CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜCÂHİD EVLİYÂ (T - Z)

Evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn bin Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında İslâmiyete düşman olan hıristiyanların bâzıları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim Hülâgu'nun yanına gelerek ve kendisine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezânı ve İslâmın sembolü olan şeyleri ortadan kaldırmasını söylediler. Kan dökmekten, insanlara eziyet ve işkence etmekten zevk alan o meşhûr zâlim de, mâcera uğruna çok müslüman kanı döktü. Âlimlerden ve diğer müslümanlardan birçok kıymetli zâtı şehîd etti. Müslümanlar, bu zâlimler karşısında âciz kalıp, ne yapacakları hakkında görüşmek üzere beş yüz kadar âlim toplanıp, o zamandaki meşhur âlimlerden Şemseddîn Müsta'cel bin Rıfâî hazretlerine geldiler ve bu fitneyi durdurmak için bir şeyler yapmasını, bir çâre göstermesini, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini istediler. O ise, kendisini buna lâyık görmeyip:

"Bu iş benim yapabileceğimin üstündedir. Ben de sizinle berâber geleyim. Birlikte Tâcüddîn  bin Rıfâî hazretlerinin yanına gidelim. O bir çâre bulur." dedi.

Dediği gibi yaptılar. Tâcüddîn bin Rıfâî'ye, Hülâgu zâliminin müslümanlara yaptığı zulmü anlatıp, bu belânın yakın zamanda, kendilerine de ulaşacağından endişe ettiklerini bildirdiler. O da, o beldede bulunan müslümanları toplayıp:

"Âlim olanlarınız ve olmayanlarınız bana yardım edin. Allahü teâlânın izni ile bu kâfirin şerrinden bütün müslümanları kurtaralım." buyurdu.

Orada bulunan herkes, ne emrederse yapmaya hazır olduklarını bildirdiler. O da hepsini toplayıp, bir gece, bulundukları beldenin etrâfına genişçe bir hendek kazdılar. Hendeği odun ile doldurdular. Ayrıca demir, bakır, kurşun ne buldularsa o hendeğe doldurdular ve müdhiş bir ateş yaktılar. Tâcüddîn bin Rıfâî oraya gelip iki rekat namaz kıldı. Orada bulunanlar da ikişer rekat namaz kıldılar ve duâ ettiler. Bir saat kadar sonra Hülâgu'nun askerlerinden bir kısmı oraya geldi. Allahü teâlânın hikmeti, Tâcüddîn bin Rıfâî'yi ve diğer müslümanları göremediler. Ateşin yanına kadar geldiler. Tâcüddîn, emir verdi. Zulüm askerlerinden yakaladıklarını ateşe attılar. Hiçbirisi bir karşılık veremedi. Onların, hepsi silâhlı idi ve müslümanların hiç silâhları yoktu. Orada bulunan müslümanlar diyorlar ki: "Onların hepsi silâhlı oldukları hâlde silâhlarını kullanamadılar. Biz çok hayret ettik."

O beldede bulunan müslümanlar, Tâcüddîn hazretlerinin bereketi ve kerâmetiyle böylece büyük bir belâdan kurtulup, selâmete kavuştu.

Anadolu'da yetişen velîlerden Taşkesenli İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1914 Rus harbinde Kafkas cephesinde talebeleriyle birlikte savaştı. Sarıkamış yakınlarında harp esnâsında bir şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak gâzi oldu. Bu yaradan dolayı topal kaldı ve Topal Şeyh olarak da anıldı. Birinci Dünyâ Harbi, Erzurum’un işgâli, Ermeni zulmü ve Cumhuriyetin ilk yıllarında meşakkatli bir hayat sürmesine rağmen, talebe yetiştirmekten vazgeçmedi.

Bâzı gereksiz sebeplerden dolayı 1926 senesinde tutuklanarak Hınıs mahkemesince, Harput (Elazığ) İstiklâl Mahkemesine sevkedildi. Yaralı ayağına ve Şubat ayının çetin kış şartlarına rağmen yaya olarak Elazığ’a gönderildi. Elazığ İstiklâl Mahkemesi tarafından, İzmir’de mecbûrî ikâmete tâbi tutuldu. Bu arada köydeki evi, eşyâsı, hayvanları ve kütüphânesine, devlet tarafından el konuldu. Hanımı ve çocukları parasız ve açıkta kaldı. Erzurum ve Pasinler'de akrabâ ve dostlarının yanına sığınmak mecbûriyetinde kaldılar.

