CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜNÂKAŞA – MÜNÂZARA - 2

Büyük âlim ve velî Seyyid Muhammed Emîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1900 senesinde Arvas'tan babasının icâzetli talebelerinden Molla Abdülkerîm, Molla Abdullah, Hacı Sâlih, Başkale'den Mevlânâ Seyyid Abdülhakîm, birâderleri Seyyid Tâhâ, amcazâdeleri Şeyh Hasan, müderrisler Molla Alâüddîn Van'da birleşerek hacca gitmek üzere Şam'a geldiler. Bütün Şam ulemâsı, onları imtihan için toplanıp, Seyyid Muhammed Emîn'le ilmî mubâhase ve mücâdele sonunda her ilimde mağlûb olarak üstünlüğünü kabul ettiler. Fakat mağlûbiyeti hazm edemeyip, Beyrut vâlisine; "Türkiye'den Şeyh Muhammed Emîn Efendi isminde bir zât Şam'a geldi. Bütün Şam âlimlerini yendi. Bu üstünlüğü onlara bırakmamak üzere, Arabistan'ın neresinde olursa, bildirin, onları mutlaka mağlûb ettirin." diye çok imzalı bir yazı gönderdiler. Beyrut, Arabistan'da meşhûr üç âlimi temin edip, onların bulundukları yere gönderdi. Odasına gir-diklerinde Şeyh Muhammed Emîn murâkabe hâlinde kıbleye dönük oturmaktaydı. Selâm verdiler. Selâmlarını tam alıp, hoş geldiniz ey âlimler buyurdu. Âlim olduğumuzu nereden öğrendiniz dediler. Âlimlerin selâmı bellidir buyurunca, size arz edilecek birkaç suâl vardır dediler. Kendileri günlerce çalışmış, en önemli suâlleri not etmişlerdi. Buyurun, suâllerinizi sorun buyurdu. Bir suâl sorup, cevap istediler. Başka suâlleriniz de varsa, hepsini sorun, sırasıyla cevaplandırayım buyurunca, efendim, suâllerimiz çoktur dediler. Sonunda otuz üç suâl sordular. Hepsine yeterli ve doyurucu sağlam cevaplar veren Muhammed Emin Efendi sonunda, "Bir îtirâzınız, bir sözünüz var mı?" buyurdu. Âlimler; "Yoktur, cevapların doğruluğunu ve mükemmelliğini kabûl ettik" dediler. Bunun üzerine Seyyid Muhammed Emîn, verilen cevaplar sahîhdir (doğrudur), esah (en doğru) değildir buyurup, bu defa esah cevapları söyledi. Mahcûb olup, seslerini çıkaramayıp, el öpüp ayrıldılar. Vâliye gidip; "Bizi kimin imtihanına gönderdiniz. Vakti müsâit olsa, bu dîn-i mübîni göğsündeki ilimden yenilemeye muktedir bu zâtın ilmi, Sâdüddîn Teftezânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin ilimleri ile ancak mukâyese edilebilir." dediler. Vâli, bu seçkin heyeti iftar yemeğine dâvet etti. Yemekte asıl maksadını açıklayıp; "Sizi imtihana gönderdiğim âlimler, Arabistan'ın en üstün âlimleridir." deyip özür diledi. Vâli, maiyeti ile birlikte tarîkate intisab etti. Beyrut'ta büyük şöhret ve hürmet hâsıl oldu. Vâli, Sultan Abdülhamîd Hana bir mektup gönderip, Muhammed Emîn hazretlerinin memleket ve künyesini göstermek sûretiyle; "Arvas'tan bu zât Arabistan ulemâsına gâlib geldi. Büyük bir âlim, mâneviyât sâhibi bir zâhiddir. Mutlaka bu zâtı şeyhülislâm yapmak lâzımdır." diye arz etti. Öte yandan kâfile Cidde'ye, oradan Mekke-i mükerremeye, haccı edâdan sonra Medîne-i münevvereye geldiklerinde, Mekke-i mükerremenin şerîfi onlarla beraber geldi. Medîne-i münevverede Şerîf, Peygamber efendimizin türbesinin altın kapısını açtı. Muhammed Emîn Efendi, fakirâne, zelîlâne, hürmetle içeriye, ceddi Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem ziyârete gitti. Orada bulunan cemâatten birkaç ehl-i hakîkat, Resûlullah'ı ancak bu zât ziyâret etti dediler. Ziyâretten çıkınca, ağzından yanmış ciğer kokusu geliyordu. Seyyid Abdülhakîm hazretleri; "Muhammed Emîn'in ciğerleri kebâb oldu, çok yaşamaz." buyurdu. O andan îtibâren hastalandı. Kâfile yola çıkıp hareket etti. Yolculuk yaptıkları vapur, Tûr Dağına yakın bir limana yanaştı. Muhammed Emin hazretlerini alıp hastaneye götürdüler. Ağır hasta idi. Bir Cumâ günü sabah namazından sonra, Tûr beni örttü mânâsında "Gâmenî Tûr" diyerek ebced hesâbına göre (1318) vefât târihini söyledi. Sonra kelime-i tevhîd okuyup temiz rûhunu teslim etti. Vefâtında otuz iki yaşındaydı. Hastalığı sırasında hastânede hizmetinde bulunan Hacı Sâlih Efendi der ki: "Seyyid Abdülhakîm hazretlerine bu elîm hâdiseyi arz etmek için gittim. Murâkabe hâlinde ağlıyordu."

Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişip hocası Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden icâzet aldıktan sonra Arvas'ta ve Van'da hizmet etti. Van'da bulunduğu sırada bir gün Van Vâlisi Tâhir Paşa zamânında, Van'a, rûhun bir insandan başka bir insana geçtiğine inanan sapık bir kimse gelmişti. Van'a geliş sebebini Vâli Tâhir Paşaya anlatıp, vâli konağında misâfir olmuştu. Vâli Tâhir Paşaya sapık düşüncelerini açınca, bir müddet münâkaşa ettiler. Bu münâkaşadan sonra Vâli Tâhir Paşa da Van'da bulunan büyük âlim Muhammed Sıddîk Efendiyi vâli konağına dâvet edip; "Şöyle sapık bir kimse geldi. Bozuk fikrini yayarsa zararlı olur ne edelim?" diye sordu. Bunun üzerine; "Ben şimdilik onu tam mânâsıyla susturup iknâ edemem. Konuşma çok uzar. Onu birkaç sözle ancak hocam Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri iknâ eder." dedi. Bunun üzerine Başkale'ye; "Muhammed  Sıddîk çok ağır hasta acele teşrifinizi dilemektedir." diye bir tel çekildi. Abdülhakîm Efendi bu haberi alır almaz atına binip Van'a gitti. Talebesi Muhammed Sıddîk ile buluşunca, Muhammed Sıddîk; "Efendim benim hastalığım, sıkıntım şudur?" diyerek inkârcı, sapık kimsenin hâlini anlattı ve cevap verilerek onun iknâ edilip susturulmasını arzu ettiğini söyledi.

Bunun üzerine Abdülhakîm Efendi; "O kimse ile bahçede görüşeceğim. Bir yer hazırlatın. Altı yaşında bir eşeği de bahçeye bağlatıp bir müddet aç ve susuz bırakınız." dedi. Bu hazırlıklar yapıldıktan sonra sapık kimse ile bahçede görüşmek üzere bir araya geldiler. Konuya geçmeden önce Abdülhakîm Efendi sapık kimseye; "Nerelisin? Evli misin, baban öleli kaç sene oldu?" diye sordu. Sapık kimse; "Siz şarklı hocalar birisi ile karşılaşınca, böyle fuzûlî sorular sorarsınız. Buraya ne için geldiyseniz o konuda konuşalım." dedi. Abdülhakîm Efendi hazretleri; "Dâvânızı duydum. Yalnız siz çok insafsız bir kimsesiniz. İnsafsızlarla ilmî münâzara yapmayı tercih etmem." buyurunca; "Neden insafsız mışım?" dedi. "İfâdenize göre baban altı sene önce ölmüş ve o zaman deminden beri şurada anırıp duran şu eşek dünyâya gelmiş ve babanın rûhu bu eşeğe geçmiş! Böyle iddiâ ediyorum aksini isbât edebilir misin?" deyince, sapık kimse şaşırıp kaldı ve yenik düştü. Sapık bir düşüncede olduğunun farkına vardı. Seyyid Abdülhakîm Efendinin büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı, iknâ oldu.

Bundan sonra Seyyid Abdülhakîm Efendi ilmî olarak gâyet geniş açık ve anlayabileceği bir tarzda rûhun bir insandan başka bir insana geçmeyeceğini, bunun mümkün olmadığını anlattı. Sapık kimse gerçekten iknâ olup, sapık fikrinden vaz geçti. Îtikâdını düzeltti ve tövbe etti.

