|
MÜCÂHİD
EVLİYÂ (Ş)
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri zamânında, bir defâsında Sultan Gıyâseddîn, bir kaleyi fethetmek için
kuşattı. Çok zaman geçtiği hâlde, bir türlü kale düşmedi. Bir gece hava birden
değişti. Şiddetli yağmur ve rüzgâr başladı. Öyle ki; rüzgâr, çadırları yerinden
söküp fırlatıyordu. Sultanın hizmetçisi, elinde ibrik, sultâna abdest suyu
ısıtabilmek için ateş arıyordu. Ateş yoktu. Nihâyet bir çadırda kandil yandığını
farkedip, oraya koştu. Bu, Şemseddîn hazretlerinin çadırı idi ve kendisi
içeride Kur’ân-ı kerîm okuyor, sanki, şiddetli yağmur ve rüzgâr, ona ve etrâfına
hiç tesir etmiyordu. Kendisi, velîlik hâlleriyle çok heybetli bir zât
olduğundan, sultânın hizmetçisi yanına yaklaşamadı ve hiçbir şey söyleyemedi.
Uzakta durup beklemeye başladı. Şemseddîn Pâni-pütî, biraz sonra başını
kaldırıp; “Gel kardeşim! Ateş istiyordun. Alıp götürebilirsin” dedi. Hizmetçi
ateş alıp gitti. İbrikte bulunan suyu ısıtıp, acele ile sultana yetiştirdi. Bu
hâl, hizmetçinin dikkatini çok çekmişti. Su lâzım olduğunda, hizmetçi etrafta su
bulamadı. Hizmetçi, o zâtın çadırında ateş bulduğuma göre, su da bulurum diye
düşündü. Sabah olduğunda, o çadıra gitti. Çadıra vardığında akşamki zâtın
yerinde bulunmadığını gördü. Geri dönerken, ordugâhın dışında bulunan havuzun
yanından geçiyordu. Akşam çadırda gördüğü zatın havuzda abdest aldığını gördü.
Bir kenarda durup abdestini bitirmesini bekledi. O büyük zât abdestini
tamamladı, namazını kıldı. Hizmetçi de oraya yaklaşıp su tulumunu doldurdu. Bir
taraftan da çok hayret ediyordu. Zîrâ mevsim kış olduğu için, havuzun donması
gerekiyordu. Bu düşünceler içinde suyu götürdü. O gün bu durumdan hiç kimseye
bahsetmedi. Ertesi sabah erkenden, o zâtın havuza abdest almaya gelme vaktinden
evvel oraya gelip baktı. Havuz donmuş vaziyette idi ve su alınacak gibi değildi.
Bir ağacın kenarına çekilip beklemeye başladı. Bu işteki inceliği anlıyabilmek
için soğukta beklemeye râzı oldu. Nihâyet Hâce Şemseddîn geldi. Abdest almaya
başlayacağı zaman, havuzun buzu birdenbire eridi. Ateş üzerinde ısınan bir
kaptaki su misâli, havuzdan buhar yükselmeye başladı. O zât abdest alıp
gittikten sonra, havuzun yanına gelen hizmetçi, biraz önce buz tabakası hâlinde
bulunan suyun, şimdi eli yakacak derecede sıcak olduğunu gördü. Bu hâlin
Şemseddîn hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlamıştı. Su tulumunu o sıcak sudan
doldurup sultânın yanına geldi. Sultâna, yalnız olarak arzetmesi îcâb eden bir
husus olduğunu bildirdi. Sultan, otağında oturmakta idi. Hizmetçinin arzusunu
kabûl etti. Hizmetçi gördüklerini etraflıca anlatınca, sultan çok hayret içinde
kaldı. Hizmetçiye kendisini sabaha yakın uyandırmasını, berâberce oraya
gideceklerini söyledi. Hizmetçi gece sultânı uyandırıp, berâberce havuzun yanına
gittiler. Baktılar, havuzun suyu buz tutmuş hâlde idi. Bir kenara çekilip
beklemeye başladılar. Biraz sonra Hâce Şemseddîn gelip abdest aldı. Orada namaz
kıldı ve gitti. Sultan, olduğu yerden çıkıp suya baktığında, onun gâyet sıcak
olduğunu gördü. Onun kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anladı. Hemen o zâtın
çadırının bulunduğu yere geldi. Şemseddîn Pâni-pütî, çadırına gelmiş, Kur’ân-ı
kerîm okuyordu. Sultan, geride edeble durup, ayakta dinlemeye başladı. Okumayı
bitirince, sultânın karşısında ayakta beklemekte olduğunu görünce hayret etti.
Ayağa kalkıp selâm verdi. Sultan daha çok hürmet edip; “Ne kadar mesûd bir
kimseyim ki, Hak teâlâ sizin gibi sevgili bir kulunu, benim zamânımda ve
yakınımda bulundurdu. Uzun zamandır muhâsara ediyoruz, kaleyi fethedemedik.
Lütfen duâ edin de, kale artık fetholunsun” dedi. Bunları söylerken, büyük bir
edeb ile yalvarırcasına konuşuyordu. Şems-ül-evliyâ Şemseddîn hazretleri, tevâzu
edip, kendisini duâya lâyık görmediğini söyledi. Sultan çok ısrâr etti. Bunun
üzerine ellerini açıp Fâtiha-i şerîfe okudu ve; “Şimdi atınıza binip gidiniz.
