|
MÜNÂKAŞA –
MÜNÂZARA - 1
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamanında ve
Bizanslılar devrinde, İstanbul'da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı
gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyor ve; "Her şey kendi kendine var
olmuştur." diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde
mütehassıs olup, sorulan her soruya cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse
bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir yaratıcısı
olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim." diyordu.
Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu.
Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında
hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak
müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halîfesi,
Me'mûn'a bir elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor
dehridir (dinsizdir). Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münâzara
edecek ve bunu iknâ edip, mağlub edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur."
yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Oradaki
ilim sahipleri dediler ki: "Ey halîfe! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden
imtihan edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne yapacağımıza karar verelim."
Ertesi gün, kalabalık
hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak
birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel
işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor
önce şişelere, sonra da orada bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç
yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da falancanındır diye tek tek saydı.
Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği gibi olduğunu
gördüler. İki kişinin idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu
falanca ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır.
İlaçları da şunlardır." dedi.
Hepsini doğru söylemişti.
Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat'ta onunla münâzara edecek
bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden birisi; "Büyük âlim, evliyânın
üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi.
Hacca gidiyor. Bununla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım." dedi.
Halîfe, Ahmed bin Harb
hazretleri'nin yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:
"Siz münâzara meclisini
falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç
geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de cevap
veririm."
Dediği gibi yaptılar. Ahmed
bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç kaldınız?" diye sordu.
O da; "Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona
bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca şöyle cevap
verdi:
"Gördüm ki topraktan bir
ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta
şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal
oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp
geç kaldım."
Bu saçmalıkları duyan
inkârcı doktor dayanamadı:
"Bu saçma sapan konuşan
ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münâzara etmeye
değmez."
Bunun üzerine Ahmed bin Harb
şöyle cevap verdi,
"Niçin saçma konuşayım ve
deli olayım?"
Doktor kendinden emin bir
şekilde konuştu: "Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür,
kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur.
Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz."
O zaman Ahmed bin Harb son
sözünü söyledi:
"Ey doğruluktan uzak insan!
Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı olmadan sandal
olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve
çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı
ile binlerce güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile
kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle
hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir."
İnkârcı doktor, bu cevap
karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla kendi
kendine; "İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi
inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb
ona kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan
kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.
Kerâmet sâhibi evliyâ
zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Hasan bin Ali
Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Münâkaşaya oturmak,
fayda kapılarını kapatır."
Peygamber efendimizin
arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden Bilâl bin Sa'd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyururdu ki: "Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece
kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen;
hüsrânın tamam olduğunu bil."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr bin Sa'dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) kimseyle münâkaşa etmeye izin
vermezdi. Herkesi münâkaşadan meneder, ancak nasîhat için bir başkasına söz
söylemeğe izin verirdi. Buyurdu ki: "Bir kimse, Allahü teâlâdan gâfil olduğu
hâlde, münâzara etmek için oturursa, onun için üç ayıp vukû bulur. Birincisi;
münâzara ettiği kimseye cidâl ve bağırıp çağırmaktır ki, o kişi bundan men
edilmiştir. İkincisi; halka karşı kendini üstün görmek sevgisi ki, o kişi bundan
men edilmiştir. Üçüncüsü; münâzara ettiği kimseye gadap, öfke ve kindir ki, o
kimse bundan men edilmiştir. Allahü teâlâ bunları haram kılmıştır."
Ehl-i sünnetin îtikâddaki
iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebû Abdullah ibni Hafîf şöyle anlatmıştır:
"Gençliğimde, İmâm-ı Eş'arî hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim.
Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, "Ebü'l-Hasan
Eş'arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu
seviyorum ve görüşmek istiyorum." dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel."
dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın
ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer
gösterdiler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada
toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında
oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap
vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış
şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki,
dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve
ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü'l-Hasan
Eş'arî'dir." dedi. İmâm-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim.
Yanına yaklaşınca, "İmâm-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu.
"Fevkalâde." dedim. Sonra; "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele
sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla
konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık
şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine
doğrusunu bildiriyoruz." buyurdu."
Meşhur tefsîr âlimi ve velî
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âl-i İmrân sûresinde,
61. âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken buyuruyor ki: Hârezm şehrindeydim. Şehre bir
hıristiyanın geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmaya başladık.
Hıristiyan: "Muhammed
aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?" dedi. Şu cevâbı verdim:
"Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler
gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizelerini okuyor
ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği hâlindedir. Mûcize göstermek, Peygamber
olduğunu isbât etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de inanmamanız lâzım
gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisselâmın da Peygamber
olduğuna îmân etmelisiniz."