Seyyid Abdülhakîm Efendi onu alıp Vâli Tâhir Paşanın yanına götürdü. "İşte bir iddiâ ile buraya kadar gelmiş bu kimseyi bir eşekten misâl vererek müslüman ettik." buyurdu. Sonra bu kimsenin saptırdığı insanların îtikâdının düzeltilmesi için Tâhir Paşanın gayret göstermesini ve yardımcı olmasını istedi.

Büyük velîlerden Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devâm edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Biz de: Ey ateş İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik" buyurmaktadır." dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir." buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında İstanbul'da Hacı Ömer Ağa adında birisi âlimler ile ilmî münâzaralara girer, kimse onunla baş edemezdi. Bu zât Bolu ulemâsıyla da münâzaraya girmesi için Bolu'ya gönderilmişti. Bolu vâlisi orada bulunan âlimleri topladı. Sâfî Efendiye de özel bir dâvetiye gönderdi. Dâveti kabûl edip geldi. Münâzara sırasında Sâfî Efendi o kimseye öyle cevaplar verdi ki, o zamâna kadar meclislerde hiç susmak bilmeyen o kişi, konuşmaz oldu. Mustafa Sâfî Efendinin ilmi ve kerâmeti karşısında kendini tutamayıp kalktı, mecliste bulunanların gözü önünde ellerini öptü ve artık onun se venlerinden ve sohbetine devâm eden talebelerinden oldu. Ondan Şerh-i Akâid'i okudu. Bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Daha sonra Amasya'ya gönderildi. O mecliste bulunan vâli ve diğer zâtlar da o günden itibâren Mustafa Sâfî Efendinin sohbetlerine devam ettiler.

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında "Bir gün Semerkand'a, mecûsî iken hıristiyanlığı seçmiş bir râhib geldi. Îsâ aleyhisselâm hakkında asılsız şeyler söylüyor, ona (hâşâ) ilâhtır, diyordu. Pekçok bozuk ve bâtıl delîller göstererek, halkın îtikâdını sarsıyordu. Üstelik sorduğu suâllere, âlimler dahî cevap veremiyordu. Bu râhip, Semerkand Sultânı Hâlid'e haber göndererek; "Âlimlerinizle münâzara etmek üzere geldim. Eğer âlimlerinizden biri beni susturabilirse müslüman olurum. Bütün servetimi de İslâmiyet için harcar, bu dînin yayılmasına çalışırım. Şâyet galip gelirsem, Semerkând'ın vergisini isterim." dedi. Sultan Hâlid, âlimleri toplayarak durumu anlattı. Onlar da; "Bir râhip nedir ki, cevap vermekte âciz kalalım. Onunla her zaman münâzaraya hazırız." dediler. Bir gün tâyin ederek, câmide toplandılar. Râhip sorularını sordu. Fakat âlimlerin cevâbı iknâ edici değildi. Bunun üzerine gurûrlanan râhip, sultânın huzûrunda; "Gitmediğim memleket kalmadı. Sorularıma hiç kimse cevap veremedi ki, sizin âlimleriniz cevap versin!" gibi edebe uymayan ileri-geri laflar etti. Sultan üzüldü. Bu sırada âlimlerden bâzıları huzûra çıkıp; "Efendim! Bu râhibe ancak Seyyid Alâeddîn hazretleri cevap verir, onun üstesinden gelir. Yalnız o, şu anda kırk günlük bir halvete, yalnızlığa girdi, nefs terbiyesi ile meşgûldür. Kolay kolay gelmez. Ancak dîn-i İslâm için izin verilirse gelebilir." dediler. Sultan memnûn oldu ve râhibden kırk günlük mühlet istedi. Hemen Seyyid Alâeddîn hazretlerine verilmek üzere bir mektup yazdırdı. Mektup gönderilmek üzere iken, saraya bir kimse çıkageldi ve sultana bir mektup sundu. Hâlid, mektubu okudukça hayretten hayrete düşüyordu. Sevincinden cenâb-ı Hakk'a şükrediyordu. Orada bulunan âlimler merâk ederek sebebini sordular. Sultan, mektubu getiren kimseye sesli olarak okuttu. Mektubun başında, Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salevât ve Emîr Hâlid'e duâdan sonra yazıyordu ki: "Bu mübârek günde, büyük dedem, insanların ve cinnin Peygamberi ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah efendimiz bu fakîre merhamet ederek göründüler. Buyurdular ki: "Evlâdım Alâeddîn! Halvetine son verdim. Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, onlara dîn-i İslâmın emir ve yasaklarını bildirmek için dışarı çık. Allahü teâlânın izniyle pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına sebeb olacaksın. Türbemi ziyârete gelmeden önce Semerkand'a git. Oraya ümmetimin âlimlerine ezâ ve cefâ veren bir râhip geldi. Ona lâzım olan cevâbı vererek hidâyete gelmesine vesîle ol, ümmetimi de sıkıntıdan kurtar." Bu haberi size ulaştırmak üzere mektup yazıp, Derviş Cihangir ile gönderiyorum. Sevinmeniz için böyle yaptım. Bugün biz de gelirdik, fakat Peygamber efendimizin işâreti üzerine yarına kaldık."

