|
MÜCÂHİD
EVLİYÂ (T - Z)
Evliyânın büyüklerinden
Tâcüddîn bin Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
İslâmiyete düşman olan hıristiyanların bâzıları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim
Hülâgu'nun yanına gelerek ve kendisine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini
yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezânı ve İslâmın sembolü olan şeyleri
ortadan kaldırmasını söylediler. Kan dökmekten, insanlara eziyet ve işkence
etmekten zevk alan o meşhûr zâlim de, mâcera uğruna çok müslüman kanı döktü.
Âlimlerden ve diğer müslümanlardan birçok kıymetli zâtı şehîd etti. Müslümanlar,
bu zâlimler karşısında âciz kalıp, ne yapacakları hakkında görüşmek üzere beş
yüz kadar âlim toplanıp, o zamandaki meşhur âlimlerden Şemseddîn Müsta'cel bin
Rıfâî hazretlerine geldiler ve bu fitneyi durdurmak için bir şeyler
yapmasını, bir çâre göstermesini, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için duâ
etmesini istediler. O ise, kendisini buna lâyık görmeyip:
"Bu iş benim yapabileceğimin
üstündedir. Ben de sizinle berâber geleyim. Birlikte Tâcüddîn bin Rıfâî
hazretlerinin yanına gidelim. O bir çâre bulur." dedi.
Dediği gibi yaptılar.
Tâcüddîn bin Rıfâî'ye, Hülâgu zâliminin müslümanlara yaptığı zulmü anlatıp, bu
belânın yakın zamanda, kendilerine de ulaşacağından endişe ettiklerini
bildirdiler. O da, o beldede bulunan müslümanları toplayıp:
"Âlim olanlarınız ve
olmayanlarınız bana yardım edin. Allahü teâlânın izni ile bu kâfirin şerrinden
bütün müslümanları kurtaralım." buyurdu.
Orada bulunan herkes, ne
emrederse yapmaya hazır olduklarını bildirdiler. O da hepsini toplayıp, bir
gece, bulundukları beldenin etrâfına genişçe bir hendek kazdılar. Hendeği odun
ile doldurdular. Ayrıca demir, bakır, kurşun ne buldularsa o hendeğe doldurdular
ve müdhiş bir ateş yaktılar. Tâcüddîn bin Rıfâî oraya gelip iki rekat namaz
kıldı. Orada bulunanlar da ikişer rekat namaz kıldılar ve duâ ettiler. Bir saat
kadar sonra Hülâgu'nun askerlerinden bir kısmı oraya geldi. Allahü teâlânın
hikmeti, Tâcüddîn bin Rıfâî'yi ve diğer müslümanları göremediler. Ateşin yanına
kadar geldiler. Tâcüddîn, emir verdi. Zulüm askerlerinden yakaladıklarını ateşe
attılar. Hiçbirisi bir karşılık veremedi. Onların, hepsi silâhlı idi ve
müslümanların hiç silâhları yoktu. Orada bulunan müslümanlar diyorlar ki:
"Onların hepsi silâhlı oldukları hâlde silâhlarını kullanamadılar. Biz çok
hayret ettik."
O beldede bulunan
müslümanlar, Tâcüddîn hazretlerinin bereketi ve kerâmetiyle böylece büyük bir
belâdan kurtulup, selâmete kavuştu.
Anadolu'da yetişen
velîlerden Taşkesenli İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1914 Rus
harbinde Kafkas cephesinde talebeleriyle birlikte savaştı. Sarıkamış
yakınlarında harp esnâsında bir şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak gâzi
oldu. Bu yaradan dolayı topal kaldı ve Topal Şeyh olarak da anıldı. Birinci
Dünyâ Harbi, Erzurum’un işgâli, Ermeni zulmü ve Cumhuriyetin ilk yıllarında
meşakkatli bir hayat sürmesine rağmen, talebe yetiştirmekten vazgeçmedi.
