|
MÜRÎD (M)
Irak'ta yetişen büyük
velîlerinden Mekârim en-Nehr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine,
"Sâdık mürid kimdir?" dediler. Cevaben; "Sâdık mürîd yâni talebe kalbinden her
şeyi çıkaran kimsedir. Kadere rızâ gösterir." buyurdular.
Büyük velî Mevlânâ Ebû
Saîd hazretleri gençliğinde Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerine bağlanarak, derslerine devâm etti. Bir sene sonra, zaman
zaman hocasının iltifatlarına kavuştu. Bu iltifatları bir ara kesildi. Bunun
üzerine Mevlânâ Ebû Saîd'de öyle bir kabz, sıkıntı ve daralma hâli meydana gelip
helâk olma noktasına geldi. Bu hal yirmi gün kadar devâm etti. Mevlânâ Ebû Saîd
bâzı büyüklerin; "Teheccüd namazından sonra Yâsîn-i şerîf okuyup sonra her ne
duâ edilirse, makbûl olur." sözüne izâfeten bir gece teheccüd vaktinde Yâsîn-i
şerîf okuyup; "Yâ Rabbî! Eğer bende hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini
rahatsız eden bir şey varsa, onu benden gider. Eğer benim istidâd ve
kâbiliyetimde hocamı rahatsız edecek bir hâlim varsa vücûdu mu ortadan kaldır
veya beni bu dergâhtan uzak eyle." diye yalvardı. Çok ağlayıp göz yaşı döktü.
Sabahleyin Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetine gittiğinde, hocasının ilk sözleri şu
oldu: "Bir şeyden sıkıldığınızda, ya ölümünüzü yâhut dergâhtan uzaklaşmayı
istiyorsunuz." buyurdu. Bundan, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin böyle
sıkıntılarla kendisini terbiye etmekte olduğunu anladı. Bundan sonra yine önceki
rahatlık hâli hâsıl oldu.
DERGÂHI
TEMİZLERDİ
Bir sene yolculuktan, sonra
Mevlânâ Hâlid,
Delhi’ye geldiğinde,
ikindiydi tam vakit.
Delhi’nin toprağına, ilk
ayak bastığında,
Dağıttı sevincinden, her ne
varsa yanında.
Sonra varıp elini, öperek o
büyüğün,
Talebesi olmakla, şereflendi
aynı gün.
O da, ilk iş olarak, ezmek
için nefsini,
Verdi ona dergâhın, günlük
temizliğini.
Her zâhirî ilimde, çok büyük
âlim iken,
Başladı vazîfeye, hiç îtirâz
etmeden.
Kova ve süpürgeyi, her gün
alıp eline,
Aylarca devam etti, dergâh
temizliğine.
Kovasını kuyudan, su ile
doldurarak,
Taşırdı omuzunda, bir sopaya
takarak.
Dergâhtan o kuyuya, o
kuyudan dergâha,
Gidip gidip gelirdi, bir
günde, pekçok defa.
Hem dergâhın temizlik,
işiyle uğraşırdı,
Ve hem de abdest için,
depoya su taşırdı.
Üstâdının verdiği, bu
temizlik işinden,
Eğer az bir gevşeklik, gelse
idi içinden,
En şiddetli cezâyı, verip
hemen nefsine.
Yine devam ederdi, aynı
vazîfesine.
Bir gün nasıl olduysa,
yaparken bu işini,
Az hissetti nefsinin, işe
gayretini.
Derhâl kendi kendine,
söylendi ki: “Ey nefsim,
Sana bu, çok şerefli,
vazîfeyi veren kim?
Yapmak istemez isen, bu işi
eğer ki sen,
Atarım elimdeki, süpürgeyi
ve hemen,
Yerleri, sakalımla,
süpürtürüm vallahi,
Vazîfene severek, devam et,
durma haydi.”
Nefsini bu şekilde,
paylayınca o biraz,
Ondan sonra nefsinden,
gelmedi bir îtirâz.
Üstâdının verdiği, bu işi
yapmak için,
Çalıştı canla başla,
gevşeklik etmeksizin.
Su taşıya taşıya, aylarca
omuzunda,
İki omuzu dahî, yara oldu
sonunda.
Bir gün yine dergâha, omuzda
su taşırken,
Mübârek üstâdıyla,
karşılaştı âniden.
