CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜRÎD (D - H)

İskenderiye'de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden ilim ve edeb öğrendiğin üstâda hizmet, babaya hizmetten önce gelir. Çünkü baba, senin, bu birkaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesîle oldu. O kıymetli üstâd ise, seni safâ âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedî saâdetine vesîle olmaktadır."

"Dünyâya gelip, kâmil bir mürşidin (yol göstericinin) mânevî terbiyesi ile yetişmeden ölen bir kimse, kirli, pis olarak ölür. İsterse, insanların ve cinlerin sayısı kadar ibâdet yapmış olsun."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunan bir mürîdin talebenin dikkat etmesi gereken hususları şöyle bildirdi:

"Mürid, Allahü teâlânın kendisi için irâde etmiş olduğu şeyden başkasını, nefsi için irâde etmez. Murâd ise iki cihânda O'ndan başka bir şey irâde etmez.

Hakk'ın irâdesine râzı olan kendi irâdesini terkettiği zaman mürîd olur. Sevenin ve âşıkın kendi irâdesi yoktur ki, murâdı olsun. Hakkı irâde eden, Hakk'ın irâde ettiğinden başka bir şey irâde etmez. Murâdı Hak olanın Hakk'ın murâdından başka murâdı olmaz. Hak bir kimseyi irâde ederse, o kimse Hak'tan başka bir şey irâde etmez. Hakk'ın murâdı olan bir kimsenin murâdı sâdece Hak olur."

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf yoluna girişi, şöyle anlatılır: Henüz küçük yaşta olmasına rağmen, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir azimle yükseklikleri arar bir hâli vardı. Bir gün dört kişi ile mektebe gidiyordu. Gâyet güzel bir elbise giymiş, başına da güzel bir sarık sarmıştı. Giderken harâbe bir yerin önünden geçiyorlardı. Bu harâbe içinde sırtı yara olmuş bir eşek duruyordu. Bir karga bu hayvanın yarasını gagalıyordu. Hayvan âciz ve çâresiz bir halde kargayı kovamıyordu. Gâyet ızdıraplı ve perişân bir halde acı içinde kıvranıyordu. Bu hâl Ebû Osman Hîrî'yi çok üzdü, kalbi sızladı. Hemen hayvanın yanına yaklaşıp, başındaki sarığı çıkardı. Hayvanın yarasını sarığı ile sardı. Sırtındaki kıymetli cübbeyi de üzerine örttü. Zavallı hayvanı içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı. Bu hareketiyle kalbi rahatlamıştı. O gün daha eve dönmeden içine evliyânın feyzi ve sevgisi doğmuştu. Büyük bir şevkle arayışı artmıştı. Kalbi yanık ve perişan bir halde zamânın meşhur velîlerinden Yahyâ bin Muâz hazretlerinin huzûruna gitti. Bu zâtın dergâhına girip talebesi oldu. Bir müddet sonunda ders ve sohbetlerinde olgunlaşıp, pişti. Ancak arayışı sona ermiş değildi. Bir gün dergâha gelen bir grup misâfir, zamânın meşhur evliyâsından olan hocaları Şâh Şücâ Kirmânî hazretlerinden bahsedip, onun hallerini anlatmışlardı. Anlatılanları dinleyince içine o zâtı görme arzusu düştü. Bu sebeple Kirman'a gitti. Sohbetinde bulunmak için müsâde istedi. Ancak; "Sen recâyı, devamlı ümitli olma hâlini, kendine huy edinmişsin. Ümidi huy hâline getirmişsin. Recâyı taklid etmek benliktendir. Hocan Yahyâ bin Muâz'ın recâsı hakîkî, seninki ise taklîdîdir." diyerek talebeliğe kabûl etmedi. Fakat, dergâhından ayrılmadı. Devamlı yalvardı. Bu yalvarma hâli yirmi gün devâm etti. Sonunda onu sohbetine kabûl edip, talebeleri arasına aldı. Şah Şücâ Kirmânî hazretlerinin ders ve sohbetlerinden çok istifâde edip, feyz aldı.

