan insanlarla aramızda ne fark olur." buyurdu. O derviş dedi ki: "Bu sözün mübârek ağzından öyle bir edâ ile çıkışı vardı ki sonunda, utandım ve kalbimde bir ağırlık gibi duran kin ve hırs tamâmen gitti."

Muhammed Sâdık hazretlerinin yüksek babaları İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine yazdığı bir mektup şöyledir: "Yüksek Babacığım, eşsiz mürşidim, gözlerimin nûru, cânım efendim! Bir gece terâvih namazında hâfız Kur'ân okuyordu. Çok geniş, çok nûrânî bir makâmı gördüm. Bunu hakîkat-ı Kur'ân makâmı zannettim. Fakat bu makam olduğunu söylemeye cür'et edemiyorum. Hakîkat-ı Muhammedînin bu makâmın merkezi olduğunu anladım. Sanki büyük bir denizi, bir testiye sığdırmış oluyorlar. Bu makam hakîkat-ı Muhammedînin tafsilidir. Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyânın büyüklerinden çoğu, kendi kâbiliyyet ve istidatları miktarınca o makamdan pay almışlardır. Bu makamdan tam pay alan bizim Peygamberimizden başkası bilinmiyor. Bu fakîr de bundan bir pay aldım. Allahü teâlâ yüksek teveccühleriniz bereketi ile büyük ve tam pay almamı nasîb eylesin. Bu makam daha iyice açıklanmadı. Bu muazzam ayda çok bereketler zâhir oluyor. Kardeşim Muhammed Saîd her zamanki gibidir. Vakitlerini Allahü teâlâyı anarak zikr ile kıymetlendiriyor. Şehirdeki dostlar da huzur içindedirler. Duâlar ederim efendim."

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı: "Bir defâ içime Kâbe-i muazzamaya gitmek aşkı düştü. Yol ve azık hazırlığımı yaptım ve hazret-i İmâm'a bu arzu ve isteğimi arzettim. Hemen; "Bu sene seni hacıların arasında görmüyorum" buyurdular. Hocamın bu sözünü iyi anlayamadım. Hazırlığımı bitirip yola koyuldum. Bir müddet gittikten sonra önüme yol kesiciler çıktı. Malımı, eşyâmı, neyim varsa hepsini talan ettiler. Beni de yaraladılar. Hocamın sözünü iyi anlamamanın cezâsını çektim. O sene hacca gidemedim. Sonraki sene hocamın iznini alıp, yeniden yol ve azık hazırlığımı yaptım. H.1032 senesi idi. Bir grup talebe arkadaşımla Haremeyn-i şerîfeyni ziyâret için yola çıktık. Yol azığımız az, bize katılanlar ise çoktu. Çok sıkıntı çekip vazifelerimizi yaptık. Elhamdülillah, cenâb-ı Hak karşılığında büyük saâdetler ihsân eyledi."

Büyük velîlerden Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendinden nasîhat isteyen bir kimseye buyurdular ki: "Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir üstâd, hoca lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana bâzı nasîhatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun zaman, huzûrunda, yıkayıcının elindeki meyyit, ölü gibi ol. Çünkü meyyit, yıkayıcının irâdesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit, yıkayıcıya aslâ îtirâz etmez.

Sakın hatırına o zâta karşı îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin huzûrunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyânı veya başka bir hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile berâber olma. Arkadaşlık etme. Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.

O zâta, hiçbir işinde îtiraz etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi aslâ terketme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayâyı azaltır, ona karşı hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdîm ettiğin zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne bırak, kapının yanında edeble dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, îtiraz etmeden ye. Başkasına verme.

O zâtın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar, talebelerini denerler. Onunla berâber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zâta karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu hâlde, sana müsâmaha gösterdiğini, seni cezâlandırmadığını görürsen, bilki o seni denemektedir. O zât, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şâyet seninle istişâre ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvâfık olduğunu söyle. Haddizâtında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtac olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.

Böyle bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyân içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır. Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle beş vakit namaza ve evinde nâfile namaza devâm et.

Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve huşû içerisinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü hayâ ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin nîmetlerini müşâhede etmek için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun. Resûlullah'a salâtü selâm oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur. Yüzün ile Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya dön. Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû'dan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın kudreti ile yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.

Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemeği ihtiyâcın kadar ye. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Orta derecede al. Lokmayı ağzına koymadan önce Besmele-i şerîfeyi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut. Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun."

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyururdu ki: "Peygamber efendimiz; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz." emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de hesâbımı görüyorum."