İnşâallah fetih gerçekleşecektir.” buyurdu. Sultan, sevinçle ve içi ferahlamış
olarak otağına geldi. Komutanlarını toplayıp, konuştular. Bütün hazırlıklar
tamamlanıp, son bir hücûma geçildi ve Allahü teâlânın izni ile kale fetholundu.
Bu fethin, Şemseddîn
hazretlerinin duâları bereketiyle olduğunu bilen sultan, ertesi gün, büyük bir
sevinçle ve yüksek bir edeble, yalın ayak onu ziyârete gelmek istedi. O ise,
kendisine böyle davranılmasını istemiyor, tanınmaktan, meşhûr olmaktan
hoşlanmıyordu. Kalb gözüyle, sultânın bu düşüncesini anladı ve sessizce oradan
ayrıldı.
Meşhûr Kafkas kahramânı,
âlim ve velî Şeyh Şâmil (rahmetullahi teâlâ aleyh) Rusların, Kafkasya'da
ortadan kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihyâ etmek, yaymak için uğraşan,
Kafkas-Rus mücâdelesinin en unutulmaz simâsı ve düzenli Rus ordularını dize
getiren büyük mücâhid. H.1212 de Dağıstan'ın Gimri köyünde doğdu. Babası
Muhammed, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşta ağır bir hastalığa yakalanan Ali'ye,
âdetlerine uyarak, Şâmil ismini de verdiler ve o isimle çağırmaya başladılar.
Küçük yaşından îtibâren ilim
tahsîl edip âlim olması için, zamanın ulemâsından okudu. Şâmil, otuz yaşına
kadar; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini, edebiyât, târih ve fen bilgilerini
öğrenerek, büyük bir âlim, gönül sâhibi bir velî oldu. Rusların, Kafkasya'daki
müslüman Türkleri esâret altına almak, kalblerindeki îmânı söküp atmak ve
İslâmiyeti yok etmek için maddî ve mânevî bütün güçleri ile uğraştığını görünce,
gönlündeki îmânın tezâhürü olarak cihâd aşkıyla ortaya atıldı. Kafkasya'da
yaşayan Türkler, onu başlarına imâm, rehber seçtiler. İmâm Şâmil, daha önce
Rusların esâretini kabûl etmiş kabîleleri de saflarına katarak, düzenli küçük
bir ordu kurdu. Bu küçük ordusuyla yirmi beş sene, İslâmiyeti yok etmek,
müslümanları ortadan kaldırmak isteyen Ruslara kan kusturdu. Nice generallerini
harp meydanlarında öldürüp, nicelerini de çarlarına karşı küçük düşürdü, onları
âciz bıraktı. Eşsiz bir mücâdele ile hayâtını geçiren Şeyh Şâmil, H.1287
senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.
Şeyh Şâmil, arkadaşları ile
ilim öğrenmek üzere Bağdât'a gidip, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden ders aldı.
Ondan; tefsîr, hadîs, fıkıh, edebiyât, târih ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük
bir âlim, ayrıca tasavvuf ilmini öğrenerek, hocasının eşsiz teveccühleri ile de
büyük bir velî oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, bu kıymetli talebesine
halîfelik de vererek, Allahü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanan âşıkların
kalblerine bir kıvılcım sunması için memleketi olan Kafkasya'ya gönderdi. Bâzı
kaynaklara göre de, zâhirî ilimleri Saîd Herekânî'den, kalb ilimlerini de
Cemâleddîn Kumûkî hazretlerinden öğrendi.
Şeyh Şâmil, Kafkasya'ya
döndükten sonra on yedi sene önce Şeyh Mansûr ile başlatılan hürriyet
mücâdelesindeki yerini aldı. Mansûr'dan sonra, Gâzi Muhammed, Kafkaslıların
başına geçerek imâm oldu. O da gönül sâhibi bir velî idi. Şeyh Şâmil'in çocukluk
arkadaşı olan Gâzi Muhammed, Ruslarla yaptığı Gimri muhârebesinde şehîd olmadan
önce; "Kardeşim Şâmil! Bu savaşta şehîd olsam gerektir. Benden sonra Hamzat imâm
olacak. Onun kısa süren imâmlığından sonra sen başa geçecek, senelerce
Kafkasya'ya hükmedeceksin. Nâmın cihânı tutacak. Çar ordularını perişân
edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri'den gitsen bile yine kurtarıp, mezârımı
düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşâallah" demişti. Çarpışmanın
şiddetlendiği bir an, Gâzi Muhammed şehîd düştü. Bu hâle çok üzülen Şeyh Şâmil,
büyük bir hızla düşmana saldırdı. Birçok düşman öldürdü. Bu arada ağır
yaralandı. Şeyh Şâmil'in yaralandığını gören Gimri Câmiinin müezzini Mehmed Ali,
onu tâkib ederek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pekçok
yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinden bazıları ve köprücük kemiği de
kırılmıştı. Asıl yara, göğsünde ve sırtında olup, her tarafını kan kaplamıştı.
Müezzin, oraya iki saat
mesâfede bir köyde oturan Dağıstan'ın meşhûr cerrâhı, aynı zamanda Şeyh Şâmil'in
kayınpederi olan Abdülazîz Efendiye durumu bildirdi. Abdülazîz, şifâlı otlarla
yaptığı ilâçları Şeyh Şâmil'e tatbik ederek tedâviye başladı. Birkaç gün
mağarada, daha sonra Unsokul köyünde tedâvi edilen Şeyh Şâmil, yirmi beş gün
baygın yattı. Kendine geldiğinde annesini baş ucunda görünce, güçlükle;
"Anacığım! Namazımın vakti geçti mi?" diye sordu. Namazlarını îmâ ile kılarak,
aylarca yatakta yatan Şeyh Şâmil sıhhate kavuştu.