Abdullah-ı Dehlevî, şâhid
oldu ki o an,
Hâlid-i Bağdâdî’nin, mübârek
omuzundan,
Çıkıyor Arş’a doğru, muazzam
büyük nûrlar,
Melekler hayranlıkla, onu
seyrediyorlar.
Ne zaman ki üstâdı, vâkıf
oldu bu hâle,
Anladı artık onun, geldiğini
kemâle.
O’nu o vazîfeden, alarak en
sonunda,
Emretti ki dâima, bulunsun
huzûrumda.
Bâdemâ üstâdına, yaparak çok
hizmetler.
Çekti çok mücâhede, ve çetin
riyâzetler.
Beş ay da bulunarak,
üstâdının yanında,
Olgunlaştı iyice, nazarları
altında.
Bereketli sohbet ve,
teveccühleri ile,
Bu vilâyet yolunda, kavuştu
tam kemâle.
Abdullah Dehlevî’nin,
kalbinde sır ve esrar,
Ne varsa üstünlükten,
hepsine oldu mazhar.
Yâni onda bulunan, o şerefli
emânet,
Hâlid-i Bağdâdî’ye, geçmiş
oldu nihâyet.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) sâlihleri ve
meczûbları aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi dolaşır ve temiz
kalblileri bulur, onlardan nasîbini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i
aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak
ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihâre yaptı. Rüyâsında Muhammed Pârisâ
hazretlerini gördü. Muhammed Pârisâ rüyâsında ona buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda
ilerlemek en iyi ahlâk ile ahlâklanmaktır. Bu büyük nîmet ve saâdet ele geçince,
bu yolda elde edilecek fayda, elde edilmiş demektir." Muhammed Bâkî-billah,
başlangıçta ilk istifâdesini şöyle anlatmıştır: "İlk defâ günahlardan tövbe,
Hâce Übeyd hazretlerinin huzûrunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını istedim.
Sonra Semerkand'da bulunan ve Ahmed Yesevî'nin yolunda olan İftihâr-ı Şeyh'e
talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar "Siz gençsiniz, siz bu
işe katlanamazsınız." dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; "Bir Fâtiha
okuyalım. Allahü teâlâ istikâmet versin, Büyüklerin maksadına uygun azîmet nasîb
eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde haraplıklar ve düzelmeler vâkî
olsun." dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah Belhî'nin huzûrunda tövbemi
yeniledim. Elimi müsâfehaya yakın bir şekilde tuttu. Ümîd edilir ki, bunun
bereketi kıyâmete kadar devâm eder."
Bundan sonra bir müddet daha
dolaştım. Nihâyet rüyâda, Behâeddîn Buhârî Nakşibend hazretlerinin huzûrunda tam
bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek arzusu âşikâr oldu.
Bu yola girmek için her çâreye başvurdum. Nihâyet mübârek zâtlardan biri bana;
"Peygamber efendimizden gelen zikr, neticeye kavuşturur." dedi. Bütün gayretimle
bu sözü söyleyen zâttan zikri ve murâkabeyi almak için uğraştım. İki sene o
zâtın silsilesindeki zikre, murâkabeye ve tesbihlere devâm ettim... Her ne kadar
bu sırada gizli işâretler, diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı
yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip gönül bahçeme, Allahü teâlânın izni ile
büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâallah o tohumu, ikrâm ve ihsân edip,
gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra
Keşmîr'e gittim ve Bâbâ Vâli'nin sohbetine devâm edip, bereketli nazar ve
teveccühlerine kavuştum. Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler
ile kabûl kapısı aralandı. Onun vefâtından sonra da velîlerin ruhlarından feyz
aldım.
Muhammed Bâkî-billah
hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, Mevlânâ Hâcegî İmkenegî
hazretleri; "Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum!" buyurmasıyla, onun huzûruna
kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun yüksek hâllerini dinledikten
sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Hâcegî
İmkenegî hazretlerinin sohbetlerinde bulunmakla ve Behâeddîn Nakşibend'in ve
halîfelerinin yüksek rûhâniyetlerinin imdâdı ile, bu büyükler silsilesine dâhil
olup, Hâcegî İmkenegî'nin halîfesi olup makâmına geçti."