İzmir’de iken, bölge halkı tarafından sevilmeye başlayan İbrâhim Efendi, bir süre sonra Demirci ilçesine sürgün edildi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir: "Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer'in, Kıpçak Çölü sultanlarından Sultan Mahmûd'dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi. Bunun üzerine Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydullah-ı Ahrâr'a da yanlarında gelmesini ricâ etti. Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti. Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed'in ordusunda kaldı. Ordu, "Akkurgân" denilen yerde konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler.

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ'ya; "Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı." dedi. Sultan Ahmed Mirzâ; "Benim bir kararım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız." dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ'nın ve Sultan Mahmûd'un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh'a gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd'a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştırılacaktı.

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Ahmed Mirzâ'nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ'nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh'a gitti. Mirzâ Mahmûd'un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd'u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkül et." buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ'ya haber gönderip; "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar." dedi.

Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse orada kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinedir." dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan Mahmûd Mirzâ'yı ve Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr'ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ'dan Sultan Mahmûd Mirzâ'ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu. Sultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.

Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd Mirzâ'ya; "Siz Taşkend'e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım." buyurdu ve talebeleri ile Taşkend'e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı'ya; "Bu işlere ne dersin? Bu vak'a, kitaba yazılacak şeylerdendir!" buyurdu.

Hünkâr şeyhi denmekle meşhur velî Vânî Mehmed Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1683 senesinde Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki İkinci Viyana Seferine ordu şeyhi olarak katıldı. Seferden sonra Bursa yakınlarındaki Kestel köyüne gönderildi. İstanbul'da boğazda kendi adıyla anılan Vanîköy'de bir câmi ve medrese yaptırdığı gibi, Kestel'de de büyük bir câmi ve mektep yaptırdı. Ömrünü orada tamamladı.

Büyük velîlerden Ya’kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Rumeli beldelerinden Yanya’da bulunduğu sırada, Yanya yakınındaki Preveze kalesini, frenk kâfirleri karadan ve denizden istilâ edip, muhâsara altına almışlardı. Bu sırada Ya'kûb Germiyâni, müslümanlara yardım için o kaleye gitti. O zâtın kalede bulunması ile, kaledeki müslümanlar, kâfirlerin şerlerinden emîn oldular. Ya'kûb Germiyânî, bir kerâmeti olarak, kâfirlere karşı öyle heybetli göründü ki, kâfirlerden hiçbiri kalenin giriş yoluna yaklaşmaya ve saldırmaya cesâret edemedi.

Vuruşma esnâsında, kale burcunda bulunan topu, bizzat kendi eliyle ateşlerdi. Allahü teâlânın izni ile atışlar tam isâbetli olurdu. Evvelâ, kâfirlerin alâmet olarak yanlarında taşıdıkları büyük bir haçı, sonra da, askerlerin çoğunu top atışları ile perîşân etti. Allahü teâlânın nusret ve yardımiyle kâfirleri dağıttı. Atışlar o kadar tesirli oldu ki, düşman tarafında sağ kalanlar kurtuluşu kaçmakta buldular.

Lütfi Paşa, Yanya beyi idi. Lütfi Paşanın hayır ve hasenât yapmakla tanınan zevcesi Şâh Sultan, Ya'kûb Efendinin büyük bir zât olduğunu bilir; hürmet, muhabbet ve edeb gösterirdi. Bu günlerde Lütfi Paşanın İstanbul’a gelmesi lâzım olunca, yola çıkacakları sırada Şâh Sultan, Ya'kûb Efendiye o zamanlarda İstanbul'da bulunan büyük zâtları sordu. O da, İstanbul’da Merkez Efendiye tâbi ve talebe olmalarını söyledi. Lütfi Paşa İstanbul’a gelip, vezîr-i âzam oldu. Şâh Sultan, Merkez Efendi ve talebelerine çok alâka gösterdi. Ya'kûb Efendi ile Merkez Efendinin birbirlerine olan muhabbetlerini İstanbul’a gelince daha iyi anladı. Dâvûdpaşa Mahallesinde, güzel bir câmi ve bir de hânekâh (dergâh) yaptırıp, sonra fermân ile Ya'kûb Efendinin İstanbul’a gelmesini temin ederek, bu yaptırdığı dergâhta yerleşmesini sağladı. Ya'kûb Efendi bu hânekâhda on sekiz sene kalıp, İslâma hizmet eyledi. Merkez Efendi, Kocamustafapaşa’da, Ya'kûb Efendi Dâvûdpaşa'da, aralarında muhabbet ve yakınlık ile, insanlara çok hizmet edip, yüzlerce talebe yetiştirdiler. Talebeler bâzan dergâhın birine, bâzan diğerine giderek, bu büyük zâtların vesîlesiyle, ilim ve velîlikte çok yüksek derecelere ve üstün makamlara kavuştular.

