|
MÜRÎD (A)
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün,
talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar'a gidip gelmesini istedi. Fakat o
gün çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebelerden kimse, ben
gidip gelirim, diyemedi. Nihâyet içlerinden biri, Abdülehad Efendinin emrini
yerine getirmek için kendisinin Üsküdar'a gidip geleceğini söyledi. O zaman
Abdülehad Efendi o talebesine; "Selâmetle gidip gel." diye duâ etti. O talebe
Eminönü'ne geldiğinde, yüz kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar'a gidip gelmeye
iknâ edebildi. Kayıklarından birisini denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden,
fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir yöne doğru esmeye başladı.
Yelken açıp, Üsküdar'a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte talebe durumu
Abdülehad Efendiye bütün tafsîlâtıyla anlattı. Abdülehad Efendi talebesine çok
duâ etti.
Evliyânın büyüklerinden
Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şemahı'da
talebelere bir şeyler anlatmak husûsunda çok gayret sarfediyordum. Zâhirî
ilimlere olan rağbetim ve onları öğrenme husûsundaki şevkim öyle artmıştı ki,
gecelerimin çoğunu kitapları mütâlaa ve okumakla geçirirdim. Bir mübârek gecede,
mütâlaa ettiğim kitap hareket edip şöyle konuştu: "Ey Abdülmecîd! Ben senin
Rabbin miyim ki, gece gündüz bana bakıyorsun? Var git, bu bağlılığını Rabbine
yap. Bu bağlılığı Rabbine yapman daha münasiptir."
Kitaptan gelen sesi duyunca,
onu bir kenara bıraktım ve dağlara gittim. Oralarda bir mağara buldum. O
mağarada, tam dört sene gece-gündüz Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl oldum. Bu
esnâda bana kerâmetler ihsân edildi. Abdest almak için dışarı çıktığım zaman,
yırtıcı ve vahşî hayvanlar bana saldırmaz ve benden kaçmazlardı. Hattâ bana
yaklaşırlar, abdest aldıktan sonra biriken suları içerlerdi. Bâzı yerlerde
uçardım. Bir ânda bir vâdiden diğer vâdiye geçerdim. Bu hâlleri, asıl maksad
zannedip böyle kemâle erileceğini düşünüyordum. Bu sebepten, tasavvuf yoluna
girmek isteyene bir mürşid, yol göstericinin lâzım olmadığı şeklinde yanlış bir
düşünce içerisindeydim.
Ben bu hâl içerisinde iken,
Şirvan mıntıkasının mürşid-i kâmili, büyük velî Şehkubâd hazretleri, talebeleri
ile bulunduğum mağaraya yakın nehrin kenarına gelip yerleşmişler, ibâdet ve
zikirle meşgûl oluyorlardı. Onların zikrettiklerini görüp, kalbimde berâber
zikretmek düşüncesi hâsıl olunca, şeytan kalbime vesvese vererek:
"Tâbi oldukları şeyh ümmîdir
okuma yazması yoktur. Ona uyanların çoğu da câhil kimselerdir. Bunlar arasına
karışmaktansa, kendi başına oturup riyâzet, nefse karşı gelme ve nefs muhâsebesi
yapmak, vahşî ve yırtıcı hayvanlarla yakınlık kurmak daha iyidir." dedi.