H.1248 senesi şehîd düşen
Gâzi Muhammed'in yerine, Hamzat Bey imâmlığa seçildi. Üç sene kadar faâliyet
gösteren Hamzat Bey, H.1251 senesinde Hunzah Câmiinde bir Cumâ günü şehîd
edildi. Onun şehâdetinden sonra imâmlık, yâni liderlik vazifesi Şeyh Şâmil'e
teklif edildi. Şeyh Şâmil, tevâzu göstererek daha ehliyetli birinin seçilmesini
istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok'ta toplanan âlimler ve milletin
ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak, Şeyh Şâmil'e imâmlığı
kabûl ettirdiler.
Rusları dize getirmenin
ancak düzenli bir orduyla mümkün olacağını, teşkilâtlanılırsa çar ordularıyla
baş edebilecek durumda olduklarını, dışardan hiçbir yardımın gelmeyeceğini, bu
sebeple iş başa düştüğünü her gittiği yerde îzâh ediyordu. Tesirli hitâbetiyle
halkı cezbediyor, müslüman olarak yaşamak aşkıyla yanan bu insanların kalblerine
birer kıvılcım salıyordu. Bu uğurda şehîd olmanın mükâfâtının Cennet olduğunu
bildiriyor, dînin emirlerine uymanın, yasaklarından kaçınmanın ancak hürriyet
ile mümkün olabileceğini herkesin kalbine nakşediyordu. Şeyh Şâmil, kısa zamanda
kısmen de olsa nizamlı bir ordu ve mülkî teşkilâtı kurmaya muvaffak oldu.
Tecrübeli ve değerli yardımcıları, vekîlleri, ordunun ve mülkî idârenin başına
getirdi. Bu nâiblerin en meşhûrları şunlardı: Şuayb Molla, Taşof Hacı, Duba,
Hâcı Sadu, Ahverdili Muhammed, Kabet Muhammed, Hitinav Mûsâ, Nûr Muhammed,
Muhammed Emîn, Hâcı Murâd. Yararlık gösterenlere altın ve gümüşten yapılmış
nişanlar veriyor ve bu nişanlara;
"Sonunu düşünen hiçbir zaman
cesur olamaz.",
"Kuvvet ve yardım ancak
Allahü teâlâdandır.",
"Cesûr ve yüksek rûhlu
olana..." şeklinde cümleler yazdırıyordu. Şeyh Şâmil'in seçtiği bu nâibler,
memleketin olduğu kadar, askerî birliklerin de sevk ve idâresinde üstâd idiler.
Çar Birinci Nikola,
yıllardır Kafkasya'da yapılan savaşlarda başarılı olamadığını ve Şeyh Şâmil'in
düzenli ordu kurarak hücumlarını sıklaştırdığını görünce, bu memleketi bir de
sulh yoluyla elde etmeyi denemek istedi. Şâyet Şeyh Şâmil'i elde edebilirse, bu
işin çabucak biteceğine inanıyordu. Kafkasya'daki müslümanları bir bayrak
altında toplama sevdâsından vazgeçerse, kendisine en büyük makamların,
rütbelerin verileceğini, başına krallık tâcı giydirileceğini, Çarlık
hazînelerinin ayakları altına serileceğini bildiren göz kamaştırıcı şeytânî bir
teklif hazırlatıp, en güvendiği generallerinden Viyanalı Kluk Von Klugenav'a
verdi ve Şâmil'i sarayına dâvet etti. General, Şeyh Şamil'in huzûruna çıkmak
için aracılar koydu. Güçlükle Şeyh Şâmil ile görüşmeye muvaffak oldu. 1837
senesinde Çar'ın gönderdiği elçiyi, maiyetiyle berâber, Sulak Nehri civârında
kabûl etti. İmâm, Generale yere serdiği Kafkas yaygısında yer gösterdiği zaman,
bir bacağı bir müslüman güllesiyle sakat kalan topal General, Şeyh Şâmil'i büyük
bir tâzimle selâmladı ve istemeyerek bu yamalı yaygıya oturdu. Çar'ın sonsuz vâd
ve pek parlak teklifleriyle dolu mektubunu okuyan General susar susmaz, İmâm
hızla ayağa kalkarak; "Namazım geçiyor." diye heybetle geri çekildi. Namazını
kıldıktan sonra gelen Şeyh Şâmil, sapsarı kesilen Generale kesin cevâbını şöyle
bildirdi: "General! O Nikola'ya git ve de ki: Senin yerinde şu anda kendisi olsa
ve bu alçakca teklifleri bana bizzat yapmak cesâretinde bulunsaydı, ona ilk ve
son cevâbı şu kırbacım verirdi." İyice hiddetlenen Şeyh Şâmil şöyle devâm etti:
"Ona söyle! Kahraman tebeamın kalblerinde kök salan bu eşsiz zafer inancını
kökünden kazımadıkça, bu mübârek vatan topraklarını en son kaya parçasına kadar
karış karış müdâfaa etmekten bizi men edemeyeceksiniz. Dînim ve vatanım uğrunda,
bütün çocuklarımı ve âilemi kılıçtan geçirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son
tebeamı öldürseniz, tek başıma son nefesimi verinceye kadar sizinle savaş
edeceğim. Nikola'yı tanımıyorum. Son cevâbım budur." Daha sonra ayağa kalktı.