Evliyânın büyüklerinen, hadîs ve fıkıh âlimi Yayabaşızâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) çocukluğunda yeniçeri ocağına kayıtlı iken orada verilen ders esnâsında ilim öğrenme istidâdının fazla olması dikkatleri çekti. Bunun üzerine ilmiye sınıfına geçti. Mâlülzâde Nakîb Efendiden ders almağa başladı. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini bu zâtın huzûrunda tamamladıktan sonra, o zamanda bulunan Halvetiyye büyüklerinden Vişne Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Kendisine yeniçerilerin orta mescidinde vâizlik vazifesi verildi. Orada yeniçerilere vâz ve nasîhat etmeye başladı. 1572 senesinde Üsküdar’da Şemsi Paşanın; câmi, dâr-ül-hadîs ve tekkesinde vâiz ve muhaddîs, hadîs âlimi oldu. Tekkenin başına geçip, talebeleri tasavvuf yolunda yetiştirmeye başladı. Üsküdar’da on üç sene vazife yaptı.

Dâr-üs-saâde ağalarından (İstanbul vâlilerinden) Mehmed Ağa, Fâtih’te Çarşamba ile Draman arasında kendi ismi ile Mehmed Ağa Câmii ve câminin avlusu yanında sebîl, câminin karşısında da Halvetî tekkesi, dâr-ül-hadîs ve çifte hamam yaptırmıştı. Bunların inşâatı H.993 senesinde tamamlanınca, Yayabaşızâde Hızır Efendi buraya yerleşti. Dâr-ül-hadîste, hadîs dersleri vermeye başladı. Burada talebelere faydalı olmakta iken Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Eğri Seferine çıktı. Orduyu vâz ve nasîhat ile takviye etmesi için Yayabaşızâde Efendiyi de berâber götürmek istedi. O da Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle sefere katılmayı kabûl etti.

Sefere çıkmadan evvel, kendisinin olan Beydâvî Tefsîri'ni talebelerinin büyüklerinden Bosnalı Hüseyin Efendiye gönderip; “Mütâlaa ettikçe bize duâ etmeyi unutmasın." dedi. Bundan sonra pâdişâh ile birlikte sefere çıktı. Yol boyunca askeri çok güzel bir şekilde muhârebeye hazırladı. Muhârebe esnâsında bir ara askerin durumu bozulup, firâr kaçınılmaz bir hâl almışken, Hızır Efendi pâdişâhın huzûruna çıkıp; “Sultânım! Ricâlullah bizimle birliktedir. Bir mikdâr daha harbe tahammül ediniz. Neticede zafere ulaşacaksınız. Beni de duânızdan unutmayınız. Bu uğurda şehîd olacağımı ümid ediyorum.” buyurdu ve toplanan askerle düşman üzerine at sürdü. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Nihâyet şehîd oldu. Şehîd olduğunda mübârek vücûdunda birçok kılıç ve mızrak yarası vardı.

Anadolu evliyâsından Şeyh Yûsuf Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin  birinci oğlu Şeyh Hacı Muhammed Efendi âlim, fazilet sâhibi bir kimseydi. Bununla ilgili bir hâtıra şöyle anlatılır: Birinci Dünyâ Harbi öncesinde, Rus askerlerinin Erzurum'da kaldıkları sıralarda Kiğı kasabası yakınlarına kadar düşman askeri gelmiş birçok köyü yakıp yıkmışlardı. Bu telaş ve heyecan içinde Kiğı'da bulunan bir askerî birlik yerini terk edip Elazığ Karakoçan istikametine doğru hareket ettiği haber alındı. Askerin haberleşme noksanlığından dolayı yanlış bir harekatta bulunduğunu ve yol üzerindeki köylere girmiş bulunan Rus askerlerinden habersiz olduklarını anlayan Muhammed Efendi, vakit geçmeden askeri durdurmak gerektiğini söyleyerek hemen atının hazırlanmasını emretti. Böyle bir anda haberci ile ısmarlama sözlerle askerin durdurulamayacağını bildiği için bizzat kendisi gitmek istedi. Zîrâ kendisini ve babasını tanımayan, bilmeyen kimse yoktu. Bu işi ancak o yapabilirdi. Bu sebeple bütün itirazlara rağmen atına atlayıp süratle yola koyuldu. Normal yürümekte bile güçlük çekilen bu dağ yolunda dört nala at koşturması, arkasından gelenleri güç durumda koydu. Murat suyunun geçtiği vadinin göründüğü dağın tam üzerine geldiğinde, atın başını aniden yoldan çevirerek, kuş uçmaz tâbir edilen dağın tepesinden, altında mağaraların bulunduğu kayalıktan aşağı inmeye başladı. Arkasından; "At şahlandı Şeyh Efendiyi mahvetti." diye feryat ederek atlarını süren kimseler tepeye geldiklerinde atlarından inip kayalığın üzerinde durdular. Şeyh Muhammed Efendi kayalıktan geçmiş, dağdan aşağıya vâdiye doğru atını sürüyor, askerleri ise durmuş şaşkınlıkla onu seyrediyor gördüler. Böylece ters istikâmete gitmekte olan askerî birliği dağılmadan veya zâyiâta uğramadan ve belki de tamâmen imhâ olmaktan kurtardı.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmi ve fazîletiyle insanları hak yola dâvet eden Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri, aynı zamanda dîni, vatanı ve milleti için savaşarak büyük kahramanlıklar gösterdi. Birinci Dünyâ Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı kahramanca savaştı. Kardeşleri Muhammed Saîd ve Muhammed Eşref ile birçok talebeleri şehîd oldular. Din ve vatan uğruna yaptığı hizmetlerinden dolayı zamânın bütün âlimleri ve devlet adamlarının hürmet ve sevgilerine mazhâr oldu.

