MÜRÎD (İ - K)
Erzincan velîlerinden
İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası yeniçeri
başçavuşu olup, Rusya muhârebesinde iken İbrâhim Efendi (Aşçı Dede) doğmuş,
babasına müjdelenmiştir. İbrâhim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvufta
Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sonra
Erzincan'a gidip Hacı Fehmi Erzincânî hazretlerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun
sohbetlerinde kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede
rûznâmeci olarak vazîfe yaptı.
Hocasını tanıdığı ve
tasavvufta kemâle erip yükseldiği yer olması sebebiyle Kûy-i Cânân-ı Hakîkî diye
vasfettiği Erzincan'a gitmek için İstanbul'dan gemi ile yola çıkıp Trabzon'a
oradan da Erzincan'a geçti.
Şöyle anlatır: "Ben
bilmezdim. Fakat Kûy-i Cânân-ı Hakîkî Erzincan imiş. Altı-yedi gün gâyet hoş bir
yolculuktan sonra bir sabah vakti dağ üzerinde iken Erzincan Ovası göründü. Ova
gözüme o kadar hoş gözüktüğünden, elimde olmadan meâlen; "Bunlar Adn
Cennetleridir. Oraya devamlı kalıcılar olarak giriniz." buyrulan âyet-i kerîmeyi
okudum. Bu sırada yanımda bulunan yol arkadaşım İsmâil Ağa yüzüme bakıp neden bu
âyet-i kerîmeyi okuduğumu sordu. İçimden geldi deyince, benim tarîkat ehli bir
kimse olduğumu anlayıp; "Niçin söylemezsiniz, ben de tarîkat ehliyim." dedi.
Hangi tarîkatten olduğunu sorunca, "Hâlidiyye" dedi. Sonra Erzincan'da bu
tarîkatın çok yaygın olduğunu söyledi. Bu sırada ben Mevlevî tarîkatında idim.
Daha sonra Erzincan Ovasına
indik. Oradan Erzincan'a bir günlük yolumuz daha vardı. Ova o kadar hoşuma gitti
ki, hayretimi yol arkadaşım İsmâil Ağaya söyledim. Erzincan daha güzeldir, dedi.
"Zâhiri de bâtını da mâmur." sözünden; bu beldenin hem zâhiri hem de bâtını
mâmur bir belde olduğunu anladım. İçimden; "Bu beldede elbette büyük ve mübârek
bir zât olmalı. Çünkü insana pek hoş geliyor, bambaşka bir haz veriyor." diye
düşündüm. Hatırladığıma göre H.1270 senesinde Receb ayında Erzincan'a ulaştık.
Yolculuğumuz sırasında
İsmâil Efendiye Erzincan'da velîlerden kimler vardır, diye sordum. "Hacı Fehmi
Efendi vardır. Büyük bir zâttır. Hâlidiyye yolu halîfelerindendir. Şeyh Vehbi
Hayyât'ın (Terzi Baba) halîfesidir. Hani Erzincan'a girerken kabristanda
gördüğümüz türbe var ya işte o türbe Şeyh Vehbi Hayyât hazretlerinin
türbesidir." deyince, ben Fehmi Efendiyi daha görmeden ona âşık oldum. İsmâil
Efendi bana dedi ki: "Bu sözleri söyleyince yüzünün rengi değişti. Bambaşka
birisi oldunuz." Ben ise; "Gönlümde bambaşka bir tecelli hâsıl oldu. Fehmi
Efendinin aşkının ateşi üzerimde görülmeye başladı. Aman İsmâil Efendi! Bu Cumâ
günü ziyâretine gidip ayağının toprağına yüz sürelim." dedim. "Baş üstüne."
deyip, evine gitti. Bunun üzerine benim içime bir başka aşk ateşi düştü ki,
öncekinden daha tatlı ve tesirli idi. Cumâ gününün gelmesini iple çekiyordum.
Yemekten içmekten kesildim. Annem; "Sende bir efkâr var! Oğlum bu hal nedir?"
diye sordu. "Hiçbir şey değil birkaç gündür vücûdumda kırıklık hâli var."
diyerek cevap verdim.