Hiçbir şey söylemeye cesâret edemeyen General, huzurdan ayrılıp, Çar'ına durumu
bildirdi. Çar, hazır bu yol açılmışken, ikinci bir teşebbüs olmak üzere Kafkas
orduları başkumandanı General Feze'yi, İmâm Şâmil'e tekrar gönderdi. Onun da
aldığı târihî cevap şudur:
"Ben, Kafkas müslümanlarının
hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gâzilerin en aşağısı Şâmil! Allahü
teâlânın himâyesini, Çar'ın efendiliğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü
doğru bir müslümanım. Daha önce Çar Birinci Nikola'yı tanımadığımı, emirlerinin
bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav'a anlayacağı şekilde tekrar
tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek
için beni Tiflis'e dâvet ediyor. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bu mektubumla son
defâ size bildiriyorum. Bu yüzen fânî vücûdumun parça parça kıyılacağını ve
sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını
bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Cevâbım bundan
ibârettir. Nikola'ya ve onun kölelerine böylece mâlûm ola!"
Şeyh Şâmil,
teşkilâtlandırdığı yiğitleri hem din bilgilerinde yetiştirir, hem de askerî
eğitimden geçirirdi. Köylerde bulunan bütün çocukların Kur'ân-ı kerîm okumasını
sağlar, büyüklerin; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi dînî ilimlerin yanısıra, zamânın
fen bilgilerinde de yetişmesi için uğraşırdı. Din bilgisi olmayan câhillerin
Ruslara aldanacağını, vatanını koruyamayacağını, böylece hem dünyâda esâret
altında kalacağını, hem de âhirette acı azâblara dûçâr olacağını buyururdu. Bu
sebeple, emri altındaki her köy, kasaba ve şehirde medreseler açtırır, hem din,
hem de fen ilimlerinin okutulması için uğraşırdı. Kendisi bizzat bu derslere
katılır, talebelerine ders verirdi. Başarılı talebelerine mükâfâtlar dağıtırdı.
Medresede okutulan dersler yanında, silâh kullanmak, kılıç çekmek, ok atmak, ata
binmek gibi konularda eğitimler yaptırır, savaş ânında herbiri birer komutan
olacak şekilde yetiştirirdi. Bundan dolayı Şeyh Şâmil, hem milletinin, askerinin
devlet reîsi, kumandanı, hem de hocası, imâmı idi. Bu sebeple Kafkasyalı
müslümanlar, onu canları gibi çok severler, her emrine şartsız itâat ederlerdi.
Vatanlarını Ruslara karşı müdâfaa etmek ve bu uğurda şehîd olup Allahü teâlânın
rızâsını kazanmak, her Kafkasyalı müminin yegâne arzusu idi. Çocuklarını, Allahü
teâlânın dostlarını sevecek, düşmanlarından da nefret edecek şekilde
yetiştirirlerdi. Onlar için Rusları sevmek, onlara boyun eğip emirlerine girmek
kadar tehlikeli bir şey olamazdı. Her çocuğa, İmâm Şâmil'in ve diğer âlimlerin
muhabbeti, Ruslara olan düşmanlık anlatılırdı. "Hubb-i fillah ve buğd-ı
fillah"ın (Allahü teâlânın dostlarını sevmek, düşmanlarından nefret etmek),
îmânın asıl sebebi, şartı olduğu, bu olmadıkça hiçbir ibadetin cenâb-ı Hakk'ın
katında makbûl olmadığı öğretilirdi.
Rus kuvvetleri hep hezimete
uğradı. Yenileri birbirini takib etti. Çar Birinci Nikola, bu hezîmetlerden
sonra, bütün Kafkasya'yı fethetmek, Şeyh Şâmil'i ele geçirip bütün müslümanlara
kötü günler yaşatmak maksadıyla, ordularının en seçkin generallerini bu işde
vazifelendirdi. Napolyon'u mağlub eden bu meşhûr generaller; Fraytag, Svarts,
Klugenav, Argutinski idi. Kalelere bıraktıkları ihtiyat kuvvetleriyle birlikte
elli bini bulan bu seçme ordu, dört koldan harekete geçti. Netice yine Rus
ordularının hezimeti ve bir avuç müslümanın zaferi idi.
Şeyh Şâmil'in, bu kadar kısa
sürede, harp târihinde ender rastlanan bir zaferi kazanması ile, Avaristan
baştanbaşa düşman çizmelerinden temizlendi. Rusların yirmi beş müstahkem mevkii
zapt ve tahrîb edildi. İki binden ziyâde Rus askeri esir alınıp, binlercesi
öldürüldü. En mühimi, yenilmez sanılan Rus ordularını çok az bir müslüman
Türk'ün îmân gücü ile nasıl perişân ettiğine Rus Çarı dahî hayretle şâhid oldu.
