|
MÜNÂKAŞA –
MÜNÂZARA - 2
Büyük âlim ve velî Seyyid
Muhammed Emîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1900 senesinde Arvas'tan
babasının icâzetli talebelerinden Molla Abdülkerîm, Molla Abdullah, Hacı Sâlih,
Başkale'den Mevlânâ Seyyid Abdülhakîm, birâderleri Seyyid Tâhâ, amcazâdeleri
Şeyh Hasan, müderrisler Molla Alâüddîn Van'da birleşerek hacca gitmek üzere
Şam'a geldiler. Bütün Şam ulemâsı, onları imtihan için toplanıp, Seyyid Muhammed
Emîn'le ilmî mubâhase ve mücâdele sonunda her ilimde mağlûb olarak üstünlüğünü
kabul ettiler. Fakat mağlûbiyeti hazm edemeyip, Beyrut vâlisine; "Türkiye'den
Şeyh Muhammed Emîn Efendi isminde bir zât Şam'a geldi. Bütün Şam âlimlerini
yendi. Bu üstünlüğü onlara bırakmamak üzere, Arabistan'ın neresinde olursa,
bildirin, onları mutlaka mağlûb ettirin." diye çok imzalı bir yazı gönderdiler.
Beyrut, Arabistan'da meşhûr üç âlimi temin edip, onların bulundukları yere
gönderdi. Odasına gir-diklerinde Şeyh Muhammed Emîn murâkabe hâlinde kıbleye
dönük oturmaktaydı. Selâm verdiler. Selâmlarını tam alıp, hoş geldiniz ey
âlimler buyurdu. Âlim olduğumuzu nereden öğrendiniz dediler. Âlimlerin selâmı
bellidir buyurunca, size arz edilecek birkaç suâl vardır dediler. Kendileri
günlerce çalışmış, en önemli suâlleri not etmişlerdi. Buyurun, suâllerinizi
sorun buyurdu. Bir suâl sorup, cevap istediler. Başka suâlleriniz de varsa,
hepsini sorun, sırasıyla cevaplandırayım buyurunca, efendim, suâllerimiz çoktur
dediler. Sonunda otuz üç suâl sordular. Hepsine yeterli ve doyurucu sağlam
cevaplar veren Muhammed Emin Efendi sonunda, "Bir îtirâzınız, bir sözünüz var
mı?" buyurdu. Âlimler; "Yoktur, cevapların doğruluğunu ve mükemmelliğini kabûl
ettik" dediler. Bunun üzerine Seyyid Muhammed Emîn, verilen cevaplar sahîhdir
(doğrudur), esah (en doğru) değildir buyurup, bu defa esah cevapları söyledi.
Mahcûb olup, seslerini çıkaramayıp, el öpüp ayrıldılar. Vâliye gidip; "Bizi
kimin imtihanına gönderdiniz. Vakti müsâit olsa, bu dîn-i mübîni göğsündeki
ilimden yenilemeye muktedir bu zâtın ilmi, Sâdüddîn Teftezânî ve Seyyid Şerîf
Cürcânî hazretlerinin ilimleri ile ancak mukâyese edilebilir." dediler. Vâli, bu
seçkin heyeti iftar yemeğine dâvet etti. Yemekte asıl maksadını açıklayıp; "Sizi
imtihana gönderdiğim âlimler, Arabistan'ın en üstün âlimleridir." deyip özür
diledi. Vâli, maiyeti ile birlikte tarîkate intisab etti. Beyrut'ta büyük şöhret
ve hürmet hâsıl oldu. Vâli, Sultan Abdülhamîd Hana bir mektup gönderip, Muhammed
Emîn hazretlerinin memleket ve künyesini göstermek sûretiyle; "Arvas'tan bu zât
Arabistan ulemâsına gâlib geldi. Büyük bir âlim, mâneviyât sâhibi bir zâhiddir.
Mutlaka bu zâtı şeyhülislâm yapmak lâzımdır." diye arz etti. Öte yandan kâfile
Cidde'ye, oradan Mekke-i mükerremeye, haccı edâdan sonra Medîne-i münevvereye
geldiklerinde, Mekke-i mükerremenin şerîfi onlarla beraber geldi. Medîne-i
münevverede Şerîf, Peygamber efendimizin türbesinin altın kapısını açtı.