Fakat bu sırada Allahü
teâlânın tevfîk ve inâyeti yardıma yetişti ve kendi nefsime; "Zâhirleri ile
İslâmın emir ve yasaklarını yerine getirmeye çalışan, gece-gündüz Allahü teâlâyı
zikreden şu insanlara sû-i zanda, kötü düşüncelerde bulunmak yakışmaz. Hele
onların hâllerini bir gör. Mümin olan, insanların hâllerini ve hareketlerini
görmeden karar vermez." diyerek, onlara yakın bir yere gizlendim. Hâl ve
hareketlerini, ne yaptıklarını iyice gördüğüm zaman, kalbimden önceki tereddüt
ve şüphelerin hepsi gitti. Sonra yanlarına varıp, bir kenara oturdum. Mûtad
zikirleri bittikten sonra, Kelime-i tevhîd söylemeye başladılar. Ben de elimde
olmadan Kelime-i tevhîd söylemeye başladım. Ansızın bende vecd, kendinden geçme
hâli meydana geldi, düşüp bayıldım. O zaman talebeleri, beni Şehkubâd
hazretlerinin huzûruna götürmüşler. Biraz sonra kendime gelip gözümü açınca,
başımı Şehkubâd hazretlerinin dizinde buldum. Derhâl Mevlânâ Şehkubâd'ın elini
öptüm. Beni talebeliğe kabûl etmesini ricâ ettim. Talebeliğe kabûl edince,
emrettiği şekilde hareket etmeğe başladım. Ondan sonra benden, önceki keşf ve
kerâmetler kayboldu. İçimde öyle bir ilim hâsıl oldu ki, o mağarada yalnız
başıma nefsimi terbiye etmekle çok hatâlı bir yolda olduğumu anladım. Şehkubâd
hazretleri, bir ânda beni içerisinde bulunduğum o karanlık durumdan çıkarıp,
himmetleri ile kalbimi temizledi. Eğer hocam Mevlânâ Şehkubâd'ın sohbetleri ile
şereflenmeseydim, Allahü teâlâ korusun çok aşağı derecelerde kalacaktım.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ahmed Abdülhak Radulevî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine, Nûrulhak ve Kıdvet-ül-Evliyâ lakabları verildi. Hayâtını ve
hâllerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babasına hocalık eden Kutb-i Âlem
Abdülkuddüs, Nûr-ül-Ayn isimli eserinde topladı.
Yedi yaşında geceleri kalkıp
namaz kılmağa başladı. Annesine görünmeden gece kalkar namaz kılardı. Annesi
namazını bitirmeden, o yine yerine gelirdi. Annesi, onun bu hâlinden, on iki
yaşına gelince haberi oldu. Yavrusuna olan şefkat ve muhabbetinden, onun bu
yaşta uykusuz kalmasına gönlü râzı olmadı. Ama geleceğin büyük velîsinde, Allah
sevgisi ağır basıyordu. Rabbini seven için, O'na ibâdet etmekten daha tabiî ne
olabilirdi. Annesinin bu hâline üzülüp, evden ayrıldı. Dehli'de ilim öğrenmek ve
öğretmekle meşgûl olan ağabeyi Takiyyüddîn'in yanına gitti. Ondan, ilim
öğretmesini istedi. O da herkesin okuduğu ilimleri öğretmeye başladı. Ahmed;
"Bana mârifeti, Hakk'ı tanıma ilmini öğret!" dedi. Ağabeyi Takiyyüddîn, onu
Dehli'nin ileri gelen âlimlerinin yanına götürdü. "Bu çocuk beni üzüyor, ilim
okutmamı istiyor, okutuyorum, kabûl etmiyor. Belki sizin nasîhatinizi dinler."
diyerek, onlardan yardım istedi. Onlar da kendi usûllerine göre ders verdiler.
Bitince; "Benim bunlarla işim yoktur. Bana mârifet ilmini öğretin." deyip,
onları da şaşırttı. Sonra kendi hâlinde ibâdet etmeye başladı. Seneler geçti.
Ağabeyi Takıyyüddîn, onu evlendirmek istedi ise de buna râzı olmadı. Ağabeyi
ısrâr edince, kız tarafına gidip; "Bana kızınızı vermeyin." dedi. Hasta olduğunu
söyledi. Evlenmedi.
Çok sıkı riyâzet ve mücâhede
çekmekle berâber, derecesinin yükselmediğini görmüştü. Yol gösteren bir Allah
adamı olmadan riyâzet, nefsin istediklerini yapmayarak ve mücâhede, nefsin
istemediklerini yaparak maksada erişilemeyeceğini anladı. Bir süre sonra Pâni-püt
şehrine gitmesi, orada, Celâleddîn Pâni-pütî'nin sohbet ve hizmetinde bulunması
kalbine ilhâm edildi. Buna çok sevindi. Bu sevinç ile, acele yola çıktı.