Cumâ günü gelince, gusül
abdesti alıp temiz elbiselerimi giydim. İsmâil Ağa, berâber câmiye gitmek için
yanıma gelip; "Bugün güveği gibi giyinmişsin." deyince; "Evet öyledir. İnşâallah
Fehmi Efendinin dâmâdı olacağım." dedim.
Câmiye vardığımızda daha
kimse gelmemişti. Müezzin Kur'ân-ı kerîm okuyordu. İlk safa oturduk. Cemâat
yavaş yavaş toplanıyordu. Etrâfıma bakınırken sanki bir ses kulağıma arkana dön
bak der gibi oldu. Dönüp baktığımda bir zâtı oturuyor gördüm. Kalbimde şimşek
çakar gibi bir hâl oldu. Bir hareket ve âzâlarımda bir titreme meydana geldi. Bu
zâtın Hacı Fehmi Efendi olduğunu hissedip yanımda oturan İsmâil Efendiye
yavaşça; "Arkamızda bir zât oturuyor. Fehmi Efendi bu zât mıdır?" diye sordum.
Bakıp; "İşte odur." deyince, bende öyle bir heyecan meydana geldi ki, anlatmak
mümkün değil. Öyle mânevî bir hâle girdim ki, koca câmi sanki bana dar geldi.
Dönüp mübârek yüzüne bakamıyordum. Bakmadan da edemiyordum. Izdırabımdan
terlemeye başladım. İsmâil Ağa; "Çok muzdarip oldun sebebi nedir?" dedi.
"Arkamda oldukları için muzdarip olduğumu söyleyince; "Hazret-i Şeyh hoş görür.
Böyle şeyleri aramaz, üzülme." dedi. Halbuki benim ızdırabım başka bir sebepten
ileri geliyordu.
Nihâyet ezân okundu. Namaz
için kalktık, artık mübârek yüzünü görmek mümkündü. Ama başımı nasıl çevirip de
bakabilirdim. Edebimden dönüp bakamadım. Namazdan sonra içimden bir âh çektim.
İsmâil Ağa bana; "Sen bu hâl ile nasıl evlerine gidebileceksin?" deyince, artık
ister istemez gideceğiz, dedim. "Fazla oturmayalım. Hizmetçiye de tenbih edelim
bizim için tütün çubuğu da doldurmasın." dedim. İsmâil Ağa; "Hazret-i şeyhin
âdeti öyle değil muhakkak çubuk doldurtur." dedi. Ben içeri girerken hizmetçiye
içerde benim için sakın çubuk doldurma diye tenbih ettim.
Nihâyet İsmâil Ağa önde ben
de arkasında uzun bir merdivenden çıktık. Oturdukları oda uzun bir oda olup,
odada İbrâhim Paşa ve dört beş kişi daha misâfir vardı. İsmâil Efendi odaya önce
girdi. Fehmi Efendinin huzûruna girince, mübârek yüzüne baktım. Uzun boylu, ince
zayıf yapılı, buğday benizli, yüzünde nûr parlıyordu. Elini öpmek istediğimde
âdeti olmadığından ve tevâzu gösterip öptürmek istemediler. Öpmek nasîb oldu.
İsmâil Efendi; "Rûznâmeci efendidir." diyerek beni tanıttı. "Mâşâallah
bârekallah." buyurdular. Sonra karşısına oturmamı emretti. Huzûrunda edeple
oturdum, göz ucuyla yüzüne baktım. Hâlimi hatırımı sordu. Başım önüme eğik
olduğu halde cevap veriyordum. Çok sıkıldığımdan terledim. Sıkıldığımı anlayıp
bana bir şey söylemeyip diğer misâfirler ile konuştu. Bir müddet sohbetinde
kaldıktan sonra müsâde istedik. Ayrılırken elini öpmek istedim, elini yukarı
kaldırıp öptürmek istemedi. Fakat elimi biraz sıktılar. Âh âh milyonlarca âh!
