|
MÜRÎD (D - H)
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kendisinden ilim ve edeb öğrendiğin üstâda hizmet, babaya hizmetten önce gelir.
Çünkü baba, senin, bu birkaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesîle
oldu. O kıymetli üstâd ise, seni safâ âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedî
saâdetine vesîle olmaktadır."
"Dünyâya gelip, kâmil bir
mürşidin (yol göstericinin) mânevî terbiyesi ile yetişmeden ölen bir kimse,
kirli, pis olarak ölür. İsterse, insanların ve cinlerin sayısı kadar ibâdet
yapmış olsun."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunan bir
mürîdin talebenin dikkat etmesi gereken hususları şöyle bildirdi:
"Mürid, Allahü teâlânın
kendisi için irâde etmiş olduğu şeyden başkasını, nefsi için irâde etmez. Murâd
ise iki cihânda O'ndan başka bir şey irâde etmez.
Hakk'ın irâdesine râzı olan
kendi irâdesini terkettiği zaman mürîd olur. Sevenin ve âşıkın kendi irâdesi
yoktur ki, murâdı olsun. Hakkı irâde eden, Hakk'ın irâde ettiğinden başka bir
şey irâde etmez. Murâdı Hak olanın Hakk'ın murâdından başka murâdı olmaz. Hak
bir kimseyi irâde ederse, o kimse Hak'tan başka bir şey irâde etmez. Hakk'ın
murâdı olan bir kimsenin murâdı sâdece Hak olur."
Büyük velîlerden Ebû
Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf yoluna girişi,
şöyle anlatılır: Henüz küçük yaşta olmasına rağmen, Allahü teâlânın ihsân ettiği
bir azimle yükseklikleri arar bir hâli vardı. Bir gün dört kişi ile mektebe
gidiyordu. Gâyet güzel bir elbise giymiş, başına da güzel bir sarık sarmıştı.
Giderken harâbe bir yerin önünden geçiyorlardı. Bu harâbe içinde sırtı yara
olmuş bir eşek duruyordu. Bir karga bu hayvanın yarasını gagalıyordu. Hayvan
âciz ve çâresiz bir halde kargayı kovamıyordu. Gâyet ızdıraplı ve perişân bir
halde acı içinde kıvranıyordu. Bu hâl Ebû Osman Hîrî'yi çok üzdü, kalbi sızladı.
Hemen hayvanın yanına yaklaşıp, başındaki sarığı çıkardı. Hayvanın yarasını
sarığı ile sardı. Sırtındaki kıymetli cübbeyi de üzerine örttü. Zavallı hayvanı
içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı. Bu hareketiyle kalbi rahatlamıştı. O gün
daha eve dönmeden içine evliyânın feyzi ve sevgisi doğmuştu. Büyük bir şevkle
arayışı artmıştı. Kalbi yanık ve perişan bir halde zamânın meşhur velîlerinden
Yahyâ bin Muâz hazretlerinin huzûruna gitti. Bu zâtın dergâhına girip talebesi
oldu. Bir müddet sonunda ders ve sohbetlerinde olgunlaşıp, pişti. Ancak arayışı
sona ermiş değildi. Bir gün dergâha gelen bir grup misâfir, zamânın meşhur
evliyâsından olan hocaları Şâh Şücâ Kirmânî hazretlerinden bahsedip, onun
hallerini anlatmışlardı. Anlatılanları dinleyince içine o zâtı görme arzusu
düştü. Bu sebeple Kirman'a gitti. Sohbetinde bulunmak için müsâde istedi. Ancak;
"Sen recâyı, devamlı ümitli olma hâlini, kendine huy edinmişsin. Ümidi huy
hâline getirmişsin. Recâyı taklid etmek benliktendir. Hocan Yahyâ bin Muâz'ın
recâsı hakîkî, seninki ise taklîdîdir." diyerek talebeliğe kabûl etmedi. Fakat,
dergâhından ayrılmadı. Devamlı yalvardı. Bu yalvarma hâli yirmi gün devâm etti.
Sonunda onu sohbetine kabûl edip, talebeleri arasına aldı. Şah Şücâ Kirmânî
hazretlerinin ders ve sohbetlerinden çok istifâde edip, feyz aldı.