Hacegî İmkenegî hazretleri,
Muhammed Bâkî-billah'ı kısa zamanda tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere
kavuşturduktan sonra ona şöyle buyurdu: "Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı
ve bu yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar Hindistan'a
gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin sizin sâyenizde parlayacağını görüyorum.
Bereket ve terbiyenizle orada, sizden çok istifâde edip, büyük işler yapanlar
gelecek." Böylece ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
orada yetişeceğini müjdeliyordu.
Hâcegî İmkenegî
hazretlerinin, Muhammed Bâkî-billah'a hilâfet ve tam bir icâzet verip,
Hindistan'a gönderdiğini duyan talebelerinden bâzıları gayrete gelip, aralarında
bir huzursuzluk hâsıl oldu. Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni
gelen bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü.
Hâcegî İmkenegî hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurmuştur: "Dostlarım
bilsinler ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza gönderdiler.
Yanımıza hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi. Şüphesiz öyle
gelen böyle gider."
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamânında acem diyârında, İran taraflarında bir beldede Turâbî adında ilim ehli
ve müderris bir kimseye rüyâsında Muhammed Çelebi Sultan gösterilir ve
senin şeyhin bu zâttır denir. Bu rüyâ üzerinde müderrisliği ve medreseyi bırakıp
kendisine rüyâsında gösterilen mübârek zâtı bulup ona talebe olmak için yollara
düşer. Yemeden içmeden kesilir, sâde kuru ekmek gibi bâzı şeyler yer. Kâbe'ye
varır orada arar. Rüyâsında; "Senin mürşidin Rum diyârında (Anadolu'da) sen
oraya git." diye işâret olunur. Günlerce yolculuk yaparak ulaştığı Mekke'den
ayrılıp Medîne'ye doğru yola çıkar. Medîne'de bir müddet kalır. Orada da; "Rum
diyarına git!" diye işâret olunur. Oradan da ayrılıp yollara düşer. Kudüs
yakınlarında Halîlürrahmân denilen beldeye ulaşır. Orada da Rum diyârına gitmesi
işâret olunur. Senelerce bir diyardan bir diyara gezer durur. Kalbi yanık ve
mahzun bir halde hep kendisine işâret edilen zâtı arar. Bu hal üzere otuz sene
dolaşır. Nihâyet Anadolu'ya ulaşıp Burdur yakınlarında bir köye gelir. Bu sırada
Muhammed Çelebi Sultan da o köyde dâvetlidir. Artık aradığına kavuşmuş ve işâret
edilen mürşidini bulmuş olmanın sevinciyle huzûruna gidip elini öper. Hâlini
anlatır ve talebeliğe kabûl edilir. Şeyh hazretleri Eğridir'e dergâhına
dönerken, o da peşlerinden gelir. Dergâha varınca talebeler hocalarını
karşılarlar. Sonra da sofra hazırlayıp yemeğe otururlar. Turâbî de sofraya dâvet
edilir. Muhammed Çelebi Sultan ona iltifat edip kendi sofrasına alır. Fakat
Turâbî yemeklerden yemez. Şeyh hazretleri niçin yemediğini sorunca; "Efendim!
Sizi rüyâmda göreliden beri otuz senedir hayvânî gıdâ yemedim. Bu perhizimi
bozmamak için yemiyorum." der. Bunun üzerine Şeyh hazretleri: "Şimdi kalbinde bu
kadar zaman riyâzet çektim diye düşünürsün. Nefsini put edinmişsin. Allahü teâlâ
katında makbul olmaz." dedi. Bunun üzerine Turâbî tövbe istiğfâr edip, karnı
doyuncaya kadar yemeklerden yedi. Gece vakti olunca, Muhammed Çelebi Sultan,
seccâdesini Turâbî'ye gönderdi. "Bu gece seccâdemiz üzerinde otursun! Allahü
teâlânın kudretini görsün." buyurdu. Turâbî o gece Şeyh hazretlerinin seccâdesi
üzerinde oturdu. Bir ara uyudu ve rüyâsında Peygamber efendimizi ve Ricâl-i gayb
denilen evliyâyı gördü. Pekçok kerâmete şâhid olup mânevî ikramlara kavuştu.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Sinâniyye Mescidinde ders vermekle meşgûl iken,
yüzünde, işlediği günahların zulmeti bulunan bir genç geldi. Ona tasavvuf
yolunda talebe olmak istediğini bildirdi. Fakat Muhammed Emin Erbilî bu gencin
günahkâr hâlini firâseti ile anlayıp, bu yüksek yola hemen giremeyeceğini
söyledi. O gence şimdiki günahlarından tövbe etmesini teklif etti. Fakat genç
mutlaka tasavvuf yoluna girmekte ısrar etti. Bunun üzerine Muhammed Emin Erbilî
hazretleri gence sert bir lisanla öncelikle günahlarından tövbe etmesi
gerektiğini tasavvuf yoluna girmesinin kendisi için tehlikeli olabileceğini
anlattı. O gece uykuya vardığı zaman rüyâsında hocası Şeyh Ömer Efendiyi gördü.