Hani "Hayâli cihan değer" diye bir söz vardır. İşte şimdi o hatıralarımın hayâli
cihan değer. İşte bunları yazıp anlatırken o hayâl hâsıl oldu. Ağla gözlerim
ağla! Hocam Fehmi Efendinin ayrılık derdiyle ağla! Huzûrundan ayrılırken
müsâfeha edip elimi sıktıkları sırada kalbime şöyle yerleştirdiler ki: "Sen
bizimsin, üzülme, mahzun olma!" İşte o andaki sevincim sevdiğine kavuşan
kimsenin sevinci gibi pek ziyade oldu. Kan ter içinde huzûrundan ayrılıp dışarı
çıktım. Huzûrunda bana nasîb olan mânevî hâli İsmâil Efendiye açmadım. Bir
nazarlarıyla aşk-ı hakîkiye kavuşturdular.
İsmâil Ağa bana; "Artık
bugün senin bayramındır. Abdüssamed Efendinin ziyâretine de gidelim." dedi. "O
zât kimdir?" diye sorunca; "Terzi Baba'nın dâmâdıdır. Hem Terzi Baba'nın evini
de görmüş olursun." dedi. Doğruca oraya gittik. Evi, Câmi-i kebîrin yakınında
idi. Beş-altı merdiven basamağı çıktıktan sonra, büyük bir odada idiler. O
beldenin âdeti üzere odada bir de ocak vardı. Orayı görünce, içimden aynen
İstanbul'daki Merkez Efendinin çilehânesine benziyor düşüncesi geçti.
Abdüssamed Efendi bir köşede
oturuyordu. Leblebici Baba da yanındaydı. Başka misâfirler de vardı. Huzûruna
girince, elini öpmek istedim, öptürmediler. Karşılarına oturdum. Fakat Hacı
Fehmi Efendinin huzûrundaki gibi fazla hicap duymadım. Hürmet ve saygı
göstererek konuşuyordum. İsmâil Efendi bu fakiri tanıtınca, memnun oldu.
Abdüssamed Efendi konuşurken gözlerini yumuyor arasıra açıp tekrar kapatıyordu.
Leblebici Baba ise siyah bir aba giyinmiş elindeki tesbihini çekiyordu. Huzurda
bulunanlar edeple oturuyorlardı. Bir müddet sohbetten sonra müsâde alıp
ayrıldık. Sonra İsmâil Efendi ile bizim eve gittik. Bu zâtların hayatlarından ve
menkıbelerinden anlatmasını istedim.
İsmâil Efendi, Muhammed
Vehbi Hayyât hazretlerinin hayâtını uzun uzadıya anlatıp sözünü bitirdi fakat bu
fakirin de işini bitirdi. Yâni gönlüm tamâmiyle Vehbi Hayyât hazretlerine meyl
ve muhabbet ederek gece gündüz âh u figânım arttı. Ertesi günü vazîfe yerime
gittim. Bedenen vazîfe mahallim olan yerdeyim, fakat aklım, rûhum Muhammed Vehbi
Efendideydi. Olup bitenleri vazîfe arkadaşım Şerif Efendiye anlattım. Bana;
"İsmâil Efendinin nakl ve hikâyesinin hepsi doğrudur. Bu işler yakında olduğuna
göre bu durumları bilenler çoktur. Hem de Hoca Fehmi Efendinin, Şeyh Hayyât
hazretlerinin halîfesi olup, "Vehbi Efendinin makâmının Hacı Fehmi Efendiye
ihsân olunduğunda dahi aslâ şüphe yoktur." dedi. İşte şimdi baştan başa ateş
saçağı sardı. Fakat henüz yalnız olarak Fehmi Efendinin huzûruna gitmeye kuvvet
ve cesâretim yoktu. Bu sebeple İsmâil Efendiye bir kere daha gidelim dedim.
Bunun üzerine bir sabah gittik. Önceki gibi Hacı Fehmi Efendinin yine ellerini
öptük. Sonra, içimden Hacı Fehmi Efendiye karşı çekingenlik hâlim gidip, bir
ferahlık geldi. Bir ara kendisine baktığımda Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o
anda elimde olmayarak içimden bir aşk deryâsı zuhûr edip, iki gözümün pınarından
yaş geldi. Hele ki kendimi zabtederek sırrımı, içimde olanları dışarı vurmadım.