Bâzı gereksiz sebeplerden
dolayı 1926 senesinde tutuklanarak Hınıs mahkemesince, Harput (Elazığ) İstiklâl
Mahkemesine sevkedildi. Yaralı ayağına ve Şubat ayının çetin kış şartlarına
rağmen yaya olarak Elazığ’a gönderildi. Elazığ İstiklâl Mahkemesi tarafından,
İzmir’de mecbûrî ikâmete tâbi tutuldu. Bu arada köydeki evi, eşyâsı, hayvanları
ve kütüphânesine, devlet tarafından el konuldu. Hanımı ve çocukları parasız ve
açıkta kaldı. Erzurum ve Pasinler'de akrabâ ve dostlarının yanına sığınmak
mecbûriyetinde kaldılar.
İzmir’de iken, bölge halkı
tarafından sevilmeye başlayan İbrâhim Efendi, bir süre sonra Demirci ilçesine
sürgün edildi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ
Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir: "Bir gün
Şeyh Mirzâ Ömer'in, Kıpçak Çölü sultanlarından Sultan Mahmûd'dan da yardım
alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi. Bunun üzerine
Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı
koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydullah-ı Ahrâr'a da yanlarında
gelmesini ricâ etti. Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti. Halk, Sultânın
onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk
gün Sultan Ahmed'in ordusunda kaldı. Ordu, "Akkurgân" denilen yerde
konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden
bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç
gün bu şekilde hareketsiz beklediler.
Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr
gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ'ya; "Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş
yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden
geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı."
dedi. Sultan Ahmed Mirzâ; "Benim bir kararım yok. Her şeyi sizin doğru olan
reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız." dedi. Bunun üzerine
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat
alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ'nın ve Sultan Mahmûd'un bulunduğu
yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar.
Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh'a gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr,
Sultan Mahmûd'a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu.
Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı.
Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması,
aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli
kararlaştırılacaktı.
Bu şekilde anlaşma yapılması
karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Ahmed Mirzâ'nın yanına dönüp
durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ'nın askerleri, zırh
giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf
hâlinde durdular. Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh'a
gitti. Mirzâ Mahmûd'un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan
Şeyh Ömer Mirzâ'nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim
Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı
hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış
gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd'u îkâz
edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin;
"Deveni bağla, sonra tevekkül et." buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın
askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak
anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri
karşısında da saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da
orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık
çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için
abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan
Ahmed Mirzâ'ya haber gönderip; "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim.
Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz
içindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana
îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar."
dedi.
Bunun üzerine Sultan Ahmed
Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse orada kursunlar. Benim
îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinedir." dedi. Nihâyet çadır kuruldu.
Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan
Mahmûd Mirzâ'yı ve Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları
karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr'ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile
kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı, ağabeyi
Sultan Ahmed Mirzâ'nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan
Ahmed Mirzâ'nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler
de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı
oldu. Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç
çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma
gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed
Mirzâ'dan Sultan Mahmûd Mirzâ'ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu. Sultanlar
birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.
Anlaşmanın yapıldığı gün,
halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve
dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil
olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra,
Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd Mirzâ'ya; "Siz Taşkend'e gidin. Ben de başka
bir yoldan gelir size ulaşırım." buyurdu ve talebeleri ile Taşkend'e dönmek
üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı'ya; "Bu işlere ne dersin? Bu
vak'a, kitaba yazılacak şeylerdendir!" buyurdu.
Hünkâr şeyhi denmekle meşhur
velî Vânî Mehmed Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1683 senesinde
Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki İkinci Viyana Seferine ordu
şeyhi olarak katıldı. Seferden sonra Bursa yakınlarındaki Kestel köyüne
gönderildi. İstanbul'da boğazda kendi adıyla anılan Vanîköy'de bir câmi ve
medrese yaptırdığı gibi, Kestel'de de büyük bir câmi ve mektep yaptırdı. Ömrünü
orada tamamladı.
Büyük velîlerden Ya’kûb
Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Rumeli beldelerinden Yanya’da bulunduğu
sırada, Yanya yakınındaki Preveze kalesini, frenk kâfirleri karadan ve denizden
istilâ edip, muhâsara altına almışlardı. Bu sırada Ya'kûb Germiyâni,
müslümanlara yardım için o kaleye gitti. O zâtın kalede bulunması ile, kaledeki
müslümanlar, kâfirlerin şerlerinden emîn oldular. Ya'kûb Germiyânî, bir kerâmeti
olarak, kâfirlere karşı öyle heybetli göründü ki, kâfirlerden hiçbiri kalenin
giriş yoluna yaklaşmaya ve saldırmaya cesâret edemedi.