Alâeddîn'den gelen bu mektubu herkes hayretle dinliyordu. Mektup okunduğunda tekbir sesleri kubbeyi çınlatıyordu. Seyyid Alâeddîn'in bulunduğu yer ile Semerkand arası on yedi günlük yol idi. Bir günde bu yolun katedilip gelindiğini öğrendiklerinde, bütün âlimler; "Allahü teâlâ her şeye kâdirdir." diyorlardı. Ertesi günü sabah namazından sonra, Sultan Hâlid ve tebeası, Seyyid Alâeddîn'i karşılamak üzere şehir dışına çıktılar. Kuşluk vakti idi, başta Seyyid Alâeddîn hazretleri olmak üzere, arkasında pekçok evliyâ, grup hâlinde göründüler. Seyyid Alâeddîn beyaz bir ata binmiş, yeşil elbise giymişti. Diğer velîler, etrâfında ve arkasında ağır ağır yürüyorlardı. Bu heybetli manzara karşısında herkes heyecanla ayağa kalkıp, o tarafa doğru hürmetle yürümeye başladı. Başta Sultan Hâlid olmak üzere, herkes atından inmişti. İki cemâat karşılaştıklarında, Sultan Hâlid, Seyyid Alâeddîn'in ellerini öptü. O da Sultânın gözlerinden öptükten sonra; "Ey Sultan Hâlid! O râhip, dostlarımızı üzmüş. Dedemiz, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz işâret buyurdular. Allahü teâlânın izniyle râhibin hidâyete gelmesine vesîle olacağız." buyurdu. Cemâat büyük câmide toplandı. Râhibe haber gönderildi. Râhib, Seyyid Alâeddîn hazretlerini görünce, heybetinden titremeğe başladı ve; "Ben, Allahü teâlâya ve O'nun Resûlü Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğine inandım." dedikten sonra, Seyyid Alâeddîn'in elini öptü ve: "Bu gece rüyâmda zât-ı âlinizi gördüm. Bütün suâllerimi sorup, hasta kalbimin şifâsı olan cevaplarınızı öğrendim. Artık hiç şüphem kalmadı ve sormama da lüzum yoktur. İslâmiyetin hak din olduğunu anladım. Îmân edip müslüman olmakla şereflendim." dedi. Herkes hayret edip, ziyâde sevindiler. Seyyid Alâeddîn gülümseyerek, râhibe; "Şimdi tertemiz, günahsız bir müslüman oldun. Cenâb-ı Hak râzı olsun. Fakat dostlarımızın da istifâde etmesi için suâl sorunuz" buyurunca, o; "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının peygamberleri gibidir." buyuruyor. Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi, bu ümmetten böyle bir şey olmuş mudur? Bunun îzâhını istiyorum." dedi. Bu sırada Sultan Hâlid'in sarayından bir hizmetçi gelip, Sultân'a; "Efendim! Hasta olan kızınız rûhunu teslim etti." dedi. Bu haber karşısında herkes çok üzüldü. Seyyid Alâeddîn ise, başını önüne eğerek murâkabeye varıp, Allahü teâlâya yalvarmaya, duâ etmeye başladı. Herkes Seyyid'in bir şey söylemesini bekliyor ve çıt çıkmıyordu. Sultan Hâlid de aynı vaziyette bekliyordu. Bu hâl üç saatten fazla sürdü. Sonunda Alâeddîn hazretleri başını kaldırarak tebessüm etti ve; "Ey Sultan! Kızınız, Allahü teâlânın izniyle sıhhate kavuştu. Şu ânda yemek yiyor. Sarayınıza gidiniz, bu hâli göreceksiniz." buyurdu. Bu haber herkesi heyecanlandırdı. Böylece Seyyid Alâeddîn, müslüman olan râhibin suâline kâl (söz) ile değil, hâl ile (iş yaparak, göstererek) cevap verdi. Seyyid Alâeddîn vazifesinin bittiğini belirterek, oradakilerle vedâlaşıp, berâber geldiği velîler ile birlikte ayrıldılar. Onlar gittikten sonra, Sultan Hâlid, müslüman olan râhib ve halk, saraya doğru heyecanla yürüyerek, bir ân önce verilen haberin doğruluğunu öğrenmek istediler. Saraya yaklaştıklarında, bâzı kimselerin Sultân'a müjde vermek için koştuklarını gördüler. Karşılaştıklarında, Sultâna; "Efendim! Kızınız vefât etmişti. Birkaç saat sonra tekrar dirildi. Hayret ettik. Size bu haberi müjdelemek için geldik." dediler. Sultan ve yanındakiler birbirlerine, bunun Seyyid Alâeddîn'in büyük bir kerâmeti, himmeti ve bereketi olduğunu, onun, Allahü teâlânın katında derecesinin ne kadar yüksek olduğunu söylediler. Sultan Hâlid'e müslüman olan râhip; "Seyyid Alâeddîn hazretleri, beni, tereddüde mecâlim kalmayacak şekilde iknâ etti, irşâd etti. Allahü teâlânın izni ve onun sebeb olması ile, Elhamdülillah hidâyete kavuştum. Bu canım sağ oldukça İslâmiyete bedenimle ve malımla hizmet edeceğim." dedi.