Rus kaynakları 1843 senesinde yapılan bu harplerin netîcesi hakkında şöyle
demektedir:
"Şâmil, Avaristan'da taş
üstünde taş bırakmadı. Unsokul, Balakan, Moksok, Ahalçi, Tsanah, Hassat,
Gergebil, Burunduk, Hunzah, Nizovaye, Ziran, Gimri gibi en önemli üslerimizi,
mevzilerimizi kâmilen ele geçirip temelinden tahrib etti. Rusya'ya çok pahalıya
mal olan bu Avaristan muhârebelerinde yaptığımız müthiş masrafları, verdiğimiz
korkunç insan ve malzeme zâyiatını hesab edecek olursak, bu savaşın Kafkasya'da
yaptıklarımızın en kanlı ve zararlısı olduğu meydana çıkar."
Bu savaşlar netîcesinde
Kafkasya'da yaşayan müslüman Türklerin mâneviyâtı yükseldi. Ruslara karşı müthiş
bir direniş başladı. Şeyh Şâmil'e karşı olan güvenleri çoğaldı. Canla başla ona
yardıma karar verdiler. Bu savaş, Çar Birinci Nikola'nın gururunu kırdığı gibi,
plânlarını da alt üst etti. Napolyon'a karşı gâlip gelen meşhûr Rus generalleri,
iki kolorduya yakın büyük bir kuvvet ile Avaristan'a saldırdıkları hâlde, Şeyh
Şâmil'in bir avuç ordusu karşısında tutunamamışlar, felce uğramışlardı.
Çar Nikola, bu hezîmetten
sonra da, Şeyh Şâmil'in karşısına General Vorontsof'u çıkardı. Onu Kafkas
Orduları Başkumandanlığına getirerek; "Bütün ordularım bu uğurda fedâ olsun.
Hazînelerimin bütün kapıları Kafkasya için ardına kadar açıktır. İstediğin her
şeyi bol bol alabilirsin. Bunun karşılığında sizden Şeyh Şâmil'i ölü veya diri
olarak ele geçirmenizi ve Dargo denilen yuvasını kasıp kavurarak çiğnemenizi
istiyorum" dedi. General Vorontsof, Kafkasya'yı bir uçtan bir uca fethetmek için
altmış bin kişilik bir kuvvetle harekete geçti. Şeyh Şâmil'in yok denecek kadar
az bir askeri karşısında perişân olup şaşkına döndü. Bir buçuk ay içinde
elindeki bütün cephânelerini, güllelerini İmâm Şâmil'in yaptırdığı sahte
istihkamlara, boş siperlere günlerce atarak bitirdi. Hakîkî muhârebelere daha
girişemeden cephânesiz kaldı. Geriden gelen mühimmat ve askerin yiyeceğini,
erzakları Şeyh Şâmil'in yaptığı baskınla kaybetti. Şeyh Şâmil'in iki ay süren
çok mahâretli ve kanlı yıpratma muhârebeleri karşısında mevcûdunun büyük bir
kısmını ve üç generalini kaybetti.
Şeyh Şâmil, yeni bir gazâ
için hazırlanmaya başladı. Ordusuna, Rusların müslümanlara yaptıkları
katliamları, ettikleri işkenceleri ve zulümleri anlatıyordu. Dînini yayabilmek
için, vatanlarını korumanın en büyük ibâdetlerden olduğunu, bu uğurda şehîd
olmanın öneminden ve Cennet'teki yüksek derecesini haber veriyordu. Peygamber
efendimizden ve Eshâb-ı kirâmdan misâller getiriyor, onların hiç rahat yüzü
görmediklerini, hayatlarının sonuna kadar İslâmı yaymak için diyar diyar
dolaştıklarını, çok az bir kuvvetle pek büyük düşman sürülerine gâlip
geldiklerini anlatıyordu. Halk heyecanla dinliyor, o anlattıkça Allahü teâlânın
düşmanı olan Ruslara karşı nefretleri artıyordu. Ruslar harp meydanlarında
devamlı yenilince ova köylerinde mezalime başladılar. Bu köylerden gelen iki
kişi halkın çâresiz hâline Rusların kadın çocuk demeden yaptıkları mezâlimi Şeyh
Şâmil'in annesine anlattılar. Annesi, Şeyh Şâmil'i yanına çağırdı. Annesinin en
küçük arzusunu kendisine büyük bir emir telakkî eden muhterem İmâm, annesinin
yanına gitti. Biraz önce dinlediği vahşetten gözleri yaşla dolan heybetli ana,
oğluna; "Evlâdım! Uzak Çeçen köylerinde Rusların yaptığı anlatılmaz işkenceleri
ve öldürülen yiğitlerin haberini öğrendim. Kendilerini müdâfaa edemeyen bu
köylüleri boş yere kırdırmasan ve Ruslarla belirli bir müddet için mütâreke
yapsan olmaz mı?" deyiverdi. Bu sözleri anasından işiten kahraman İmâm,
beyninden vurulmuşa döndü. Şeyh Şâmil, bir tarafta vatanın selâmeti ve bu uğurda
Ruslarla kanının son damlasına kadar mücâdeleye karar vermiş insanlar, bir
tarafta da incitilmesi büyük günahlardan olan ana gibi iki müthiş ateş arasında
kaldı. Senelerdir, İslâm düşmanı olan Ruslarla mücâdele etmişti. Hattâ vücûdunda
yara almadık yeri kalmamış gibiydi. Bu uğurda; eşi, hemşiresi, oğlu, amcası ve
binlerce müslüman Türk şehîd olmamış mıydı? Bu sebeple düşmanla anlaşmaya
kalkanlar için kânunlar konulmuş, onlara şiddetli cezâlar verileceği
bildirilmişti. Şeyh Şâmil'in bu istek karşısında bir anda sararıp gül gibi
solduğunu gören ana, oğlunun kalbine fecî bir hançer sapladığını anlayarak
yaptığına pişmân oldu ve; "Dilim tutulsaydı da oğluma böyle bir şefâatte
bulunmasaydım. Müslümanların kâfirlere boyun eğmesi gibi büyük bir günâhı
işletmeye sebep olmak ne kötü. Elbette oğlum bunu kabûl etmeyecektir. Yâ Rabbî!