Birinci Dünyâ Harbine katılarak büyük kahramanlıklar gösteren Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri, koluna isâbet eden bir mermi sebebiyle felç oldu. Felcin bütün vücûda yayılmaması için Bitlis Askerî Hastânesinde sağ kolu kesildi. Fakat Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bu ameliyatın arkasından ağır bir hastalığa tutuldu. Talebeleri ve sevenleri o vefât edecek diye üzülüyorlardı. Bâzan kendinden geçiyor, bâzan da ayılıyordu. Bu hal üzereyken bir gün şöyle buyurdu: “Rüyâmda yanıma kalabalık bir velî grubunun geldiğini gördüm. Gavsü’l-a'zam Arvâsî, Abdurrahmân Tâgî ve Şeyh Fethullah Verkânisî de aralarındaydı. Dünyâda mı kalacağım yoksa âhirete mi intikâl edeceğim husûsunda aralarında uzun müzâkereler yaptılar. Şeyh Fethullah Verkânisî dünyâda kalmamın daha hayırlı ve insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle olacağımı belirterek sekiz yıl daha yaşamamı teklif etti. Hazır bulunan büyüklerimiz de bu teklifi uygun görerek dağıldılar. Nitekim Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bu rüyânın dokuzuncu yılı başlarında vefât etti.

Mısır’ın büyük velîlerinden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ziyâeddîn Halîl Cündî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin din ve diyânette, zühd ve salahta, ibâdet ve tâatte, ilim ve amelde yüksek bir mevkii vardı. Bu yüksekliğine, eserleri delîl oldu. Allahü teâlânın düşmanlarına karşı çok çetin mücâdeleler verdi. Hıristiyan Avrupa kavimlerinin bir parçası olan Kıbrıs krallığı ve çapulcu şövalyeleri, zaman zaman Mısır kıyılarını yağmalayıp, müslümanlara zulmediyorlardı. Ziyâeddîn Halîl Cündî, halktan ve talebelerinden milis kuvvetleri teşkil etti. Bu kuvvetin adına da, “Halka-i mansûre” adı verildi. Onlarla berâber İskenderiyye’nin müdâfaası için Kâhire'den gidip savaştı. Allahü teâlânın rızâsı için küfür ehline karşı cihâd ederken giydiği askerî elbiseyi bir daha çıkarmadı. Bu yüzden Cündî yâni orduya mensub lakabı verildi. Askeriyeden maaş alır, zarûrî ihtiyâcından fazlasını fakirlere dağıtırdı. Kendisi az yer, az uyur ve çok ibâdet ederdi. Az mala kanâat eder, eline geçenleri talebesinin ihtiyâcına harcardı. Geceleri hiç uyumaz, kaylûle vaktinde, öğleden biraz önce vücûdunu dinlendirmek için çok az uyurdu. Çok merhametli, gurûr ve kibirden arınmış, mütevâzî bir kimse idi. Kalbi her türlü zulmet pisliklerinden uzaklaşmış, Allahü teâlânın nîmetlerini ve O’nun rızâsını kazanmaktan başka bir şey düşünmez olmuştu. İşi, insanlara emr-i mârûf yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmekten başka bir şey değildi. İbn-i Teymiyye ve yolunda gidenlere verdiği güzel cevapları ile meşhûrdur.

Halîl Cündî'den sonra gelen âlimler, ona uymakta çok hırslı, ona güvenmekte pek sâdıktılar. Bu sebeple, Halîl Cündî’nin ifâdesi ile başka birinin ifâdesi arasında bir ayrılık olunca; “Biz, Halîl’e uyarız. O bu meselede yanılmış olsa bile, ona olan hüsn-i zannımız, bizi ondan ayrılmaktan men eder.” derlerdi.