Büyük âlim ve velî Seyyid Şerîf Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Tîmûr Hânın âlimlere büyük sevgisi olduğundan, Sa’düddîn-i Teftâzânî ile Seyyid Şerîf Cürcânî’ye huzûrunda ilmî münâzaralar yaptırırdı. Tîmûr Hân, Seyyid Şerîf Cürcânî’yi daha çok sevdiği için, münâzaralardan sonra; "Kabûl edelim ki, ikisi de din ve mârifet bilgilerinde aynıdır. O zaman Seyyid’in nesebi üstündür. Çünkü Resûlullah’ın soyundandır." derdi. Seyyid Şerîf Cürcânî, on sekiz sene Semerkand’da kalıp, Tîmûr Hân’dan çok büyük alâka ve hürmet gördü. Semerkand’da kaldığı müddet içinde, medreselerde ders verip, yüzlerce kıymetli âlim yetiştirdi. Ayrıca çok değerli eserler yazdı. Tîmûr Hânın vefâtından sonra, Semerkand ve Mâverâünnehr’de çıkan karışıklıklar sebebiyle, Semerkand’dan ayrılıp, Şîrâz’a döndü. Vefâtına kadar Cürcân’da kalıp, ders vermek ve eserlerini yazmakla meşgûl oldu. Burada da, vefâtına kadar pekçok âlim yetiştirdi ve kıymetli eserler yazdı.

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Hârun Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator, âlimlerle münazara etmek için ruhbanlar gönderdi; "Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz." dedi.

Dört yüz hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî hazretlerini çağırarak, hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver! dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccâdeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; "Benimle münâkaşa etmek isteyenler buraya gelsin." dedi.

Bu hâli gören ruhbanların hepsi müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adamlarının İmâm-ı Şâfiî'nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı." dedi.

Konya'ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî  hazretlerine felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî hazretleri'ne havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: "Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi. Şems-i Tebrîzî; "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

Hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Muhammed Taflâtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri gençliğinde  ilim tahsîl etmek için Mısır'a gitti. Burada iki sene dokuz ay Mısır'ın ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Annesini ziyârete giderken Fransızlar tarafından esir edildi.