Biraz sonra İsmâil Efendinin işâreti ile izin isteyip huzurdan ayrıldık. İsmâil
Efendiye; "Benzeri cihana gelmemiş bir Yûsuf'a insan nasıl alâka, ilgi
gösterirse, işte, şâhid ve bilmiş olun ki, Fehmi Efendi hazretlerine de öyle
âşık oldum. Eğer bu aşk daha ilerlerse, bil ki, kalemi (rûznâmecilik vazîfesini)
çoluk çocuğumu terk eder, onun kapısında hizmetkâr olurum." dedim. İsmâil
Efendi; "Bu hususta korkum yoktur. Çünkü Hacı Fehmi Efendi hazretlerinin mânevî
kuvvet ve kudretlerini iyi bildiğim için, sizi bu duruma varmaya bırakmazlar."
dedi.
On beş-yirmi gün sonra
İsmâil Efendiyi çağırıp, Fehmi Efendi ve daha başkalarını bir akşam yemeğine
dâvet etmek istiyorum. Aceb Fehmi Efendi kabûl ederler mi?" dedim. "Kabûl
ederler." dedi. İsmâi Efendi ile berâber huzûruna varıp arz ettik. Kabûl
buyurdular. Oradan Abdüssamed Efendi, Leblebici Baba, Hacı Hafız Efendi,
Abdülbâki Baba ve diğer ihvâna giderek hepsini dâvet ettim. Ertesi günü akşam
yemeğine teşrif ettiler. Yemekten sonra sohbet başladı. Fakir de şöyle bir
köşede ayakkabılık tarafında oturdu. O âna kadar az çok ehl-i tarik ile
muhabbetimiz olmuş ise de onların birisinden işittiğim bâzı sözler fakiri o
kadar benden aldı ki, doğrusu aklım ve fikrim başka bir çeşit oldu. Abdüssamed
Efendi beni kasdederek buyurdular ki:
"Rûznâmeci Efendiyi kimseye
vermem. Benim olsun." dedi. Vehbi Hayyât Efendinin dâmâdı olduğu için Fehmi
Efendi ona çok hürmet gösterirdi. Buyurdular ki; "Rûznâmeci duâcınız, buna
fevkalâde teşekkür eder. Siz kabûl buyurursanız." dediler. Hepsinin ellerini
teker teker öptüm. İşte o dâvet sâyesinde biraz onlara alıştım. Fakat yine
yüzlerine bakamazdım. Önüme bakarak gâyet edepli arzederdim. Ertesi gün
Abdüssamed Efendi hazretlerine gittim. Merhamet ve lütuflarının çokluğundan bana
zikr yapmayı ve daha başka şeyleri öğretip, teveccüh buyurdular. Bu sırada
kalbim harekete geldi. Fakat bir başka âleme girdim. Başka bir renge boyandım.
Oradan Fehmi Efendinin
yanına geldim. Onlar da gâyet memnun olup duâ buyurdular. İşte elden geldiği ve
gücüm yettiği kadar zikr ile meşgûl oldum. İçimizdeki muhabbet git-gide
artıyordu. Hacı Fehmi Efendinin yanında bir köşede boynumu eğip zikr ile meşgûl
oldum.
Hacı Fehmi Efendinin
âdetleri üzere yanlarında dâimâ Muhammediyye kitabını okuturlardı. Erzurumlu bir
derviş olan İsmâil Efendi vardı. Sesi gâyet güzeldi. Muhammediyye'yi ona
okuturlardı. Orada bulunanların hepsi gözlerini yumup murâkabe hâlinde
dinlerlerdi. Kendileri de murâkabeye dalar bu âlemden çıkardı. Muhammediyye'yi
bir saat kadar okuturdu. Muhammediyye okunması tamam olunca, herkes donmuş
kalmış gibi olurlar, sonra kendilerine gelirlerdi. Fakir, Hacı Fehmi Efendinin
himmetiyle az zamanda hayli terakkî edip ilerleyerek, nice senelik müridler,
talebeler gibi oldum.