Hocası Irak'tan, onun Bulak'taki evine gelmişti. Hocasını karşılamak için ayağa
kalktı. Fakat hocası, kendisine kızgın ve heybetli bir şekilde bakıyordu.
Yanında bulunan ve tasavvuf yoluna kabûl etmediği genci işâret ederek; "Bu genci
yolumuza girmekten niçin alıkoyuyorsun? Sana bu yola girmek isteyen kim gelirse,
onu kabûl et." buyurdu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu işâret üzerine daha
çok kimseye tasavvuf yolunu anlatmaya ve bu yola girmek isteyenleri kabûl etmeye
başladı. Bundan sonra onun üstünlüğünü ve fazîletini işiten herkes sohbetlerine
koştu. O, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yola teşvik etti. Gece
gündüz demeden bu vazifeye devâm etti. Bu maksatla birçok memleketi dolaştı.
Binlerce kimse onun sohbetleri bereketiyle Allahü teâlânın beğendiği yola
kavuştu. Bu sırada birçok sıkıntılarla karşılaştı. Onun bu hizmetine mâni olmak
isteyenler çıktı. Fakat Allahü teâlânın yardım ve ihsânlarıyla hiçbirisi onu
yolundan döndüremedi. Hoş sohbetiyle, güzel ahlâkı ve İslâmiyete uygun
yaşayışıyla insanların gönüllerini fethetti.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Muhammed Sâdık hazretleri'nin, çocukluğunda, tâlim ve
terbiyesi ile, yüksek dedesi Abdülehad (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
meşgûl oldu. Çok akıllı olup, nûr ve zekâ alâmetleri, yüzünden belliydi. Babası
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Babam bana; "Sizin bu oğlunuz bana eşyânın
hakîkatinden ve keyfiyetinden garip suâller soruyor. Çok zor cevap
verebiliyorum" derdi." buyurdu.
Muhammed Sâdık, yüksek
kâbiliyet ve yaradılışı sebebiyle hazret-i İmâm'ın, rahmet nazarlarının ve
terbiyelerinin bereketi ile, üstün hâllere, pahâ biçilmez muâmelelere kavuştu.
Hazret-i Hâce Bâkî-billah'ın ve muhterem babalarının dâimî tasarrufları altında
idi. O günlerde velîlikte görülen ve cezbe denilen hâlin kendilerinde gâlib
olduğu zamanlarda bile, din ilimleri öğrenmekten geri kalmayıp, onları da
bitirmeğe uğraştı. Hâşim-i Keşmî anlattı: "İşittim ki: O günlerde çok defâ
kendinden geçmenin ve cezbeye kapılmanın çokluğundan, başı açık yalın ayak, her
tarafa gider, fakat yine de ders okuduğu kitapları ezberlerdi. Birgün yağmur
yağarken, bir grup çocukla başı açık perişân bir hâlde durmuştu. Muhammed
Bâkî-billah oradan geçiyordu. Onu bu vaziyette görünce, tebessüm edip; "Bizim
meczûbumuz bakın ne yapıyor?" buyurdu."
Muhammed Sâdık hazretlerinin
kendinden geçmesi, öyle bir hâle gelmişti ki, bu hâllerin kendini istilâ ettiği,
kapladığı zamanlar, hazret-i Hâce (Muhammed Bâkî) bunları hafifletmek için,
çarşıda pazarda satılan şeylerden, yemesini buyururdu. Hazret-i Hâce'nin bir
mektubunda; "Gözümün nûru Muhammed Sâdık! Zâhir ve bâtınınız mübârek olsun.
Hâlleriniz hamd edilecek derecede iyidir. İşte bu huzur içerisinde olunuz.
