CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜNÂKAŞA – MÜNÂZARA - 1

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamanında ve Bizanslılar devrinde, İstanbul'da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyor ve; "Her şey kendi kendine var olmuştur." diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her soruya cevap veriyordu.

Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim." diyordu. Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.

Bu doktor karşısında hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halîfesi, Me'mûn'a bir elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor dehridir (dinsizdir). Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur." yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki: "Ey halîfe! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne yapacağımıza karar verelim."

Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği gibi olduğunu gördüler. İki kişinin idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu falanca ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır." dedi.

Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat'ta onunla münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden birisi; "Büyük âlim, evliyânın üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Bununla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım." dedi.

Halîfe, Ahmed bin Harb hazretleri'nin yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:

"Siz münâzara meclisini falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de cevap veririm."

Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç kaldınız?" diye sordu. O da; "Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca şöyle cevap verdi:

"Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım."

Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:

"Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münâzara etmeye değmez."

Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,

"Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?"

Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: "Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz."

O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:

"Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir."

İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla kendi kendine; "İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.

Kerâmet sâhibi evliyâ zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Hasan bin Ali Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Münâkaşaya oturmak, fayda kapılarını kapatır."

Peygamber efendimizin arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden Bilâl bin Sa'd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: "Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen; hüsrânın tamam olduğunu bil."

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr bin Sa'dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) kimseyle münâkaşa etmeye izin vermezdi. Herkesi münâkaşadan meneder, ancak nasîhat için bir başkasına söz söylemeğe izin verirdi. Buyurdu ki: "Bir kimse, Allahü teâlâdan gâfil olduğu hâlde, münâzara etmek için oturursa, onun için üç ayıp vukû bulur. Birincisi; münâzara ettiği kimseye cidâl ve bağırıp çağırmaktır ki, o kişi bundan men edilmiştir. İkincisi; halka karşı kendini üstün görmek sevgisi ki, o kişi bundan men edilmiştir. Üçüncüsü; münâzara ettiği kimseye gadap, öfke ve kindir ki, o kimse bundan men edilmiştir. Allahü teâlâ bunları haram kılmıştır."

Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebû Abdullah ibni Hafîf şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, İmâm-ı Eş'arî hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim. Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, "Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum." dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel." dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü'l-Hasan Eş'arî'dir." dedi. İmâm-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, "İmâm-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalâde." dedim. Sonra; "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz." buyurdu."

Meşhur tefsîr âlimi ve velî İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âl-i İmrân sûresinde, 61. âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken buyuruyor ki: Hârezm şehrindeydim. Şehre bir hıristiyanın geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmaya başladık.

Hıristiyan: "Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?" dedi. Şu cevâbı verdim: "Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizelerini okuyor ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği hâlindedir. Mûcize göstermek, Peygamber olduğunu isbât etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de inanmamanız lâzım gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisselâmın da Peygamber olduğuna îmân etmelisiniz."

Hıristiyan: "Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır!"

Fahreddîn-i Râzî: "İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır. O hâlde madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Îsâ aleyhisselâm cisimdi. Yokken var oldu ve size göre öldürülmüştür. Önce çocuktu, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye muhtâçtı. Muhtâc olan, ganî olur mu? Yokken sonradan var olan bir şey, ebedî sonsuz var olur mu? Değişen bir şey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahûdîler yakalayıp astı diyorsunuz. Îsâ aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü söylüyorsunuz. İlâh veya ilâhtan parça olsaydı, yahûdîlerden korunmaz mı? Onları yok etmez miydi? Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz:

1. O İlâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahûdîlerin, yakalayıp öldürdüğü âciz, kuvvetsiz kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi?

2. O, tanrının oğludur diyorsunuz.

3. O tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Bu inanışlar da yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve araz değildir ki, bir cisme hulûl etsin. Cisme hulûl eden şey cisim olur ve hulûl edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl oldu derseniz, ona hulûl eden parça tanrı olmakta tesirli ise, bu parça ilâhtan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam olmazdı. Eğer tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur. Sonra Îsâ aleyhisselâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi?"

Hıristiyan: "Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve Baras denilen, derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için o tanrıdır."

Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey de bulunmaz denilir mi? Bulunmaz, o şey de var olmaz dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi deyince, delîl, alâmet de yoktur demek olur. Yaradanın varlığını reddetmen lâzım gelir. Bir şey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ aleyhisselâma hulûl ederse, bana, sana ve hayvanlara, hattâ otlara ve taşlara hulûl etmediğini nereden biliyorsun?"

Hıristiyan: "Onda mûcizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde ve hayvanlarda bulunmadığı için, başkalarına hulûl etmediği anlaşılmaktadır."

Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin bulunmaması lâzım olmaz demiştik. Mûcizeler bulunmayınca, hulûl edemeyeceğini niçin söylüyorsun. O hâlde kediye, köpeğe, fâreye de hulûl ettiğine inanman lâzım gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmaya varan bir din, çok âdî, pek bozuk bir din değil midir?

Âsâyı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın âsâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz. Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle, böyle diyorsunuz?"

Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek bir şey bulamadı, susmaya mecbur oldu.

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hammâd bin Ebî Süleymân hazretlerinden ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.

Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.

Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:

"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.

Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.

Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.

Bir defâsında dünyâya kadîm, yâni dünyânın bir yaratıcısı yoktur diyen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'yi öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A'zam'la bir konuda münâkaşa edelim ve onu yenip öyle öldürelim dediler. Ebû Hanîfe'nin yanına gelince onlara; "İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı bir denizde kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz?" diye sordu. O topluluk; "Böyle şey olur mu?" dediler. Ebû Hanîfe; "Her mevsim, hattâ her gün, şekli, hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara hayret veren bu dünyânın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükmedersiniz?" buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kılıçlarını kınlarına sokup oradan ayrıldılar.