Vuruşma esnâsında, kale
burcunda bulunan topu, bizzat kendi eliyle ateşlerdi. Allahü teâlânın izni ile
atışlar tam isâbetli olurdu. Evvelâ, kâfirlerin alâmet olarak yanlarında
taşıdıkları büyük bir haçı, sonra da, askerlerin çoğunu top atışları ile perîşân
etti. Allahü teâlânın nusret ve yardımiyle kâfirleri dağıttı. Atışlar o kadar
tesirli oldu ki, düşman tarafında sağ kalanlar kurtuluşu kaçmakta buldular.
Lütfi Paşa, Yanya beyi idi.
Lütfi Paşanın hayır ve hasenât yapmakla tanınan zevcesi Şâh Sultan, Ya'kûb
Efendinin büyük bir zât olduğunu bilir; hürmet, muhabbet ve edeb gösterirdi. Bu
günlerde Lütfi Paşanın İstanbul’a gelmesi lâzım olunca, yola çıkacakları sırada
Şâh Sultan, Ya'kûb Efendiye o zamanlarda İstanbul'da bulunan büyük zâtları
sordu. O da, İstanbul’da Merkez Efendiye tâbi ve talebe olmalarını söyledi.
Lütfi Paşa İstanbul’a gelip, vezîr-i âzam oldu. Şâh Sultan, Merkez Efendi ve
talebelerine çok alâka gösterdi. Ya'kûb Efendi ile Merkez Efendinin birbirlerine
olan muhabbetlerini İstanbul’a gelince daha iyi anladı. Dâvûdpaşa Mahallesinde,
güzel bir câmi ve bir de hânekâh (dergâh) yaptırıp, sonra fermân ile Ya'kûb
Efendinin İstanbul’a gelmesini temin ederek, bu yaptırdığı dergâhta yerleşmesini
sağladı. Ya'kûb Efendi bu hânekâhda on sekiz sene kalıp, İslâma hizmet eyledi.
Merkez Efendi, Kocamustafapaşa’da, Ya'kûb Efendi Dâvûdpaşa'da, aralarında
muhabbet ve yakınlık ile, insanlara çok hizmet edip, yüzlerce talebe
yetiştirdiler. Talebeler bâzan dergâhın birine, bâzan diğerine giderek, bu büyük
zâtların vesîlesiyle, ilim ve velîlikte çok yüksek derecelere ve üstün makamlara
kavuştular.
Evliyânın büyüklerinen,
hadîs ve fıkıh âlimi Yayabaşızâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) çocukluğunda
yeniçeri ocağına kayıtlı iken orada verilen ders esnâsında ilim öğrenme
istidâdının fazla olması dikkatleri çekti. Bunun üzerine ilmiye sınıfına geçti.
Mâlülzâde Nakîb Efendiden ders almağa başladı. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini bu
zâtın huzûrunda tamamladıktan sonra, o zamanda bulunan Halvetiyye büyüklerinden
Vişne Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu.
Kendisine yeniçerilerin orta mescidinde vâizlik vazifesi verildi. Orada
yeniçerilere vâz ve nasîhat etmeye başladı. 1572 senesinde Üsküdar’da Şemsi
Paşanın; câmi, dâr-ül-hadîs ve tekkesinde vâiz ve muhaddîs, hadîs âlimi oldu.
Tekkenin başına geçip, talebeleri tasavvuf yolunda yetiştirmeye başladı.
Üsküdar’da on üç sene vazife yaptı.
Dâr-üs-saâde ağalarından
(İstanbul vâlilerinden) Mehmed Ağa, Fâtih’te Çarşamba ile Draman arasında kendi
ismi ile Mehmed Ağa Câmii ve câminin avlusu yanında sebîl, câminin karşısında da
Halvetî tekkesi, dâr-ül-hadîs ve çifte hamam yaptırmıştı. Bunların inşâatı H.993
senesinde tamamlanınca, Yayabaşızâde Hızır Efendi buraya yerleşti. Dâr-ül-hadîste,
hadîs dersleri vermeye başladı. Burada talebelere faydalı olmakta iken Sultan
Üçüncü Mehmed Hân, Eğri Seferine çıktı. Orduyu vâz ve nasîhat ile takviye etmesi
için Yayabaşızâde Efendiyi de berâber götürmek istedi. O da Allahü teâlânın
dînini yaymak niyetiyle sefere katılmayı kabûl etti.