Bu işin hâlledilmesi için oğluma yardım eyle, beni de affettiklerinin arasına
al!" dedi. Sonra kimsenin yüzüne bakamadan evine girdi. İmâm Şâmil ise güç
durumlarda namaza durur, günlerce yemeden içmeden o işin hâlledilmesi için
Allahü teâlâya yalvarırdı. Yine öyle yaparak mescide halvete çekilen Şeyh Şâmil,
gözyaşları arasında namaza durdu. Kur'ân-ı kerîm okudu. Allahü teâlânın sevgili
kullarından, başta hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve diğer büyüklerden yardım
diledi. Onları vesîle ederek cenâb-ı Hakk'a niyâzlarda bulundu.
İmâm'ın korktuğu tek şey,
müslümanların kalblerindeki düşmanla mücâdele azminin kaybedilmesi, îmânlarının
sarsılması idi. Halkın Ruslarla anlaşmaya meyletmesi demek, esâreti kabûl edip,
İslâmın emirlerini yapamamak, yasaklarından kaçınamamak, en mühimi îtikâdlarının
bozulması demekti. Üstelik bu korkunç isteğe şefâatçı olan anasıydı. Din ve
vatan için, bir değil binlerce ana, oğul fedâ olmalıydı. Şeyh Şâmil, günlerce
mescidde Allahü teâlâya yalvarıp, nefs muhâsebesi yaptıktan sonra karârını
verdi. Sabırla kendisini kapıda bekleyen halkın huzûruna çıktı. Onlara;
"Muhterem anam cezâsını çekecektir!..." emrini bildirdi. Emir büyüktü. Şimdiye
kadar İmâm'larının bir istediğini iki etmeyen nâibler, ananın huzûruna çıktılar
ve durumu bildirdiler. Yaralı ana, adâlet dîvânının önüne geldi. Halk toplanmış,
nefes almadan bekliyordu. Mahkûm mevkiinde, şimdiye kadar Kafkasya'da yetişen
âlimlerin, velîlerin en büyüklerinden olan Şeyh Şâmil'in anası vardı. Omuzları
çökmüş, yaptığı hatânın üzüntüsü ile rengi solmuş bir hâlde oğluna baktı. Sonra
yürekleri parçalayan bir sesle; "Oğlum! Allahü teâlânın emrinden kıl ucu kadar
ayrılırsan, emzirdiğim sütü helâl etmem! Verilecek cezâyı şimdiden kabûl ediyor,
adâletten zerre kadar şaşmamanı istiyorum." dedi. Dargolular, Şeyh Şâmil gibi
mübârek bir zâtın anasından böyle bir cevâbı bekledikleri için hiç şaşırmadılar.
Herkes pür dikkat, İmâm'ın
vereceği karârı heyecanla bekliyordu. Ana ise; "Yâ Rabbî! Oğlum, merhamet
duygusu sebebiyle doğru yoldan ayrılmasın" diye duâ ediyordu. Şeyh Şâmil
nâibleriyle istişâre ederek netîceyi bildirdi: "Yüz sopa!.." Metânetle ortaya
yürüyen ana, acabâ bu cezâya dayanabilecek miydi? Herkes bunu düşünürken,
senelerce ünlü Rus generallerine diz çöktürmüş kahraman İmâm'ın, anasının yanına
varıp diz çöktüğünü sonra da ellerine sarılıp öptüğünü gördüler. Anasıyla
helâllaşan Şeyh Şâmil, Dargolular'a dönerek; "Anamın bu meselede, merhametinin
çokluğu sebebiyle başkalarına şefâat etmesinden başka hiçbir hatâsı yoktur. Bu
yaptığı hatânın cezâsını da mânevî olarak şu âna kadar çektiği ızdıraplarla
ödemiştir. Maddî cezâyı da onun her şeyine vâris olan oğlu çekecektir."