Hâllere gark olmaktan endişe etmeyiniz." buyurdu. Muhammed Sâdık'ın yaşının
küçük olduğu zamanlar, yerlerin ve kabirlerin keşfinde, görüşleri çok doğru idi.
Hattâ hazret-i Hâce onun keşf ve firâsetine tam olarak îtimâd ederdi.
Bâkî-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür ve bu mezarlarda
yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen herbirinin hâlini,
gördüğü gibi anlatırdı. Bir defâsında amcası ticaret için bir sefere çıkacaktı.
Amcasıyla birlikte dedesi Abdülehad hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler.
Kabrin başında bir müddet murâkabe de kaldılar, sonra başını kaldırıp; "Dedem,
amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor." dedi. Muhammed Sâdık, o zaman küçük
olduğu için, amcası onun bu sözüne aldırmayıp sefere çıkmaktan vaz geçmedi.
Nihâyet sefere çıktı. Fakat gittiği yerde malı helâk oldu, kendisi vefât edip,
bir daha geri dönemedi.
Hazret-i Hâce, sağlığında
yetiştirmesi için talebelerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle edince,
Muhammed Sâdık da onların arasındaydı. Belki de onların en iyisi idi. O da feyz
alma elini, yüksek babalarının nûrlu eteklerine uzattı. Ancak bu şekilde kemâl
ve ikmâl derecelerinin sonuna ulaşmak mümkün olurdu. Nitekim herkes;
"Böyle babaya, böyle
evlâd yakışır."
mısraını söylüyordu.
İmâm-ı Rabbânî, Muhammed
Bâkî'ye yazdıkları mektupda şöyle arzettiler: "Muhammed Sâdık yaşının
küçüklüğünden, kendini zabt edemiyor. Eğer huzûrunuza gelirken onu da
getirirsem, çok terakki edeceğini zannediyorum. Dâmenkûh'a (dağ eteği) giderken
yanımızda idi. Pek çok terakki eyledi. Hayret makâmında gark oldu. Hayret
cihetinden bu fakîre çok benziyor."
Onu görenler, onunla konuşma
ve görüşme şerefine kavuşanlar Allahü teâlâyı hatırlar, dünyâyı unuturlardı.
Hattâ bâzı zenginler; "Bu genci gördüğümüz zaman, dünyâdan soğuyoruz."
derlerdi. Bir başkası bu Mahdumzâde'nin teslimiyetine temasla şöyle anlattı:
"Bir gün bâzı komşuların sıkıntı ve cefâlarından ona şikâyet ederek; "Ne olur,
bunların bâzılarına tenbih etseniz ve onları azarlasanız." dedim. Bu Mahdûmzâde
temiz kalblerinden bir âh çekip; "Ey dostum! Eğer biz kızarsak, bizim, âdetlere
uyan insanlarla aramızda ne fark olur." buyurdu. O derviş dedi ki: "Bu sözün
mübârek ağzından öyle bir edâ ile çıkışı vardı ki sonunda, utandım ve kalbimde
bir ağırlık gibi duran kin ve hırs tamâmen gitti."
Muhammed Sâdık hazretlerinin
yüksek babaları İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine yazdığı bir mektup şöyledir: "Yüksek Babacığım, eşsiz
mürşidim, gözlerimin nûru, cânım efendim! Bir gece terâvih namazında hâfız
Kur'ân okuyordu. Çok geniş, çok nûrânî bir makâmı gördüm. Bunu hakîkat-ı Kur'ân
makâmı zannettim. Fakat bu makam olduğunu söylemeye cür'et edemiyorum. Hakîkat-ı
Muhammedînin bu makâmın merkezi olduğunu anladım. Sanki büyük bir denizi, bir
testiye sığdırmış oluyorlar. Bu makam hakîkat-ı Muhammedînin tafsilidir.
Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyânın büyüklerinden çoğu, kendi kâbiliyyet ve
istidatları miktarınca o makamdan pay almışlardır. Bu makamdan tam pay alan
bizim Peygamberimizden başkası bilinmiyor. Bu fakîr de bundan bir pay aldım.
Allahü teâlâ yüksek teveccühleriniz bereketi ile büyük ve tam pay almamı nasîb
eylesin. Bu makam daha iyice açıklanmadı. Bu muazzam ayda çok bereketler zâhir
oluyor. Kardeşim Muhammed Saîd her zamanki gibidir. Vakitlerini Allahü teâlâyı
anarak zikr ile kıymetlendiriyor. Şehirdeki dostlar da huzur içindedirler.