Şah Şücâ Kirmânî, bir gün Ebû Osman Hîrî ile birlikte zamânın meşhûr velîlerinden Ebû Hafs Haddâd'ın ziyâretine gitmişti. Ebû Hafs Haddâd'ın sohbetinde bulunmaya can atıyor, ona talebe olmayı çok arzu ediyordu. Ancak hocası Şah Şücâ'dan da müsâde istemekten çekiniyordu. Allahü teâlâya duâ edip o zâtın yanında kalmayı nasîb etmesini istedi. Misâfirlikleri sırasında bir gün Ebû Hafs Haddâd gâyet neşeli bir hâlde Şah Şücâ Kirmânî'ye; "Bu genci burada bırak. Bu bizim hoşumuza gitti, onu sevdik." diyerek Ebû Osman Hîrî'yi istedi. Hocası onu kıramayıp kabûl etti. Onu bırakıp, memleketine döndü. Artık Ebû Osman Hîrî, Ebû Hafs Haddâd'ın talebesi oldu. Bir müddet ders ve sohbetlerine devâm etti. Bir gün hocası ona huzûrundan ayrılıp gitmesini söyledi. "Bir daha yanımıza gelmeni istemiyorum!" dedi. Ebû Osman Hîrî bu çetin imtihan karşısında edeple yerinden kalktı, bir şey söylemeden ve hocasına sırtını dönmeden geri geri yürüdü. Hocası gözden kayboluncaya kadar bu halde yüzünü dönmeden geriye doğru hem yürüdü hem de gâyet içli bir şekilde ağladı. Dergâhın eşiğine yakın bir yere bir çukur kazıp içine girmeyi ve buradan hocasını seyretmeyi, hocası emretmeyince bu çukurdan çıkmamaya karar verdi. O böyle âşık ve yanık bir halde kıvranırken, hocası Ebû Hafs Haddâd onun hâlini müşâhede edip yanına çağırdı. Yakın talebeleri arasına aldı. Ayrıca kızını verip kendine dâmâd yaptı. Ebû Osman Hîrî bu hocasının yanında kemâle erip büyük bir velî ve meşhûr bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber oldu. Yaşayışı, sohbetleri, vâz ve nasîhatlarıyla insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İnsanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Dergâhında pek çok kıymetli âlim yetişti.

Ebû Osman Hîrî hazretleri buyurdular ki: "Bir mürşide, rehbere talebe olan kimsenin, samîmî değilse, günden güne betbahtlığı artar."

"Tasavvufta yetişmek isteyen mürid, talebe, tasavvuf erbâbı olanların ilminden bir şey işitir ve bu işittiği şeyle amel ederse, bu husus kalbinde ömrünün sonuna kadar istifâde edeceği bir hikmet olur. İşitip amel etmeyen kimse için ise, işittiği şey ezberlenen bir hikâye gibi akılda kalır ve zamanla unutulup gider."

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mîrza Şahrûh'un hocalarındandır. Muhammed Hâşim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını yazdığı Zübdet-ül-Makâmât kitabının önsözünde şöyle anlatıyor: Devâmlı var olan ve O'ndan başkası O'nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serâpâ nûr olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed'e, Âline, Eshâbına, O'na tâbi olanların hepsine ve kıyâmete kadar O'nu sevenlere salât ü selâm ve iyi duâlar ederim.

İlim ve irfân kaynağı, gizli ve âşikâr hazîneler sâhibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i zeheb halkasının mestolmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun büyüklerinden bâzılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım îtibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan Nakşibendiyye'nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kâbiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devâm ettiği günlerde, o makâmlara kavuşmak istemenin verdiği arzû ile, elem ve sıkıntı içinde, dâimâ; "Haydi! Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan'a gitmem lâzımdır." diyordum. Mevlânâ buyurur ki:

Beyt:

Hindistan'ı rüyâmda gördüğüm günden beri,

Ümid gözüm açıldı, harâb buldum her yeri.

 

Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan'a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhut zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır." dedim.

Beyt:

Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı.

Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.

 

Bu günlerde idi. Bir gece rüyâmda büyük bir zât; "Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar." dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmânirrahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insanların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görürsün. O hâlde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allahü teâlâ tevvâbdır (Yâni ziyâdesiyle tövbe kabûl edicidir)." Allahü teâlânın kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.

Bu rüyâdan sonra diyar diyar gezip, Hindistan'ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr'a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kalblerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb'in isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sâhibi ve Kur'ân-ı kerîme muttalî büyük bir âlimin rüyâsına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini belâlardan, âfetlerden korusun.)