Fransızlar, Muhammed Taflâtî'yi Malta adasına götürdüler. Malta, o zaman İslâmiyetin ve müslümanların düşmanlığını yapanların bulunduğu mühim bir merkezdi. Muhammed Taflâtî, orada bulunduğu zaman hıristiyan papazlarla uzun münâzaralarda bulundu. Papazların bir tânesi Arabçayı ve mantık ilmini çok iyi biliyordu. O ve diğer papazlar, Muhammed Taflâtî ile yaptıkları münâzara sonunda susmak zorunda kaldılar. Yapılan münâzaralar, hazret-i Îsâ'nın ilâh olup olmadığı hakkında idi. Muhammed Taflâtî, hazret-i Îsâ'nın ilâh olmadığını, onun sâdece Allahü teâlânın kulu ve peygamberi olduğunu, papazlar ise hazret-i Îsâ'nın ilâh olduğunu söylüyorlardı. Papazların ileri gelenlerinden biri, Muhammed Taflâtî'ye şöyle dedi: "Ey Muhammedî! Hazret-i Îsâ'nın hakîkati, ilâhın hakîkati ile birleşip tek bir hakîkat olmuştur." Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Eğer mesele dediğin gibi olsaydı. İlâh ve hazret-i Îsâ'nın hakîkatlarının birleşmelerinden önce, şu üç ihtimalden birisinden başkası tasavvur edilemezdi. Ya ikisi de kadîm, yâhut ikisi de hâdis (sonradan var olan) veya birisi kadîm diğeri hâdis olurdu. Hâlbuki bütün bu ihtimaller bâtıldır. O zaman bu ihtimallere göre düşünülen birleşme de hükümsüz olur. Meselâ birinci ihtimâle; yâni hakîkatların birleşmesinden önce ikisinin de kadîm olmalarına gelince, böyle düşünmek katî olarak her ikisinin de hâdis olduklarına götürür. Çünkü birkaç şeyden meydana gelmek, sonradan var olanların temel husûsiyetlerindendir. Hâdis yâni sonradan var olan şey ilâh olamaz. İkinci ihtimâlin, yâni her ikisinin hâdis olması da bâtıldır. Çünkü ilâhın hâdis olması muhal olup mümkün değildir. Üçüncü ihtimâle gelince, bu da bâtıldır. Böyle düşünmek de imkansızdır. Çünkü bu ihtimâlde, kadîm olan ilâhın terkîbden sonra hâdis olması, hâdis olanın da kadîm olması lâzım gelir. Böyle bir durum ise hakîkatlerin değiştiklerini söylemek demek olur ki, böyle bir şey bâtıldır. Hem sonra bu üçüncü ihtimâlden iki zıd şeyin, ilâh ile ilâh olmayanın, ilâhın yarattığı bir şeyin birleşmesi hâli ortaya çıkar ki, böyle iki zıddın birleşmesini hiçbir akıl sâhibi söylememiştir" dedi. Papazlar bu sözler karşısında verecek cevap bulamayıp, şaşırıp kalınca, ileri gelenlerinden ve en bilgili olanı; "Bu pek ince ve derin bir mesele olup, bizim akıllarımız bunu anlıyamaz" dedi. Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Bunlar bizde sonda değil başlangıçta öğrenilen bilgilerdir." dedikten sonra papazların ileri gelenine; "Doğru söyle! Îsâ aleyhisselâm puta (hâşâ) tapınır mıydı?" diye sorunca, papaz; "Hayır, hazret-i Îsâ haça tapmazdı. Ancak haç, hazret-i Îsâ'dan sonra ortaya çıkmıştır. Fakat biz ilâhın benzerine tapıyoruz." dedi.

Muhammed Taflâtî; "Doğru söyle! Allahü teâlâ başkasına benzer mi?" diye sorunca, papaz; "Hayır benzemez" dedi. Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Öyleyse şu haçı, katran ve ziftle yakmak gerekir." dedi.

Muhammed Taflâtî ile o papaz arasında daha başka münâzaralar oldu. Papazın, İslâmiyet, Kur'ân-ı kerîm ve muhtelif mevzûlardaki yanlış fikirlerine sağlam ve delîlli cevaplar verdi.

Muhammed Taflâtî'nin yaşı o sırada 19 idi. Papaz ona; "Sen bu kadar bilgiyi nereden öğrendin" diye sordu. Muhammed Taflâtî ona; "Senin bana sorduğun bütün suâller, bizim başlangıçta öğrendiğimiz bilgilerdir. Eğer sana derin, ince ve yüksek bilgilerden bahsetmiş olsaydım, hayretler içinde kalırdın" dedi. Papaz, onunla münâzarayı bırakmak zorunda kaldı. Ondan sonra Muhammed Taflâtî'nin şöhreti papazlar ve Malta'nın ileri gelenleri arasında yayıldı. Nereye gitse ona hürmet ve ikrâmda bulunuyorlardı.