Muhammed Emîn Efendi, fakirâne, zelîlâne, hürmetle içeriye, ceddi Peygamber
efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem ziyârete gitti. Orada bulunan cemâatten
birkaç ehl-i hakîkat, Resûlullah'ı ancak bu zât ziyâret etti dediler. Ziyâretten
çıkınca, ağzından yanmış ciğer kokusu geliyordu. Seyyid Abdülhakîm hazretleri;
"Muhammed Emîn'in ciğerleri kebâb oldu, çok yaşamaz." buyurdu. O andan îtibâren
hastalandı. Kâfile yola çıkıp hareket etti. Yolculuk yaptıkları vapur, Tûr
Dağına yakın bir limana yanaştı. Muhammed Emin hazretlerini alıp hastaneye
götürdüler. Ağır hasta idi. Bir Cumâ günü sabah namazından sonra, Tûr beni örttü
mânâsında "Gâmenî Tûr" diyerek ebced hesâbına göre (1318) vefât târihini
söyledi. Sonra kelime-i tevhîd okuyup temiz rûhunu teslim etti. Vefâtında otuz
iki yaşındaydı. Hastalığı sırasında hastânede hizmetinde bulunan Hacı Sâlih
Efendi der ki: "Seyyid Abdülhakîm hazretlerine bu elîm hâdiseyi arz etmek için
gittim. Murâkabe hâlinde ağlıyordu."
Büyük âlim ve velî
Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerde
yetişip hocası Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden icâzet aldıktan sonra Arvas'ta
ve Van'da hizmet etti. Van'da bulunduğu sırada bir gün Van Vâlisi Tâhir Paşa
zamânında, Van'a, rûhun bir insandan başka bir insana geçtiğine inanan sapık bir
kimse gelmişti. Van'a geliş sebebini Vâli Tâhir Paşaya anlatıp, vâli konağında
misâfir olmuştu. Vâli Tâhir Paşaya sapık düşüncelerini açınca, bir müddet
münâkaşa ettiler. Bu münâkaşadan sonra Vâli Tâhir Paşa da Van'da bulunan büyük
âlim Muhammed Sıddîk Efendiyi vâli konağına dâvet edip; "Şöyle sapık bir kimse
geldi. Bozuk fikrini yayarsa zararlı olur ne edelim?" diye sordu. Bunun üzerine;
"Ben şimdilik onu tam mânâsıyla susturup iknâ edemem. Konuşma çok uzar. Onu
birkaç sözle ancak hocam Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri iknâ eder." dedi.
Bunun üzerine Başkale'ye; "Muhammed Sıddîk çok ağır hasta acele teşrifinizi
dilemektedir." diye bir tel çekildi. Abdülhakîm Efendi bu haberi alır almaz
atına binip Van'a gitti. Talebesi Muhammed Sıddîk ile buluşunca, Muhammed Sıddîk;
"Efendim benim hastalığım, sıkıntım şudur?" diyerek inkârcı, sapık kimsenin
hâlini anlattı ve cevap verilerek onun iknâ edilip susturulmasını arzu ettiğini
söyledi.
Bunun üzerine Abdülhakîm
Efendi; "O kimse ile bahçede görüşeceğim. Bir yer hazırlatın. Altı yaşında bir
eşeği de bahçeye bağlatıp bir müddet aç ve susuz bırakınız." dedi. Bu
hazırlıklar yapıldıktan sonra sapık kimse ile bahçede görüşmek üzere bir araya
geldiler. Konuya geçmeden önce Abdülhakîm Efendi sapık kimseye; "Nerelisin? Evli
misin, baban öleli kaç sene oldu?" diye sordu. Sapık kimse; "Siz şarklı hocalar
birisi ile karşılaşınca, böyle fuzûlî sorular sorarsınız. Buraya ne için
geldiyseniz o konuda konuşalım." dedi. Abdülhakîm Efendi hazretleri; "Dâvânızı
duydum. Yalnız siz çok insafsız bir kimsesiniz. İnsafsızlarla ilmî münâzara
yapmayı tercih etmem." buyurunca; "Neden insafsız mışım?" dedi. "İfâdenize göre
baban altı sene önce ölmüş ve o zaman deminden beri şurada anırıp duran şu eşek
dünyâya gelmiş ve babanın rûhu bu eşeğe geçmiş! Böyle iddiâ ediyorum aksini
isbât edebilir misin?" deyince, sapık kimse şaşırıp kaldı ve yenik düştü. Sapık
bir düşüncede olduğunun farkına vardı. Seyyid Abdülhakîm Efendinin büyük bir
âlim ve velî olduğunu anladı, iknâ oldu.