Hıristiyan: "Îsâ
aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır!"
Fahreddîn-i Râzî: "İlâh,
tanrı, her zaman var olması lâzımdır. O hâlde madde, cisim, yer kaplıyan şeyler
tanrı olamaz. Îsâ aleyhisselâm cisimdi. Yokken var oldu ve size göre
öldürülmüştür. Önce çocuktu, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi konuşurdu.
Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye
muhtâçtı. Muhtâc olan, ganî olur mu? Yokken sonradan var olan bir şey, ebedî
sonsuz var olur mu? Değişen bir şey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ
aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahûdîler yakalayıp astı diyorsunuz. Îsâ
aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü söylüyorsunuz. İlâh veya ilâhtan parça
olsaydı, yahûdîlerden korunmaz mı? Onları yok etmez miydi? Niçin üzüldü ve
saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz:
1. O İlâh imiş, tanrı imiş,
öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız
kalacaktı. Yahûdîlerin, yakalayıp öldürdüğü âciz, kuvvetsiz kimse, âlemlerin
tanrısı olabilir mi?
2. O, tanrının oğludur
diyorsunuz.
3. O tanrı değildir. Fakat,
tanrı ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Bu inanışlar da yanlıştır. Çünkü
ilâh, cisim ve araz değildir ki, bir cisme hulûl etsin. Cisme hulûl eden şey
cisim olur ve hulûl edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâh
parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl oldu derseniz, ona hulûl
eden parça tanrı olmakta tesirli ise, bu parça ilâhtan ayrılınca ilâhlığı
bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam olmazdı. Eğer
tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur. Sonra Îsâ
aleyhisselâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi?"
Hıristiyan: "Ölüleri
dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve Baras denilen, derideki çok
kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için o tanrıdır."
Fahreddîn-i Râzî: "Bir
şeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey de bulunmaz denilir mi? Bulunmaz, o şey
de var olmaz dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi deyince, delîl, alâmet de yoktur
demek olur. Yaradanın varlığını reddetmen lâzım gelir. Bir şey delîlsiz var
olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ aleyhisselâma hulûl ederse, bana,
sana ve hayvanlara, hattâ otlara ve taşlara hulûl etmediğini nereden
biliyorsun?"
Hıristiyan: "Onda mûcizeler
bulunduğunu söylemiştim. Bizde ve hayvanlarda bulunmadığı için, başkalarına
hulûl etmediği anlaşılmaktadır."
Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin
delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin bulunmaması lâzım olmaz demiştik. Mûcizeler
bulunmayınca, hulûl edemeyeceğini niçin söylüyorsun. O hâlde kediye, köpeğe,
fâreye de hulûl ettiğine inanman lâzım gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl
ettiğini inandırmaya varan bir din, çok âdî, pek bozuk bir din değil midir?
Âsâyı, bastonu ejder, yılan
yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan
birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın âsâyı ejdere çevirdiğine
inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz. Îsâ aleyhisselâma
niçin tanrı veya şöyle, böyle diyorsunuz?"
Hıristiyan, bu sözüme karşı
diyecek bir şey bulamadı, susmaya mecbur oldu.
Tâbiînden, İslâm âleminde
Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hammâd bin Ebî Süleymân
hazretlerinden ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu
Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir
yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı
birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü
teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar
onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle
münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin
hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar
verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün
dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu
düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun)
gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin
kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça
parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi
Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin
Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü
rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse
gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün
sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi
teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır.
Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi
sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu
yenerim." dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler.
Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha
çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı.
Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti
bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve
aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı
ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:
"Sayıları bilir misin?"
Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi.
Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu
ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir
olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya
başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü
hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt
yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi
taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun
üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve
ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?"
buyurdu. Dehrî cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: "Her var
olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır."
dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir
yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın
bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın
hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; "Şimdi O
ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri
buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim.
Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve
oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü
teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten
kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her
bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur."
buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu.
Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî,
İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek,
söyleyecek söz bulamadı.
Bir defâsında dünyâya kadîm,
yâni dünyânın bir yaratıcısı yoktur diyen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe'yi öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A'zam'la bir konuda
münâkaşa edelim ve onu yenip öyle öldürelim dediler. Ebû Hanîfe'nin yanına
gelince onlara; "İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı
bir denizde kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz?" diye sordu. O
topluluk; "Böyle şey olur mu?" dediler. Ebû Hanîfe; "Her mevsim, hattâ her gün,
şekli, hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara
hayret veren bu dünyânın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi
olmadığına nasıl hükmedersiniz?" buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap
karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı
Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kılıçlarını kınlarına sokup oradan
ayrıldılar. |
|