buyurduğunda, herkes yerinde dona kaldı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü,
İmâm'ın verdiği karardan döndüğü görülmemişti. Şeyh Şâmil, sopayı vuracak
kimselerin yanlarına varıp, belden üst tarafını soyunduktan sonra; "Emri yerine
getirmekte bir an bile tereddüd edip elleri titreyenlere yazıklar olsun! Bütün
gücünüzle vurmanızı emrediyorum!" diyerek sırtını döndü. Vazifeliler ilk
sopaları vurdukları zaman herkesin gözleri yuvalarından fırlamış, bağırmamak
için kendilerini güç zaptetmişlerdi. Her sopa indikçe İmâm'ın mübârek vücûdunda
derin izler meydana geliyor, sopa yerlerine kan oturuyordu. Aynı yere ikinci
üçüncü sopalar isâbet ettiğinde de, oralardan kan fışkırıyordu. Şeyh Şâmil ise
vazifelilerin önünde dimdik duruyor, en küçük bir inleme ve sopadan sakınmaya
teşebbüs etmiyordu. Nefsin istemediği bu hareket ile pek güzel bir mücâhede
hâsıl olup nefsi inliyor, bu sebeple rûhu yükselip, vilâyet makâmlarında üstün
derecelere kavuşuyordu. Bu görülmemiş manzara karşısında, bâzı nâibler ileri
atılarak sopanın kendilerine vurulmasını istemişlerse de, Şeyh Şâmil'in kararlı
bakışlarından korkup geri çekilmişlerdi. Nihâyet yüz sopa vuruldu. Şeyh Şâmil
vücûdundan sızan kanlara bakarak, Allahü teâlânın, kendisine verdiği metânet ve
sabır için şükür secdesine kapandı. Sonra ayağa kalkıp ellerini açtı ve Rus
zulmünden müslümanların muhâfazası için cenâb-ı Hakk'a duâ etti. Hâdiseyi
ibretle seyreden halk, bir taraftan ağlayıp gözyaşları döküyor, bir taraftan da
Allahü teâlânın, böyle adâletli mübârek bir zâtı başlarına imâm yaptığına
şükrediyordu. Artık halk iyice şahlanmış, Ruslarla anlaşma yapmanın ne büyük bir
tehlike olduğunu iyi anlamıştı. Onlarla mücâdele etmenin din ve vatan borcu
olduğuna yakînen inanmışlardı. Şeyh Şâmil, anasının cezâlanmasına sebeb
olanların kim olduğunu sordu. Herkes; "Kim?" diye birbirine bakarken, iki elçi
huzûra geldi. Halk, onların üzerine yürümek istiyor, fakat edebe aykırı bir
hareketten de çekiniyorlardı. İmâm onlara; "Köylerinize dönünüz. Sizi
gönderenlere gördüklerinizi anlatınız. Dînimizi yıkmak isteyen İslâm
düşmanlarına verilecek cevâbımız budur." buyurdu.
Bundan sonraki günlerde Şeyh
Şâmil, Kafkasya'ya musallat olan Rus ordularına sık sık baskınlar yaptı, akınlar
düzenledi. Onları memleketlerinden çıkarmak için geceli gündüzlü çalıştı. Fırsat
buldukça, Çar Birinci Nikola'yı can evinden vuruyor, hiç beklemediği yerlere
saldırıyordu. Hiçbir devletten yardım görmeden, tam yirmi beş sene Ruslarla
mücâdele ederek vatanını savundu.
Yeni Rus çarı İkinci
Aleksandr başa geçtikten sonra, Şeyh Şâmil meselesini hâlledip Kafkasya'yı
baştanbaşa fethetmek için, Prens Baryatinski kumandanlığında beş ordu
hazırlattı. Bunlardan biri Şeyh Şâmil'in karargâhını, ikinci Lezgi, üçüncü Hazar
Denizi civârını, dördüncü ve beşinci ordu da Çerkezistan'ı hedef aldı. Fakat
asıl hedef Şeyh Şâmil idi. Îcâb ederse beş ordu birleşip hep birden hücum
edebilecekti. Bu sebeple, birinci orduyu bizzat Başkumandan Prens Baryatinski
idâre ediyordu. Onun ordusunda elli bine yakın seçme asker ve elli civârında
ağır top mevcuttu. Bu muazzam kuvvete karşı, Şeyh Şâmil de beş bine yakın
süvârisiyle Ruslarla çarpışmaya başladı. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra,
Şeyh Şâmil, Gunip Dağına çekildi. Bu dağda beş yüz kadar fedâisi ile bir buçuk
ay süreyle koskoca ordu ile savaştı. Ellerinde atacak barutları, yiyecek bir şey
kalmadı. Etrâfındaki yiğit askerlerinin dört yüz kadarı da şehîd olmuştu.
Yiyecek yerine karınlarına taş bağlayarak düşmanla mücâdeleye devâm ediyorlardı.
Başkomutan Baryatinski, Şeyh Şâmil'i canlı ele geçirmek istiyordu. Bu sebeple
Şeyh Şâmil'e beyaz bayraklı elçiler göndererek teslim olmasını teklif etti. Şeyh
Şâmil'in çocukları ve askerleri bu ümitsiz mücâdelede İmâm Şâmil'in de şehîd
olacağını, sonunda Kafkas Türklerinin başsız kalacağını düşündüler. Şimdi bir
anlaşma ile teslim olurlarsa, ilerde, Allahü teâlânın yaratacağı yeni imkânlara
göre hareket edebileceklerini Şeyh Şâmil'e bildirdiler. Şeyh Şâmil, dîni, vatanı
için canını seve seve vermeye hazırdı. Fakat, müslümanlara yardım etmek zâhiren
sağ kalmakla mümkündü. Bu sebeple gelen elçilerle anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya
göre; "Türklerin dinlerine karışılmayacak, onlardan asker alınmayacak, vergi
toplanmayacak, Türkler iç işlerinde serbest bir devlet olup, idârecilerini
kendileri seçecekler. Şeyh Şâmil, âile efrâdı ve mevcut kırk kadar askeri ile,
silâhları dahî ellerinden alınmadan Türkiye'ye gidebilecekti." 1859 senesinde
yapılan bu anlaşmadan sonra silâhlar sustu. Başta Başkomutan Baryatinski, diğer
generaller ve bütün Rus askerleri, yirmi beş senedir bir avuç fedâisi ile
koskoca Rus ordularını perişân eden, akla havsalaya sığmayan menkıbeler sâhibi
kahraman Şeyh Şâmil'i bir an önce yakından görmek istiyordu. Şeyh Şâmil,
kendisine hayranlıkla bakan Rus askerlerinin aralarından geçerek, Başkomutan
Baryatinski'nin çadırına gitti. Baryatinski, anlaşma şartlarının geçersiz
olduğuna, kendisinin ve âile efrâdının Çar İkinci Aleksandr'ın esîri olup,
misâfir muâmelesi yapılacağını bildirdi. Artık iş işten geçmişti. Sözünden dönen
bu alçak Ruslara karşı yapılacak bir şey yoktu.