Bundan sonra Seyyid
Abdülhakîm Efendi ilmî olarak gâyet geniş açık ve anlayabileceği bir tarzda
rûhun bir insandan başka bir insana geçmeyeceğini, bunun mümkün olmadığını
anlattı. Sapık kimse gerçekten iknâ olup, sapık fikrinden vaz geçti. Îtikâdını
düzeltti ve tövbe etti.
Seyyid Abdülhakîm Efendi onu
alıp Vâli Tâhir Paşanın yanına götürdü. "İşte bir iddiâ ile buraya kadar gelmiş
bu kimseyi bir eşekten misâl vererek müslüman ettik." buyurdu. Sonra bu kimsenin
saptırdığı insanların îtikâdının düzeltilmesi için Tâhir Paşanın gayret
göstermesini ve yardımcı olmasını istedi.
Büyük velîlerden Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin
mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye
kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir
mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe
atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar
kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devâm edip bir takım sözler söyleyince,
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i
kerîmesinde meâlen: "Biz de: Ey ateş İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik"
buyurmaktadır." dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun
eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı.
Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını ve
tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı
doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince, filozof ellerini
uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun
üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir." buyurdu.
Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında İstanbul'da Hacı Ömer Ağa adında
birisi âlimler ile ilmî münâzaralara girer, kimse onunla baş edemezdi. Bu zât
Bolu ulemâsıyla da münâzaraya girmesi için Bolu'ya gönderilmişti. Bolu vâlisi
orada bulunan âlimleri topladı. Sâfî Efendiye de özel bir dâvetiye
gönderdi. Dâveti kabûl edip geldi. Münâzara sırasında Sâfî Efendi o kimseye öyle
cevaplar verdi ki, o zamâna kadar meclislerde hiç susmak bilmeyen o kişi,
konuşmaz oldu. Mustafa Sâfî Efendinin ilmi ve kerâmeti karşısında kendini
tutamayıp kalktı, mecliste bulunanların gözü önünde ellerini öptü ve artık onun
se venlerinden ve sohbetine devâm eden talebelerinden oldu. Ondan Şerh-i Akâid'i
okudu. Bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Daha sonra Amasya'ya
gönderildi. O mecliste bulunan vâli ve diğer zâtlar da o günden itibâren Mustafa
Sâfî Efendinin sohbetlerine devam ettiler.
Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri zamânında "Bir gün Semerkand'a, mecûsî iken
hıristiyanlığı seçmiş bir râhib geldi. Îsâ aleyhisselâm hakkında asılsız şeyler
söylüyor, ona (hâşâ) ilâhtır, diyordu. Pekçok bozuk ve bâtıl delîller
göstererek, halkın îtikâdını sarsıyordu. Üstelik sorduğu suâllere, âlimler dahî
cevap veremiyordu. Bu râhip, Semerkand Sultânı Hâlid'e haber göndererek;
"Âlimlerinizle münâzara etmek üzere geldim. Eğer âlimlerinizden biri beni
susturabilirse müslüman olurum. Bütün servetimi de İslâmiyet için harcar, bu
dînin yayılmasına çalışırım. Şâyet galip gelirsem, Semerkând'ın vergisini
isterim." dedi. Sultan Hâlid, âlimleri toplayarak durumu anlattı. Onlar da; "Bir
râhip nedir ki, cevap vermekte âciz kalalım. Onunla her zaman münâzaraya
hazırız." dediler. Bir gün tâyin ederek, câmide toplandılar. Râhip sorularını
sordu. Fakat âlimlerin cevâbı iknâ edici değildi. Bunun üzerine gurûrlanan
râhip, sultânın huzûrunda; "Gitmediğim memleket kalmadı. Sorularıma hiç kimse
cevap veremedi ki, sizin âlimleriniz cevap versin!" gibi edebe uymayan
ileri-geri laflar etti. Sultan üzüldü. Bu sırada âlimlerden bâzıları huzûra
çıkıp; "Efendim! Bu râhibe ancak Seyyid Alâeddîn hazretleri cevap verir, onun
üstesinden gelir. Yalnız o, şu anda kırk günlük bir halvete, yalnızlığa girdi,
nefs terbiyesi ile meşgûldür. Kolay kolay gelmez. Ancak dîn-i İslâm için izin
verilirse gelebilir." dediler. Sultan memnûn oldu ve râhibden kırk günlük mühlet
istedi. Hemen Seyyid Alâeddîn hazretlerine verilmek üzere bir mektup yazdırdı.
Mektup gönderilmek üzere iken, saraya bir kimse çıkageldi ve sultana bir mektup
sundu. Hâlid, mektubu okudukça hayretten hayrete düşüyordu. Sevincinden cenâb-ı
Hakk'a şükrediyordu. Orada bulunan âlimler merâk ederek sebebini sordular.
Sultan, mektubu getiren kimseye sesli olarak okuttu. Mektubun başında, Allahü
teâlâya hamd, Resûlüne salevât ve Emîr Hâlid'e duâdan sonra yazıyordu ki: "Bu
mübârek günde, büyük dedem, insanların ve cinnin Peygamberi ve âlemlere rahmet
olarak gönderilen Resûlullah efendimiz bu fakîre merhamet ederek göründüler.
Buyurdular ki: "Evlâdım Alâeddîn! Halvetine son verdim. Allahü teâlânın
kullarını irşâd etmek, onlara dîn-i İslâmın emir ve yasaklarını bildirmek için
dışarı çık. Allahü teâlânın izniyle pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına sebeb
olacaksın. Türbemi ziyârete gelmeden önce Semerkand'a git. Oraya ümmetimin
âlimlerine ezâ ve cefâ veren bir râhip geldi. Ona lâzım olan cevâbı vererek
hidâyete gelmesine vesîle ol, ümmetimi de sıkıntıdan kurtar." Bu haberi size
ulaştırmak üzere mektup yazıp, Derviş Cihangir ile gönderiyorum. Sevinmeniz için
böyle yaptım. Bugün biz de gelirdik, fakat Peygamber efendimizin işâreti üzerine
yarına kaldık."
Alâeddîn'den gelen bu
mektubu herkes hayretle dinliyordu. Mektup okunduğunda tekbir sesleri kubbeyi
çınlatıyordu. Seyyid Alâeddîn'in bulunduğu yer ile Semerkand arası on yedi
günlük yol idi. Bir günde bu yolun katedilip gelindiğini öğrendiklerinde, bütün
âlimler; "Allahü teâlâ her şeye kâdirdir." diyorlardı. Ertesi günü sabah
namazından sonra, Sultan Hâlid ve tebeası, Seyyid Alâeddîn'i karşılamak üzere
şehir dışına çıktılar. Kuşluk vakti idi, başta Seyyid Alâeddîn hazretleri olmak
üzere, arkasında pekçok evliyâ, grup hâlinde göründüler. Seyyid Alâeddîn beyaz
bir ata binmiş, yeşil elbise giymişti. Diğer velîler, etrâfında ve arkasında
ağır ağır yürüyorlardı. Bu heybetli manzara karşısında herkes heyecanla ayağa
kalkıp, o tarafa doğru hürmetle yürümeye başladı. Başta Sultan Hâlid olmak
üzere, herkes atından inmişti. İki cemâat karşılaştıklarında, Sultan Hâlid,
Seyyid Alâeddîn'in ellerini öptü. O da Sultânın gözlerinden öptükten sonra; "Ey
Sultan Hâlid! O râhip, dostlarımızı üzmüş. Dedemiz, âlemlere rahmet olarak
gönderilen sevgili Peygamberimiz işâret buyurdular. Allahü teâlânın izniyle
râhibin hidâyete gelmesine vesîle olacağız." buyurdu. Cemâat büyük câmide
toplandı. Râhibe haber gönderildi. Râhib, Seyyid Alâeddîn hazretlerini görünce,
heybetinden titremeğe başladı ve; "Ben, Allahü teâlâya ve O'nun Resûlü Muhammed
aleyhisselâmın Peygamberliğine inandım." dedikten sonra, Seyyid Alâeddîn'in
elini öptü ve: "Bu gece rüyâmda zât-ı âlinizi gördüm. Bütün suâllerimi sorup,
hasta kalbimin şifâsı olan cevaplarınızı öğrendim. Artık hiç şüphem kalmadı ve
sormama da lüzum yoktur. İslâmiyetin hak din olduğunu anladım. Îmân edip
müslüman olmakla şereflendim." dedi. Herkes hayret edip, ziyâde sevindiler.