Sefere çıkmadan evvel,
kendisinin olan Beydâvî Tefsîri'ni talebelerinin büyüklerinden Bosnalı Hüseyin
Efendiye gönderip; “Mütâlaa ettikçe bize duâ etmeyi unutmasın." dedi. Bundan
sonra pâdişâh ile birlikte sefere çıktı. Yol boyunca askeri çok güzel bir
şekilde muhârebeye hazırladı. Muhârebe esnâsında bir ara askerin durumu bozulup,
firâr kaçınılmaz bir hâl almışken, Hızır Efendi pâdişâhın huzûruna çıkıp;
“Sultânım! Ricâlullah bizimle birliktedir. Bir mikdâr daha harbe tahammül
ediniz. Neticede zafere ulaşacaksınız. Beni de duânızdan unutmayınız. Bu uğurda
şehîd olacağımı ümid ediyorum.” buyurdu ve toplanan askerle düşman üzerine at
sürdü. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Nihâyet şehîd oldu. Şehîd olduğunda
mübârek vücûdunda birçok kılıç ve mızrak yarası vardı.
Anadolu evliyâsından Şeyh
Yûsuf Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin birinci oğlu Şeyh
Hacı Muhammed Efendi âlim, fazilet sâhibi bir kimseydi. Bununla ilgili bir
hâtıra şöyle anlatılır: Birinci Dünyâ Harbi öncesinde, Rus askerlerinin
Erzurum'da kaldıkları sıralarda Kiğı kasabası yakınlarına kadar düşman askeri
gelmiş birçok köyü yakıp yıkmışlardı. Bu telaş ve heyecan içinde Kiğı'da bulunan
bir askerî birlik yerini terk edip Elazığ Karakoçan istikametine doğru hareket
ettiği haber alındı. Askerin haberleşme noksanlığından dolayı yanlış bir
harekatta bulunduğunu ve yol üzerindeki köylere girmiş bulunan Rus askerlerinden
habersiz olduklarını anlayan Muhammed Efendi, vakit geçmeden askeri durdurmak
gerektiğini söyleyerek hemen atının hazırlanmasını emretti. Böyle bir anda
haberci ile ısmarlama sözlerle askerin durdurulamayacağını bildiği için bizzat
kendisi gitmek istedi. Zîrâ kendisini ve babasını tanımayan, bilmeyen kimse
yoktu. Bu işi ancak o yapabilirdi. Bu sebeple bütün itirazlara rağmen atına
atlayıp süratle yola koyuldu. Normal yürümekte bile güçlük çekilen bu dağ
yolunda dört nala at koşturması, arkasından gelenleri güç durumda koydu. Murat
suyunun geçtiği vadinin göründüğü dağın tam üzerine geldiğinde, atın başını
aniden yoldan çevirerek, kuş uçmaz tâbir edilen dağın tepesinden, altında
mağaraların bulunduğu kayalıktan aşağı inmeye başladı. Arkasından; "At şahlandı
Şeyh Efendiyi mahvetti." diye feryat ederek atlarını süren kimseler tepeye
geldiklerinde atlarından inip kayalığın üzerinde durdular. Şeyh Muhammed Efendi
kayalıktan geçmiş, dağdan aşağıya vâdiye doğru atını sürüyor, askerleri ise
durmuş şaşkınlıkla onu seyrediyor gördüler. Böylece ters istikâmete gitmekte
olan askerî birliği dağılmadan veya zâyiâta uğramadan ve belki de tamâmen imhâ
olmaktan kurtardı.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmi ve fazîletiyle
insanları hak yola dâvet eden Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri, aynı
zamanda dîni, vatanı ve milleti için savaşarak büyük kahramanlıklar gösterdi.