Şah Şücâ Kirmânî, bir gün
Ebû Osman Hîrî ile birlikte zamânın meşhûr velîlerinden Ebû Hafs Haddâd'ın
ziyâretine gitmişti. Ebû Hafs Haddâd'ın sohbetinde bulunmaya can atıyor, ona
talebe olmayı çok arzu ediyordu. Ancak hocası Şah Şücâ'dan da müsâde istemekten
çekiniyordu. Allahü teâlâya duâ edip o zâtın yanında kalmayı nasîb etmesini
istedi. Misâfirlikleri sırasında bir gün Ebû Hafs Haddâd gâyet neşeli bir hâlde
Şah Şücâ Kirmânî'ye; "Bu genci burada bırak. Bu bizim hoşumuza gitti, onu
sevdik." diyerek Ebû Osman Hîrî'yi istedi. Hocası onu kıramayıp kabûl etti. Onu
bırakıp, memleketine döndü. Artık Ebû Osman Hîrî, Ebû Hafs Haddâd'ın talebesi
oldu. Bir müddet ders ve sohbetlerine devâm etti. Bir gün hocası ona huzûrundan
ayrılıp gitmesini söyledi. "Bir daha yanımıza gelmeni istemiyorum!" dedi. Ebû
Osman Hîrî bu çetin imtihan karşısında edeple yerinden kalktı, bir şey
söylemeden ve hocasına sırtını dönmeden geri geri yürüdü. Hocası gözden
kayboluncaya kadar bu halde yüzünü dönmeden geriye doğru hem yürüdü hem de gâyet
içli bir şekilde ağladı. Dergâhın eşiğine yakın bir yere bir çukur kazıp içine
girmeyi ve buradan hocasını seyretmeyi, hocası emretmeyince bu çukurdan
çıkmamaya karar verdi. O böyle âşık ve yanık bir halde kıvranırken, hocası Ebû
Hafs Haddâd onun hâlini müşâhede edip yanına çağırdı. Yakın talebeleri arasına
aldı. Ayrıca kızını verip kendine dâmâd yaptı. Ebû Osman Hîrî bu hocasının
yanında kemâle erip büyük bir velî ve meşhûr bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve
yetiştirebilen bir rehber oldu. Yaşayışı, sohbetleri, vâz ve nasîhatlarıyla
insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İnsanların dünyâ ve
âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Dergâhında pek çok kıymetli âlim
yetişti.
Ebû Osman Hîrî hazretleri
buyurdular ki: "Bir mürşide, rehbere talebe olan kimsenin, samîmî değilse,
günden güne betbahtlığı artar."
"Tasavvufta yetişmek isteyen
mürid, talebe, tasavvuf erbâbı olanların ilminden bir şey işitir ve bu işittiği
şeyle amel ederse, bu husus kalbinde ömrünün sonuna kadar istifâde edeceği bir
hikmet olur. İşitip amel etmeyen kimse için ise, işittiği şey ezberlenen bir
hikâye gibi akılda kalır ve zamanla unutulup gider."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
önde gelen talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve
meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mîrza Şahrûh'un hocalarındandır.
Muhammed Hâşim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını
yazdığı Zübdet-ül-Makâmât kitabının önsözünde şöyle anlatıyor: Devâmlı var olan
ve O'ndan başkası O'nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serâpâ nûr
olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed'e, Âline, Eshâbına, O'na tâbi olanların
hepsine ve kıyâmete kadar O'nu sevenlere salât ü selâm ve iyi duâlar ederim.
İlim ve irfân kaynağı, gizli
ve âşikâr hazîneler sâhibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i
zeheb halkasının mestolmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin
baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun
büyüklerinden bâzılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım
îtibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk
zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan
Nakşibendiyye'nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi
ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin
kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek
isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kâbiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek
kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devâm ettiği günlerde, o makâmlara
kavuşmak istemenin verdiği arzû ile, elem ve sıkıntı içinde, dâimâ; "Haydi!
Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan'a gitmem lâzımdır." diyordum. Mevlânâ
buyurur ki:
Beyt:
Hindistan'ı rüyâmda
gördüğüm günden beri,
Ümid gözüm açıldı, harâb
buldum her yeri.
Bu elemlerden ve şuursuzca
söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp,
Hindistan'a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib
hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ
zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski
insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhut zamânımızda da vardır,
ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır." dedim.
Beyt:
Ya güzellerin kalbinde ehl-i
dile meyl kalmadı.
Ya âşıklar diyârında bir
sâhib-i dil kalmadı.
Bu günlerde idi. Bir gece
rüyâmda büyük bir zât; "Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde,
talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar." dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir
üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın
altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren
zât, üstâdın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi
tuttular ve; "Bismillâhirrahmânirrahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!"
buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu
düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok
insanların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye
girdiğini görürsün. O hâlde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allahü
teâlâ tevvâbdır (Yâni ziyâdesiyle tövbe kabûl edicidir)." Allahü teâlânın
kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.
Bu rüyâdan sonra diyar diyar
gezip, Hindistan'ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr'a vardım.
Gariblerin sığınağı, üzüntülü kalblerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb'in
isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sâhibi ve Kur'ân-ı
kerîme muttalî büyük bir âlimin rüyâsına göre, burası birçok beldelerden
hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini
belâlardan, âfetlerden korusun.)
Burhânpûr'da silsile-i
şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve tâliblerin kalblerini çekmekte
mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve
vicdan, insan görmüş insan, Muhammed Nûmân'ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak
için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman,
hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rüyâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler
yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâm-ı
Rabbânî'nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet bin otuz bir
senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ı Rabbânî'nin yüksek dergâhına
kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden
ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbetlerinden çok istifâde ettim. O cihânı
nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr
vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.