Seyyid Alâeddîn gülümseyerek, râhibe; "Şimdi tertemiz, günahsız bir müslüman
oldun. Cenâb-ı Hak râzı olsun. Fakat dostlarımızın da istifâde etmesi için suâl
sorunuz" buyurunca, o; "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin
âlimleri, İsrâil oğullarının peygamberleri gibidir." buyuruyor. Îsâ aleyhisselâm
ölüleri diriltirdi, bu ümmetten böyle bir şey olmuş mudur? Bunun îzâhını
istiyorum." dedi. Bu sırada Sultan Hâlid'in sarayından bir hizmetçi gelip,
Sultân'a; "Efendim! Hasta olan kızınız rûhunu teslim etti." dedi. Bu haber
karşısında herkes çok üzüldü. Seyyid Alâeddîn ise, başını önüne eğerek
murâkabeye varıp, Allahü teâlâya yalvarmaya, duâ etmeye başladı. Herkes
Seyyid'in bir şey söylemesini bekliyor ve çıt çıkmıyordu. Sultan Hâlid de aynı
vaziyette bekliyordu. Bu hâl üç saatten fazla sürdü. Sonunda Alâeddîn hazretleri
başını kaldırarak tebessüm etti ve; "Ey Sultan! Kızınız, Allahü teâlânın izniyle
sıhhate kavuştu. Şu ânda yemek yiyor. Sarayınıza gidiniz, bu hâli göreceksiniz."
buyurdu. Bu haber herkesi heyecanlandırdı. Böylece Seyyid Alâeddîn, müslüman
olan râhibin suâline kâl (söz) ile değil, hâl ile (iş yaparak, göstererek) cevap
verdi. Seyyid Alâeddîn vazifesinin bittiğini belirterek, oradakilerle vedâlaşıp,
berâber geldiği velîler ile birlikte ayrıldılar. Onlar gittikten sonra, Sultan
Hâlid, müslüman olan râhib ve halk, saraya doğru heyecanla yürüyerek, bir ân
önce verilen haberin doğruluğunu öğrenmek istediler. Saraya yaklaştıklarında,
bâzı kimselerin Sultân'a müjde vermek için koştuklarını gördüler.
Karşılaştıklarında, Sultâna; "Efendim! Kızınız vefât etmişti. Birkaç saat sonra
tekrar dirildi. Hayret ettik. Size bu haberi müjdelemek için geldik." dediler.
Sultan ve yanındakiler birbirlerine, bunun Seyyid Alâeddîn'in büyük bir
kerâmeti, himmeti ve bereketi olduğunu, onun, Allahü teâlânın katında
derecesinin ne kadar yüksek olduğunu söylediler. Sultan Hâlid'e müslüman olan
râhip; "Seyyid Alâeddîn hazretleri, beni, tereddüde mecâlim kalmayacak şekilde
iknâ etti, irşâd etti. Allahü teâlânın izni ve onun sebeb olması ile,
Elhamdülillah hidâyete kavuştum. Bu canım sağ oldukça İslâmiyete bedenimle ve
malımla hizmet edeceğim." dedi.