Hacı Fehmi Efendi, kendisine
talebe olmaya gelenler için; "Benim gibi zavallı birinin dervişi mi olur. Biz
kendimiz dervişiz. Ancak ihvân-ı din gelip, gönüller böyle arzu ediyor. Fakir de
elinden tutup hocam Vehbi Hayyât hazretlerinin sürüsüne katıyorum. Yalnız
fakirin hizmeti dışarıda kalan koyunları birer birer hazret-i Hayyât'ın sürüsüne
katmaktır. Oradan ötesine karışmam. O sürünün çobanı vardır. Benim işim onlara
teslimdir." buyururlardı.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk
tahsîline memleketinde başladı. Daha sonra Lâhor'a gitti. Zâhirî ilimleri tahsîl
ederken hatırına; "Bu hâlde ölürsem Hak teâlâyı bilmeden, tanımadan ölmüş
olurum." düşüncesi geldi ve tahsîli bıraktı. Memleketine dönüp, tâat ve ibâdetle
meşgûl oldu. İçine doğru yolu gösterici bir âlim bulup, onun vesîlesiyle velîlik
yolunda ilerlemek arzusu düştü. Bir gece rüyâda, Yûsuf aleyhisselâmın
güzelliğini andıran, pek güzel ve vekârlı bir büyüğün mübârek sûretini gördü.
Hatırından bu zâtın talebesi olmayı geçirdi. Uyanınca, hayret edip; "Bu büyüğü
nerede bulabilirim." dedi. Kendi kendine; "Rüyâda her görünen, uyanıklıkta zuhûr
etmeyebilir." dedi.
Fakat ertesi gece aynı
mübârek sîmâ ile karşılaştı. Onu o kadar sevdiğinden yerinde duramaz oldu. Daha
birkaç gece, hep o cemâl ve kemâl sâhibi sîmâyı görüp, bulamama üzüntülerini,
rüyâlarıyla tesellî eyledi. Sonra bir daha görmedi. Kararsızlık ve sabırsızlık
kalbini rahatsız etmeye başladı.
Bir sırdaşı vardı. Ona;
"Gece teheccüdden sonra gel, bana bir işâret ver de, evde olanlara ve anneme
haber vermeden, bizi Allahü teâlâya kavuşturacak bir velîyi aramaya çıkalım."
dedi. Kararlaştırdıkları saatte gelen arkadaşı ile herkes uykudayken divâne âşık
gibi birlikte evden çıktı. Serhend'e geldi. Buradayken kalbinde bir değişiklik
ve heyecân hâli başladı. Meşhur âlimlerden ve takvâ sâhiplerinden olan Şeyh
Cevher'e gitti. Dînimize tam bağlı bir rehber göstermesini arz etti. O da;
"Üzülme, istediğini bulacaksın." dedi. Kendi kendine; "Ekberâbâd'a gideyim,
belki aradığım rehberi o büyük beldede bulurum." diye düşündü. Bu hâldeyken,
Serhend çarşısında bir sofu ile görüştü. Derdini ona açınca, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini anlatıp, mescid ve hânekâhlarını gösterdi.
Gidip, kapılarının dışında
durdu. Zâhirî hâlleri iflâs ve çöküntü içindeydi. Bir derviş gitti ve İmâm-ı
Rabbânî'ye; "Bir müflis geldi, hizmetiniz ve huzûrunuz ile şereflenmek ister."
dedi. "Onu getirin." buyurdular. İçeri girdi. Nûrlu yüzünü görür görmez, "Daha
önce defâlarca rüyâda bana görünen mübârek sîmânın sâhibi budur." deyip, onları
tanıdı, şevk ile ağladı. Hazret-i İmâm, onu kucakladılar ve bir müddet öyle
durdular. Sonra başını kaldırıp, hemen husûsî odasına götürdü ve büyükler yolunu
tâlim eyledi. Kendilerine, "Benim maksûdum tamam oldu." diye arz etti. Çünkü
Hazret-i İmâm'ın âdetleri öyle idi ki; bir tâlib uzun zaman gelir gider de,
ancak ondan sonra ona büyükler yolunu telkîn ederlerdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
feyz ve himmetleri o kadar çok ve kuvvetliydi ki, daha sohbet olmadan, sâdece
huzûrunda bulunmakla Kerîmüddîn'in hâli değişti. İnâyetlere kavuştu. Misline
rastlanamayan bereketli nazarlar (bakışlar) altında, kısa zamanda çok ilerledi.
Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine
vesîle olması için icâzet verdi.
İcâzet ile şereflendikten
sonra memleketine dönen Kerîmüddîn Bâbâ Hasan, vazifeye başladı. O memleketin
halkından nice kimse onun sâyesinde bu şerefli yolun hakîkatine kavuştu. Feyz ve
bereketlere mazhar oldular.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinden icâzet almakla şereflenip memleketine döndüğünde, on kişiyi
talebe olarak almasına müsâade etmişlerdi. İkinci defâ huzurlarına gittiğinde bu
tasavvuf yolunu yetmiş kişiye tâlim edip öğretmesini istediler. Üçüncü defâ
gittiğinde, Fadl-âbâd isimli bir beldede bir handa konaklamıştı. Orada gördüğü
rüyâda, kendisini bir taht üzerine oturttuklarını ve vaktin sultânının eli bağlı
huzûrunda durduğunu gördü. Bu rüyânın tâbirini ve hikmetini merak ederek
hazret-i İmâm'ın huzûruna vardı. O daha rüyâyı anlatmadan, mutlak icâzet
vermekle şereflendirdiler. Üçüncü gidişinde bu ihsâna kavuştu.
Şeyh Mûsâ Şevîn memleketinde
makam ve otorite sâhibi mümtaz bir zâttı. Bir işi için Kerîmüddîn'in bulunduğu
kasabaya gitti. Bir vesîle ile onu görmeye geldi. Kerîmüddîn ona; "Siz hangi
yolda talebesiniz?" dedi. "Îsâ Belvetî'nin talebesiyim ve ondan icâzetim
vardır." dedi. Şeyh; "Kendinize müteveccih olun, benden size birşey gelecek."
dedi. O da başını eğdi. Kerîmüddîn teveccühle meşgûl oldu. Dil ile bir şeyden
bahsetmedi. Bu büyük zâtın âdetlerinden idi ki, yalnız teveccüh ve tasarrufla,
Ahrâriyye yolunu tâlibin kalbine verir ve zikr fidanı, tâlibin kalb bahçesinde
kalb tasarrufu ile dikilirdi. O anda sâlikin kalbi zikreder hâle gelirdi.
Bir müddet sonra Şeyh Mûsâ
başını kaldırdı ve; "Şeyh Îsâ Belvetî'nin nisbeti kalbimden silindi ve sizin
nisbetiniz kalbime yerleşti." dedi. Evine gittikten sonra oğlu Şeyh İshak'a bu
durumu açıkladı ve onu şeyhin sohbetine gitmeye teşvik etti. Oğlu Şeyhzâde
edâsıyla Kerîmüddîn'i görmeye geldi. Şeyh kendi eliyle odanın tâmirini yapmakla
meşgûldü. Bu sebeple eli, ayağı çamurluydu.
O hâl içinde Şeyhzâde geldi
ve selâm verdi. Kerîmüddîn ona doğru bir baktı ve; "Elimi yıkayıp, sizinle
müsâfeha edeyim." dedi. O, feryâd edip; "Efendim bir bakışınız ile yedi aydan
beri Şeyh Tâc Senbihlî'den aldığım nisbet benden gitti ve onun yerine sizin
nisbetiniz yerleşti." dedi. Kerîmüddîn onu husûsî odasına götürdü ve ona
teveccüh etti. Teveccüh esnâsında, bu büyük yolu kalbine yerleştirdi. Şeyhin
teveccühü ile, Şeyhzâde İshâk kendinden geçerek hareketsiz, güçsüz bir hâle
geldi. Şaşkın oldu. Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî kalktı ve hücrenin kapısının
zincirini dışardan bağladı. Sabahdan öğleye kadar geçti. Şeyhzâde hâlâ kendinden
geçmiş yatıyordu. Sonra Kerîmüddîn odanın kapısını açtı ve onun yanında oturdu.