Bu fakîr bir gün, Kur'ân-ı
kerîm okurken; "Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah
seni Makâm-ı Mahmûd'a kavuşturur." (İsrâ sûresi: 79) meâlindeki âyet-i
kerîmesine gelince, aklıma; "Teheccüd namazını kılmakla şefâat makâmı olan
Makâm-ı Mahmûd'un bereketlerinden nasîb alınıyor mu?" diye geldi. Hazret-i
İmâm'a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı.
Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut." buyurdular. "Çoğu
zaman kılıyorum." dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'dan
nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı
âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak
için huzûrunuza gelmiştim. Elhamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz
beyân ettiniz." dedim.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakîrin de, bu devlet
ve saâdete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel
kokulu mektûplarından bir tâne de bu fakîre yazsalar ve bu mektup Mektûbât'ın
birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın
sonuncusu ve en aşağısıyım." diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu
anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim'e
gönderilen bu mektupla, şerîat sâhibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr'e
uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim." buyurdular. Mübârek hocam
kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler.
Beyt:
Vücûdumun her kılı gelse de
dile,
Şükrünün binde birini edemez
bile.
Onların civârında ve
duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnâsında, zamânın gavsi ve esrâr
sâhibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i
kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize;
"İmâm-ı Rabbânî'nin husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek
dilinden, vakte, zamâna, hâle ve istidâda göre çıkan ve mârifetler hazînesi olan
Mektûbât'ta bulunmayan, yeni ve tâze faydaları, yüksek mârifetleri, onların
hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini,
kerâmetlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i
sânî'nin hocası kutb-ı zamân, çok yüksek makâmlar sâhibi, kalblerin
nûrlandırıcısı, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu,
efendimiz Hâce Muhammed Bâkî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh)
hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki
serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular.
Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu
sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr
saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr'a gittim. Uzakta
kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri
ve sözleri yazmak arzûsu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir mikdâr yazınca,
hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini
mâteme gark etti. Vefâtından sonra, teselliyi, hâllerini ve sözlerini anlatmak
ve yazmakta buldum.
Nazm:
Bir balık ki mahrûm kalır
Fırat'dan,
Artık yaşayamaz ümid keser
hayatdan.
Hazret-i İmâm'ın vefât
haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı,
gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişân oldu. Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu
rubâîyi söylüyordum:
Mâdem sen yoksun, yüzümü
sahraya döneyim,
Kalbime dağlar kadar gam
yükü yükleyeyim.
Her gördüğüm dikenden,
soracağım gülümü,
Ve her gördüğüm kuştan,
ankâmı isteyeyim.
Akşam olunca şehrin
kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle başıma gam
örtüsünü bürüdüm. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk âhlar
çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.
Soğuk âh âteş-i gamla,
gözümüz yaşlı her zaman,
Aşk habercisinden bir başka
âcizlik var her zaman.
Damarlarım iplik oldu, yanan
tenim iflâh olmaz,
Senin aşkından kalbimiz
parçalanıyor her zaman,
Her kılın dibi mâtemden
halka oldu, ey Hâşim,
Her halkada nice dille ben
ağlarım her zaman.
Bu yanma ve gözyaşları
arasında, hazret-i İmâm göründü. "Sabretmek lâzım." buyurdular. Binlerce
kırıklık, perişânlık ve şaşkınlıkla; "Ey iki dünyâ seâdetimin sebebi, ateşe kim
dayanabilir?" diye arz ettim. "İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine
getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti." buyurdular. Bu kendinden
geçmiş sarhoş âşığın divâneliği arttı ve şu rubâîyi okudum:
Divâne gönlüm bu sözden daha
çok mecnûn oldu,
Açılan yaralardan, feryâdım
efzûn oldu.
Kırılan şişelerin içinde bir
şey kalmaz,
Bu kalbim kırıldıkça daha
çok kanla doldu.
Tekrar sahrâlara çıkmak
istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden
geçtim. Bu fakîrin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıyıp
evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve mâtemle dolu olan evimize
götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister
istemez, güçsüz kuvvetsiz, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu
hasret şiiri vardı:
Yol başlarında göz yaşı
dökerek oturayım,
Gelen geçen yolculardan,
senden haber sorayım.
Bâzan toz gibi kalkıp, bâzan
yere ineyim,
Bundan iyi seferi olamaz
güçsüzlerin,
Ciğerim, seve seve, yanıyor
söyleyeyim
Gözümü kâse yapıp, altın
gümüş ister gibi.
Kapındaki fakirlerden
gözyaşı dileneyim
Evim inilti yatağı, ben de
olayım ney gibi.
Belki böylece Yûsuf'tan bir
haber edinirim,
Sahrâda yanan bir susuz,
deryâya inmiş gibi,
Ondan haber verecek birini
bekleyeyim.
Bu kâfile erbâbı, bey' ve
şirâ hayrânı,
Gönlü düğüm yapıp Hâşim,
hayâlle avunayım. |
|