Büyük âlim ve velî Seyyid
Şerîf Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Tîmûr Hânın
âlimlere büyük sevgisi olduğundan, Sa’düddîn-i Teftâzânî ile Seyyid Şerîf
Cürcânî’ye huzûrunda ilmî münâzaralar yaptırırdı. Tîmûr Hân, Seyyid Şerîf
Cürcânî’yi daha çok sevdiği için, münâzaralardan sonra; "Kabûl edelim ki, ikisi
de din ve mârifet bilgilerinde aynıdır. O zaman Seyyid’in nesebi üstündür. Çünkü
Resûlullah’ın soyundandır." derdi. Seyyid Şerîf Cürcânî, on sekiz sene
Semerkand’da kalıp, Tîmûr Hân’dan çok büyük alâka ve hürmet gördü. Semerkand’da
kaldığı müddet içinde, medreselerde ders verip, yüzlerce kıymetli âlim
yetiştirdi. Ayrıca çok değerli eserler yazdı. Tîmûr Hânın vefâtından sonra,
Semerkand ve Mâverâünnehr’de çıkan karışıklıklar sebebiyle, Semerkand’dan
ayrılıp, Şîrâz’a döndü. Vefâtına kadar Cürcân’da kalıp, ders vermek ve
eserlerini yazmakla meşgûl oldu. Burada da, vefâtına kadar pekçok âlim
yetiştirdi ve kıymetli eserler yazdı.
Ehl-i sünnetin amelde dört
hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı
Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Hârun Reşîd, her sene Bizans
İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator,
âlimlerle münazara etmek için ruhbanlar gönderdi; "Eğer bizi yenerlerse onlara
vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz." dedi.
Dört yüz hıristiyan geldi.
Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî
hazretlerini çağırarak, hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver! dedi. Herkes Dicle
kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti.
Seccâdeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; "Benimle münâkaşa etmek isteyenler
buraya gelsin." dedi.
Bu hâli gören ruhbanların
hepsi müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adamlarının İmâm-ı Şâfiî'nin elinde
müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin
hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı." dedi.
Konya'ya gelen büyük
velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak
istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî
hazretleri'ne havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî
hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını
gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler,
Şems-i Tebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin
adına o soracaktı. Sormaya başladı: "Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de
inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O;
"Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek
dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; "Peki öbürünü de
sor!" buyurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını
çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar,
karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın
başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip,
dâvâcı oldu. Ve; "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi. Şems-i Tebrîzî;
"Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i
Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi.
Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak;
"Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır,
fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna
toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan
yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan
dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve
vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak
aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
Hadîs ve Hanefî mezhebi
fıkıh âlimi Muhammed Taflâtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
gençliğinde ilim tahsîl etmek için Mısır'a gitti. Burada iki sene dokuz ay
Mısır'ın ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Annesini ziyârete giderken
Fransızlar tarafından esir edildi.
Fransızlar, Muhammed
Taflâtî'yi Malta adasına götürdüler. Malta, o zaman İslâmiyetin ve müslümanların
düşmanlığını yapanların bulunduğu mühim bir merkezdi. Muhammed Taflâtî, orada
bulunduğu zaman hıristiyan papazlarla uzun münâzaralarda bulundu. Papazların bir
tânesi Arabçayı ve mantık ilmini çok iyi biliyordu. O ve diğer papazlar,
Muhammed Taflâtî ile yaptıkları münâzara sonunda susmak zorunda kaldılar.
Yapılan münâzaralar, hazret-i Îsâ'nın ilâh olup olmadığı hakkında idi. Muhammed
Taflâtî, hazret-i Îsâ'nın ilâh olmadığını, onun sâdece Allahü teâlânın kulu ve
peygamberi olduğunu, papazlar ise hazret-i Îsâ'nın ilâh olduğunu söylüyorlardı.