Duâlar ederim efendim."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
anlattı: "Bir defâ içime Kâbe-i muazzamaya gitmek aşkı düştü. Yol ve azık
hazırlığımı yaptım ve hazret-i İmâm'a bu arzu ve isteğimi arzettim. Hemen; "Bu
sene seni hacıların arasında görmüyorum" buyurdular. Hocamın bu sözünü iyi
anlayamadım. Hazırlığımı bitirip yola koyuldum. Bir müddet gittikten sonra önüme
yol kesiciler çıktı. Malımı, eşyâmı, neyim varsa hepsini talan ettiler. Beni de
yaraladılar. Hocamın sözünü iyi anlamamanın cezâsını çektim. O sene hacca
gidemedim. Sonraki sene hocamın iznini alıp, yeniden yol ve azık hazırlığımı
yaptım. H.1032 senesi idi. Bir grup talebe arkadaşımla Haremeyn-i şerîfeyni
ziyâret için yola çıktık. Yol azığımız az, bize katılanlar ise çoktu. Çok
sıkıntı çekip vazifelerimizi yaptık. Elhamdülillah, cenâb-ı Hak karşılığında
büyük saâdetler ihsân eyledi."
Büyük velîlerden
Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendinden nasîhat isteyen bir
kimseye buyurdular ki: "Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Herşeyden önce
sana lâzım olan, sana kendi ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine
itâattan kurtaracak bir üstâd, hoca lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için
uzak memleketlere gideceksen, sana bâzı nasîhatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun
zaman, huzûrunda, yıkayıcının elindeki meyyit, ölü gibi ol. Çünkü meyyit,
yıkayıcının irâdesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir.
Meyyit, yıkayıcıya aslâ îtirâz etmez.
Sakın hatırına o zâta karşı
îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme.
Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin huzûrunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği
şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma.
Ona bir rüyânı veya başka bir hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona
düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile berâber olma. Arkadaşlık etme.
Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.
O zâta, hiçbir işinde îtiraz
etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun
senin oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi aslâ terketme. Yolda giderken
onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayâyı azaltır, ona
karşı hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak
ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdîm ettiğin
zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne bırak, kapının yanında edeble
dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle.
Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir
şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, îtiraz etmeden ye. Başkasına verme.
O zâtın denemesinden çok
sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar, talebelerini denerler. Onunla berâber
olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zâta karşı edebe uymayan bir husus
meydana gelip, onun bundan haberi olduğu hâlde, sana müsâmaha gösterdiğini, seni
cezâlandırmadığını görürsen, bilki o seni denemektedir. O zât, bulunduğu yerden
çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana
görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şâyet seninle istişâre ederse, ona uygun
şekilde sana göre de muvâfık olduğunu söyle. Haddizâtında onun seninle meşveret
etmesi, senin görüşüne muhtac olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.
Böyle bir zâtı aradığın
müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün
kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve
isyân içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır. Abdestsiz
olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest
aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle beş vakit namaza ve evinde nâfile
namaza devâm et.
Abdesti en güzel ve
şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi,
abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme niyeti ile yıka.
Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve huşû içerisinde,
kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü hayâ ederek yıka.
Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak,
muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru
sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin nîmetlerini müşâhede etmek
için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun. Resûlullah'a salâtü selâm
oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur. Yüzün ile
Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya dön. Kul olduğunu,
Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû'dan kalkınca,
secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın kudreti ile yaşadığını
düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu düşünce üzere kal.
Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.
Acıkmadıkça yeme. Yemeği
doymadan bırak. Fazla su içme. Yemeği ihtiyâcın kadar ye. Yemek yerken, lokmayı
ne büyük ne de küçük al. Orta derecede al. Lokmayı ağzına koymadan önce
Besmele-i şerîfeyi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut. Yemekten sonra Allahü
teâlâya hamd ü senâda bulun."
Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri, hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde ictihâd makâmında
idi. Buyururdu ki: "Peygamber efendimiz; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı
görünüz." emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden
kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle
berâber, düşündüklerimde de hesâbımı görüyorum." |
|