Teveccüh eyledi. Şeyhzâde İshak kendine geldi ve; "Kalem kâğıt getiriniz. Biraz
önce İmâm-ı Rabbânî hazretleri burada idiler. Bana bir takım şeyler söylediler.
Yazayım, unutulmasın." dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurdukları şunlar
idi:
"Ey İshak! Sen benim oğlum
ve bütün hakîkî ve ince rumuzlarda halîfemsin. Ben magfiret olunmuşum, sen de
magfiret olunmuşsun. Seni vesîle edenler de magfiret olunmuşlardır. Çok sevdiğim
talebem Kerîmüddîn'e benim selâmımı söyle." Şeyhzâde, o yarım günlük zamanda
hilâfet alacak dereceye yükselmişti."
Kerîmüddîn ona; "Mâdem ki,
hazret-i İmâm sana icâzet verdiler, bu sana kâfidir." dedi ve onu gönderdi.
Memleketine gitti. Oranın halkı talebe olmak için onun etrâfına toplandı. İlk
talebesi, Mîrek Mes'ûd Bey bin Ahmed Bey Hân Kâbilî'dir. Devlet adamlarındandı.
Ahbab ve arkadaşları Mîrek Mes'ûd Beyi çekemeyip, kendisine; "Şeyhzâde İshak
yalanla kendini Ahrâriyye yolunda eyledi. Sen de gidip ona talebe oldun."
dediler. Bu asılsız sözlere aldanan Mîrek Şeyh, İshak'a talebe olduğundan
pişmânlık duydu ve iki üç gün hocası İshak'ın huzûruna gelmedi. Şeyh İshak
kalkıp, Mîrek'in evine gitti. Dil uzatanların sözleri Mîrek'e o kadar tesir
ettiğinden, Şeyh İshak'a saygı bile göstermedi. O da gayrete gelip, orada
oturmadı, dönüp evine gitti.
Mîrek Mes'ud Bey o gece
rüyâda, Hâce Behâeddîn-i Nakşibend'in (kuddise sirruh) geldiğini gördü. Bâzan o
kadar büyüyordu ki, bütün yer yüzünü ve göğü kaplıyor, bâzan da bir iplik kadar
inceliyordu. Mîrek'e hitabla; "Ey zavallı, Allah adamlarını tanımıyorsun."
buyurdu. Mîrek'in korkudan bütün vücûdu titredi ve dehşetle uyandı. Hemen Şeyh
İshak'ın huzûruna koştu. Yüzlerce yalvarma ve kırıklık ile ayaklarına kapanıp,
kusûrunun affını diledi ve; "Bu hasedciler için ne buyurursanız yapayım. Zîrâ
onlar benim canım ve îmânımla oynadılar." dedi. Şeyh İshak; "Onları huzûruna
yaklaştırma." buyurdu. O da öyle yaptı.
Büyük velî, fıkıh, tefsîr,
hadîs ve kelâm âlimi Kuşeyrî hazretleri anlattı: Hocam Ebû Ali Dekkak (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hocam Nasrâbâdî'nin meclisine, gusül abdesti
almadan gitmezdim."
"Başlangıçta ben de hocam
Ebû Ali'nin huzûruna oruçlu olmadan ve gusül abdesti almadan girmedim.
Medresenin kapısına gelir, hocamın heybetinden içeri girmeden geri dönerdim. Bir
defasında cesâret ederek içeri girdim. Medresenin ortasına geldiğimde, beni bir
hayret dalgası kapladı. O anda bana iğne batırsalar hissedecek durumda değildim.
Daha sonra hocamın meclislerinde devamlı bulunmaya başladıktan sonra, dilimle
ona bir şey sormaya hâcet duymadım. Benim hâcetimi, ben söylemeden açıklıyordu.
Hocamın bu kerâmetini, daha onun sohbetlerine başladığım anda fark ettim.
Bütün bunlardan ve tasavvuf
yolunda vuslata, nihâyete kavuştuktan sonra da, kalbimde hocama karşı hiçbir
îtirâz husûle gelmemiştir ve aklımdan geçmemiştir." |