Celâleddîn, keşf yoluyla onun gelmekte olduğunu anladı. Talebelerine; "Çeşitli
yemekler bulunan bir sofra hazırlayın! Meyveler, tatlılar ve şerbetler koyun,
kapının önüne atlar çıkarın, fazîletli bir misâfirimiz geliyor. Onu karşılayın!"
buyurdu. Emir yerine getirildi. Sofra hazırlandıktan bir iki dakika sonra, Ahmed
Abdülhak geldi. Kapıda çok gösterişli karşılamayı, içeri girince sofrayı gördü.
Üzerinde lezzetli yemekler, çeşit çeşit meyveler bulunan sofrayı görünce,
düşünceye daldı. Burasını umduğu gibi bulamamıştı. Hayret içinde kaldı. Aradığı
yerin burası olmadığını zannetti. Celâleddîn-i Pâni-pütî ona hiçbir şey
söylemedi. O, olduğu yerden adımını ileri atmayıp, geri döndü. Bilmediği bir
istikâmete doğru şuursuzca akşama kadar gitti. Bilmediği bir şehre yaklaştı.
Yolunu kaybettiğini zannediyordu. İlk rastladığı kimseye; "Bu hangi şehirdir?"
diye sordu. O; "Pâni-püt şehridir." dedi. Bu cevâba pekçok şaşırdı. Çünkü, Pâni-püt
şehrinden ayrılalı saatler olmuştu.
Geceyi şehrin kenarında
geçirdi. Sabah olunca tekrar yola çıktı. Akşam olunca, yine kendisini Pâni-püt
şehrinin kenarında buldu. Yine hayret etti. Geceyi yine şehrin dışında geçirdi.
Sabah erkenden yola çıktı. Büyük bir sahrâya daldı. Bir hayli zaman gittikten
sonra, kurumuş bir ağacın tepesinde bir genç gördü. Başında, çok güzel bir
kumaştan sarığı vardı. O gence yolu sordu. Genç; "Sen yolu, Celâleddîn'in
kapısında kaybettin. İnanmazsan şu gelen iki kişiye sor." dedi. Gencin işâret
ettiği tarafa dönüp birkaç adım yürüyünce, beyaz sarıklı iki kişinin kendisine
doğru geldiklerini gördü. Yanlarına vardı. Onlara yol sordu. Onlar da; "Sen yolu
Celâleddîn'in kapısında kaybettin." dediler. Üç defâ sordu. Üçünde de aynı
cevâbı aldı. Bütün bu hâdiselerin, kendisi için bir işâret olduğunu anladı. Hâli
değişti. Kendinden geçip düştü. Bir zaman sonra kendine geldi. Etrâfına
baktığında, ne ağaç, ne genç, ne de o iki kişiden hiçbiri yoktu. Hiç kimseyi
göremedi. Bu gaybî işâretten yakîni arttı. Îtimâd ve îtikâdını düzeltti. Oradan
kalkıp tekrar yola düştü.
Celâleddîn Pâni-pütî
hazretlerinin huzûruna varıp, affını dileyecekti. Yolda gönlünden, yakîninin
daha da artması için bazı şeyler temenni etti. Celâleddîn Pâni-pütî'nin sarığını
başından alıp, hocasının kabrine değdirmesini ve kendisine de tatlı ikrâm
etmesini diledi. Pâni-püt şehrine varıp, Celâleddîn Pâni-pütî'nin dergâhına
gitti. Hizmetçisi; "Hocasının kabrini ziyârete gitti." dedi. Kıdvet-ül-Evliyâ da
oraya gitti. Kutb-i Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî bir elinde sarığı bir elinde
ekmek ve helva olduğu hâlde, hocası Şemseddîn Pâni-pütî'nin kabr-i şerîfinin
başında duruyordu. Ahmed Abdülhak, Kutb-i Rabbânî'yi bu hâlde görünce, gayr-i
ihtiyârî, "Hak! Hak!" diyerek, ellerini öpmeye başladı.
Kutb-i Rabbânî, Kıdvet-ül-Evliyâ'ya
çok iltifât etti. Sarığını hocasının kabrine koydu. Daha sonra alıp, Kıdvet-ül-Evliyâ'nın
başına koydu. Ona ekmek ve helva verdi. Sonra da; "Biz, bu Ahmed Abdülhak'la
ikinci defâ görüşüyoruz." dedi. Daha sonra Kutb-i Rabbânî onu evine götürdü.