Birinci Dünyâ Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı
kahramanca savaştı. Kardeşleri Muhammed Saîd ve Muhammed Eşref ile birçok
talebeleri şehîd oldular. Din ve vatan uğruna yaptığı hizmetlerinden dolayı
zamânın bütün âlimleri ve devlet adamlarının hürmet ve sevgilerine mazhâr oldu.
Birinci Dünyâ Harbine
katılarak büyük kahramanlıklar gösteren Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri,
koluna isâbet eden bir mermi sebebiyle felç oldu. Felcin bütün vücûda
yayılmaması için Bitlis Askerî Hastânesinde sağ kolu kesildi. Fakat Ziyâeddîn
Nurşînî hazretleri bu ameliyatın arkasından ağır bir hastalığa tutuldu.
Talebeleri ve sevenleri o vefât edecek diye üzülüyorlardı. Bâzan kendinden
geçiyor, bâzan da ayılıyordu. Bu hal üzereyken bir gün şöyle buyurdu: “Rüyâmda
yanıma kalabalık bir velî grubunun geldiğini gördüm. Gavsü’l-a'zam Arvâsî,
Abdurrahmân Tâgî ve Şeyh Fethullah Verkânisî de aralarındaydı. Dünyâda mı
kalacağım yoksa âhirete mi intikâl edeceğim husûsunda aralarında uzun
müzâkereler yaptılar. Şeyh Fethullah Verkânisî dünyâda kalmamın daha hayırlı ve
insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle olacağımı belirterek sekiz yıl daha
yaşamamı teklif etti. Hazır bulunan büyüklerimiz de bu teklifi uygun görerek
dağıldılar. Nitekim Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bu rüyânın dokuzuncu
yılı başlarında vefât etti.
Mısır’ın büyük velîlerinden,
Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ziyâeddîn Halîl Cündî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri’nin din ve diyânette, zühd ve salahta, ibâdet ve tâatte, ilim
ve amelde yüksek bir mevkii vardı. Bu yüksekliğine, eserleri delîl oldu. Allahü
teâlânın düşmanlarına karşı çok çetin mücâdeleler verdi. Hıristiyan Avrupa
kavimlerinin bir parçası olan Kıbrıs krallığı ve çapulcu şövalyeleri, zaman
zaman Mısır kıyılarını yağmalayıp, müslümanlara zulmediyorlardı. Ziyâeddîn Halîl
Cündî, halktan ve talebelerinden milis kuvvetleri teşkil etti. Bu kuvvetin adına
da, “Halka-i mansûre” adı verildi. Onlarla berâber İskenderiyye’nin müdâfaası
için Kâhire'den gidip savaştı. Allahü teâlânın rızâsı için küfür ehline karşı
cihâd ederken giydiği askerî elbiseyi bir daha çıkarmadı. Bu yüzden Cündî yâni
orduya mensub lakabı verildi. Askeriyeden maaş alır, zarûrî ihtiyâcından
fazlasını fakirlere dağıtırdı. Kendisi az yer, az uyur ve çok ibâdet ederdi. Az
mala kanâat eder, eline geçenleri talebesinin ihtiyâcına harcardı. Geceleri hiç
uyumaz, kaylûle vaktinde, öğleden biraz önce vücûdunu dinlendirmek için çok az
uyurdu. Çok merhametli, gurûr ve kibirden arınmış, mütevâzî bir kimse idi. Kalbi
her türlü zulmet pisliklerinden uzaklaşmış, Allahü teâlânın nîmetlerini ve O’nun
rızâsını kazanmaktan başka bir şey düşünmez olmuştu. İşi, insanlara emr-i mârûf
yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmekten başka bir şey değildi.
İbn-i Teymiyye ve yolunda gidenlere verdiği güzel cevapları ile meşhûrdur.
Halîl Cündî'den sonra gelen
âlimler, ona uymakta çok hırslı, ona güvenmekte pek sâdıktılar. Bu sebeple,
Halîl Cündî’nin ifâdesi ile başka birinin ifâdesi arasında bir ayrılık olunca;
“Biz, Halîl’e uyarız. O bu meselede yanılmış olsa bile, ona olan hüsn-i
zannımız, bizi ondan ayrılmaktan men eder.” derlerdi. |
|