Çar kendisine bir konak ve
hizmetçiler verdi. Şeyh Şâmil, Kaluga'da kaldığı on sene zarfında kendini
kitaplara verdi. Ancak bu şekilde teselli bulabiliyordu. Artık oldukça
yaşlanmış, esâret hayâtı onu iyice çökertmişti. Bir defâsında, ziyârete gelen
Rus Çar'ına Hacca gitmek istediğini bildirdi. Rus Çar'ı bunu kabûl etti. Fakat
oğullarının rehin olarak kalması gerektiğini söyledi. Bunu kabûl eden Şeyh
Şâmil, 1870 senesinde İstanbul'a hareket etti. Bu haberi işiten İstanbullular
heyecanla İmâm'ın gelmesini beklediler. Sultan Abdülazîz Hân, sarayında
hazırlıklar yaparak, senelerdir Ruslara kan kusturan İmâm Şâmil hazretlerini
beklemeye başladı. Kafkasya'da, İslâmiyeti yok etmeğe uğraşan Ruslara karşı
verdiği amansız mücâdeleyi iftihar gözyaşlarıyla tâkib eden müslüman Türk
milleti, Şeyh Şâmil'e hayran idi. Onun esâretten kurtulup İstanbul'a geldiği
gün, yer yerinden oynamış, halk sâhile dökülmüştü. Rus vapuru Dolmabahçe Sarayı
önüne demirlediğinde, Sultan Abdülazîz'in saltanat kayıkları, İmâm Şâmil ve âile
efrâdını saraya getirdiler. Abdülazîz Hân, onu sarayın kapısında karşılayıp,
büyük bir hürmetle; "Babam kabrinden kalksaydı ancak bu kadar sevinebilirdim"
diyerek, çok iltifâtlarda bulundu. Sarayda hâl hatır sohbetleri arasında Sultan
Abdülazîz, her türlü emrine hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şeyh Şâmil;
"Pâdişâhım! Hayâtımın şu son günlerini aşkıyla yandığım sevgili Peygamberimin
huzûr-ı şerîflerinde geçirmek istiyorum. Bunun teminini zât-ı âlinizden istirham
ediyorum" dedi. Bu arzuyu büyük bir îtinâ ile yerine getirmek için Rus sefirini
saraya çağırttı. Durumu anlatıp, Çar'a bildirmesini emretti. Rus Çarı İkinci
Aleksandr kabûl edip, Şeyh Şâmil'in Rusya'ya geri dönmemesini bildirdi. Buna
ziyâde memnun olan Şeyh Şâmil, İstanbul'da kısa bir müddet kaldı. Başta Sultan
Abdülazîz'in ve İstanbulluların gösterdiği yakın alâkaya, misâfirperverliğe
hayran oldu. Bu kadar ilgiye rağmen bir an önce Hicaz'a gitmek istediğini
pâdişâha bildirdi. Abdülazîz Hân onun için en mükemmel vapurunu hazırlatıp teşyî
eyledi.
Vapurun her uğradığı yerde,
halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şâmil'i karşılıyor, onun duâsını almak
yarışına giriyorlardı. Mısır'a geldiklerinde, Hidiv İsmâil Paşa, onu şânına
lâyık karşıladı. O sırada İsmâil Paşa'nın yanında, Cezâyir'i Fransız
istilâsından kurtarmak için çok gayret gösteren büyük âlim, mücâhid, gâzî,
Abdülkâdir Efendi de misâfir bulunuyordu. İki kahraman âlimin sohbetleriyle
şereflenen İsmâil Paşa, onları Kâhire'de bir ay kadar misâfir etmek
bahtiyarlığına kavuştu. Sonra İskenderiyye'ye kadar giderek Cidde'ye uğurladı.
Peygamberimizin ve Kâbe'nin hasretiyle yanan Şeyh Şâmil'in heyecânı, oralara
yaklaştıkça artıyordu. O sırada Mekke emîri olan Şerîf Abdullah da, Şeyh Şâmil'i
çok seviyordu. Onu büyük bir îtibarla karşıladı. Hicaz'da, onun büyük bir âlim
ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet
gösteriyordu.
Şeyh Şâmil, Medîne-i
münevvereye geldiğinde hastalandı. Kısa süren bu hastalığında âile efrâdı,
berâberinde gelip kendisine hizmet edenlerle ve ziyâretine gelenlerle vedâlaştı.
Sultan Abdülazîz'e, Rus Çarı'nda rehin bıraktığı çocuklarının kurtarılmasını,
Devlet-i aliyye-i Osmâniye'de vazife verilmesini bildiren bir mektup yazdırdı.
Sonra başında okunan Kur'ân-ı kerîm tilâvetleri arasında, H.1287 senesi Zilka'de
ayının yirmi beşinci gününde Kelime-i şehâdet söyleyerek vefât edip,
sevdiklerine kavuştu. Cennet-ül-Bakî' Kabristanlığına defnedildi. |
|