Daha önceki gibi mükellef bir sofra donattı. Berâberce yemek yediler. Bundan
sonra Kıdvet-ül-Evliyâ'nın kalbine gelen vesveseler kayboldu. Hayır diyecek,
îtirâz edecek hiç bir şeyi kalmadı. Hocasının emrine tam teslim oldu. Tekrar
riyâzet ve mücâhedeye başladı. Tam terbiyeye alındı. Kısa zamanda icâzet almakla
şereflendi. Hilâfet hırkası giyip, insanlara doğru yolu göstermek için, hocası
tarafından memleketine gönderildi.
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü’l-Havârî hazretleri, Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine talebe olup, sohbetlerinde yetişmek üzere huzuruna gittiğinde hiç
bir zaman muhalefet etmeyeceğine söz vermişti. Ne söylenirse aynen yerine
getirecekti. Bu hal üzere sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Ne emredilirse
aynen yerine getiriyordu. Bir defâsında dergâhın fırınını yakması emredilmişti.
Gidip fırını yaktı ve iyice alevlendirdi. Sonra hocasının huzuruna gidip:
"Efendim, fırını yaktım,
fırın iyice ısındı. Ne pişirmemizi emredersiniz." dedi.
Hocası Ebû Süleymân Dârânî o
sırada huzûrunda bulunan topluluğa ders anlatıyor ve sohbet ediyordu. Sohbete
iyice dalmışlardı. Bu bakımdan onun suâline cevap vermedi. Duymadığını
zannederek tekrar; "Efendim fırın alevlendi, hazır, ne pişirelim?" dedi.
Yine cevap vermeyince tekrar
sordu. Üç defâ tekrarladıktan sonra hocası, bu hâle üzülüp;
"Git içine gir otur!" dedi.
Sonra sohbetine devam etti.
Tatlı sohbet bir müddet daha
devam ettikten sonra Ebû Süleymân Dârânî hazretleri kıymetli talebesi Ahmed bin
Ebü'l-Havârî'yi; "Git içine gir otur!" diyerek fırına gönderdiğini hatırladı.
Hemen onu bulup yanına çağırmalarını söyledi. Onu her yerde aradılar ama
görünürde yoktu. Bulamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine hocası; "Onun
bana sözü var. Ne emredersem sözümden çıkmayacaktı. Gidin fırının içine bakın!"
dedi.
Koşup fırına bakınca ateş
arasında oturduğunu gördüler. Çağırdılar, hiç bir yeri yanmamıştı.
Evliyânın büyüklerinden
Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birgün kendisinden; "Sâdık, iyi
bir mürid (talebe) nasıl olmalıdır?" diye soruldu. Cevap olarak buyurdular ki:
"Hocasının huzûrunda iddiâ sâhibi olmamalı, makam ve rütbe için kendisinden
bahsetmemeli, yabancı kadınlarla ve genç oğlanlarla bir yerde yalnız kalmamalı,
hocasından hiçbir şeyi gizlememeli, izinsiz sohbet meclislerine katılmamalı,
tamamen teslim olmalı, şüpheye düştüğü konularda Kur'ân-ı kerîmin Kehf
sûresindeki Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm kıssasını hatırlamalıdır."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine tasavvuf
yolunda bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan
bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler şunlardır:
1) Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu
bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit
çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne
uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan
farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet,
ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2) Mürîd gâyet
uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve
işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden
râzı ve ona itâatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği,
emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat
ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına
sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize,
dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık
olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli
ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb olur. 6) Ahde vefâ ve hocasına olan
tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik göstermelidir. 7) Hocasının ufak
bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır
olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî
hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten,
açıklamaktan çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve
nasîhatlerini dikkatle tâkib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve
gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın
zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle,
vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost
olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet
etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Buhârâ'da yetişen en büyük
velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini,
dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidi
yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmaya.
"Şuna inanmalı ki: Hakîkî
gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızâsı ile erebilir.
Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen
başlıca görevdir." |
|