Papazların ileri gelenlerinden biri, Muhammed Taflâtî'ye şöyle dedi: "Ey
Muhammedî! Hazret-i Îsâ'nın hakîkati, ilâhın hakîkati ile birleşip tek bir
hakîkat olmuştur." Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Eğer mesele dediğin gibi
olsaydı. İlâh ve hazret-i Îsâ'nın hakîkatlarının birleşmelerinden önce, şu üç
ihtimalden birisinden başkası tasavvur edilemezdi. Ya ikisi de kadîm, yâhut
ikisi de hâdis (sonradan var olan) veya birisi kadîm diğeri hâdis olurdu.
Hâlbuki bütün bu ihtimaller bâtıldır. O zaman bu ihtimallere göre düşünülen
birleşme de hükümsüz olur. Meselâ birinci ihtimâle; yâni hakîkatların
birleşmesinden önce ikisinin de kadîm olmalarına gelince, böyle düşünmek katî
olarak her ikisinin de hâdis olduklarına götürür. Çünkü birkaç şeyden meydana
gelmek, sonradan var olanların temel husûsiyetlerindendir. Hâdis yâni sonradan
var olan şey ilâh olamaz. İkinci ihtimâlin, yâni her ikisinin hâdis olması da
bâtıldır. Çünkü ilâhın hâdis olması muhal olup mümkün değildir. Üçüncü ihtimâle
gelince, bu da bâtıldır. Böyle düşünmek de imkansızdır. Çünkü bu ihtimâlde,
kadîm olan ilâhın terkîbden sonra hâdis olması, hâdis olanın da kadîm olması
lâzım gelir. Böyle bir durum ise hakîkatlerin değiştiklerini söylemek demek olur
ki, böyle bir şey bâtıldır. Hem sonra bu üçüncü ihtimâlden iki zıd şeyin, ilâh
ile ilâh olmayanın, ilâhın yarattığı bir şeyin birleşmesi hâli ortaya çıkar ki,
böyle iki zıddın birleşmesini hiçbir akıl sâhibi söylememiştir" dedi. Papazlar
bu sözler karşısında verecek cevap bulamayıp, şaşırıp kalınca, ileri
gelenlerinden ve en bilgili olanı; "Bu pek ince ve derin bir mesele olup, bizim
akıllarımız bunu anlıyamaz" dedi. Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Bunlar bizde
sonda değil başlangıçta öğrenilen bilgilerdir." dedikten sonra papazların ileri
gelenine; "Doğru söyle! Îsâ aleyhisselâm puta (hâşâ) tapınır mıydı?" diye
sorunca, papaz; "Hayır, hazret-i Îsâ haça tapmazdı. Ancak haç, hazret-i Îsâ'dan
sonra ortaya çıkmıştır. Fakat biz ilâhın benzerine tapıyoruz." dedi.
Muhammed Taflâtî; "Doğru
söyle! Allahü teâlâ başkasına benzer mi?" diye sorunca, papaz; "Hayır benzemez"
dedi. Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Öyleyse şu haçı, katran ve ziftle yakmak
gerekir." dedi.
Muhammed Taflâtî ile o papaz
arasında daha başka münâzaralar oldu. Papazın, İslâmiyet, Kur'ân-ı kerîm ve
muhtelif mevzûlardaki yanlış fikirlerine sağlam ve delîlli cevaplar verdi.
Muhammed Taflâtî'nin yaşı o
sırada 19 idi. Papaz ona; "Sen bu kadar bilgiyi nereden öğrendin" diye sordu.
Muhammed Taflâtî ona; "Senin bana sorduğun bütün suâller, bizim başlangıçta
öğrendiğimiz bilgilerdir. Eğer sana derin, ince ve yüksek bilgilerden bahsetmiş
olsaydım, hayretler içinde kalırdın" dedi. Papaz, onunla münâzarayı bırakmak
zorunda kaldı. Ondan sonra Muhammed Taflâtî'nin şöhreti papazlar ve Malta'nın
ileri gelenleri arasında yayıldı. Nereye gitse ona hürmet ve ikrâmda
bulunuyorlardı. |
|