Burhânpûr'da silsile-i şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve tâliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Muhammed Nûmân'ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rüyâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâm-ı Rabbânî'nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ı Rabbânî'nin yüksek dergâhına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbetlerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.

Bu fakîr bir gün, Kur'ân-ı kerîm okurken; "Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd'a kavuşturur." (İsrâ sûresi: 79) meâlindeki âyet-i kerîmesine gelince, aklıma; "Teheccüd namazını kılmakla şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'un bereketlerinden nasîb alınıyor mu?" diye geldi. Hazret-i İmâm'a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut." buyurdular. "Çoğu zaman kılıyorum." dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'dan nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzûrunuza gelmiştim. Elhamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyân ettiniz." dedim.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakîrin de, bu devlet ve saâdete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel kokulu mektûplarından bir tâne de bu fakîre yazsalar ve bu mektup Mektûbât'ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım." diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla, şerîat sâhibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr'e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim." buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler.

Beyt:

Vücûdumun her kılı gelse de dile,

Şükrünün binde birini edemez bile.

 

Onların civârında ve duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnâsında, zamânın gavsi ve esrâr sâhibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ı Rabbânî'nin husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek dilinden, vakte, zamâna, hâle ve istidâda göre çıkan ve mârifetler hazînesi olan Mektûbât'ta bulunmayan, yeni ve tâze faydaları, yüksek mârifetleri, onların hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerâmetlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî'nin hocası kutb-ı zamân, çok yüksek makâmlar sâhibi, kalblerin nûrlandırıcısı, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu, efendimiz Hâce Muhammed Bâkî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr'a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzûsu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir mikdâr yazınca, hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefâtından sonra, teselliyi, hâllerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.

Nazm:

Bir balık ki mahrûm kalır Fırat'dan,

Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.

 

Hazret-i İmâm'ın vefât haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişân oldu. Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubâîyi söylüyordum:

 

Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim,

Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim.

Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü,

Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.

 

Akşam olunca şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle başıma gam örtüsünü bürüdüm. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.

 

Soğuk âh âteş-i gamla, gözümüz yaşlı her zaman,

Aşk habercisinden bir başka âcizlik var her zaman.

 

Damarlarım iplik oldu, yanan tenim iflâh olmaz,

Senin aşkından kalbimiz parçalanıyor her zaman,

 

Her kılın dibi mâtemden halka oldu, ey Hâşim,

Her halkada nice dille ben ağlarım her zaman.

 

Bu yanma ve gözyaşları arasında, hazret-i İmâm göründü. "Sabretmek lâzım." buyurdular. Binlerce kırıklık, perişânlık ve şaşkınlıkla; "Ey iki dünyâ seâdetimin sebebi, ateşe kim dayanabilir?" diye arz ettim. "İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti." buyurdular. Bu kendinden geçmiş sarhoş âşığın divâneliği arttı ve şu rubâîyi okudum:

 

Divâne gönlüm bu sözden daha çok mecnûn oldu,

Açılan yaralardan, feryâdım efzûn oldu.

Kırılan şişelerin içinde bir şey kalmaz,

Bu kalbim kırıldıkça daha çok kanla doldu.

 

Tekrar sahrâlara çıkmak istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden geçtim. Bu fakîrin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıyıp evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve mâtemle dolu olan evimize götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister istemez, güçsüz kuvvetsiz, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu hasret şiiri vardı:

 

Yol başlarında göz yaşı dökerek oturayım,

Gelen geçen yolculardan, senden haber sorayım.

Bâzan toz gibi kalkıp, bâzan yere ineyim,

Bundan iyi seferi olamaz güçsüzlerin,

Ciğerim, seve seve, yanıyor söyleyeyim

Gözümü kâse yapıp, altın gümüş ister gibi.

Kapındaki fakirlerden gözyaşı dileneyim

Evim inilti yatağı, ben de olayım ney gibi.

Belki böylece Yûsuf'tan bir haber edinirim,

Sahrâda yanan bir susuz, deryâya inmiş gibi,

Ondan haber verecek birini bekleyeyim.

Bu kâfile erbâbı, bey' ve şirâ hayrânı,

Gönlü düğüm yapıp Hâşim, hayâlle avunayım.