MÜCÂHİD
EVLİYÂ (S)
Sâbit Ebü'l-Meânî
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) Türkistan da yetişen velî ve mücâhid âlimlerden olup, Hazret-i Ali'nin
soyundandır. Hanefî mezhebine mensûb âlimlerdendir. Defalarca hacca gitti. Son
hac ibâdeti sırasında Medîne-i münevvereye gidip, orada üç sene kaldı. Burada
pekçok feyz ve bereketlere kavuştu. Pekçok âlim ve velî ile görüşüp sohbet etti.
Peygamber efendimizden aldığı mânevî bir işâret üzerine tekrar memleketine
döndü. İlim öğretip talebe yetiştirdi ve insanlara İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlattı. İlim meclislerinde yüzlerce âlim ve sâlih zât bulundu.
Gençliğinden îtibâren haram
ve şüphelilerden sakınan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret eden
Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri insanlara güzel ahlâkı ve yaşayışıyla örnek oldu.
Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyup, bid'atlerden
şiddetle kaçındı. Bid'at ehli olan kimselerle ve İslâm dînini yok etmeye çalışan
İslâm düşmanlarıyla çetin mücâdelelerde bulundu. İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmak ve yaymak husûsunda hiçbir engele boyun eğmedi, hiçbir kınayıcının
kınaması onu yolundan döndüremedi.
İslâm düşmanlarının üzerine
çekilmiş bir kılıç olan Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri bilhassa komünistlere karşı
büyük mücâdeleler verdi. Komünistlere karşı olan düşmanlığını açıkça söyleyip,
insanları komünizmin ve komünistlerin şerrinden sakındırmaya çalıştı.
Bolşevikler onun karşısına en şeytânî adamlarını gönderdiler. Kendisini hapse
atmak ve işkence etmekle tehdîd ettiler. Fakat Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri bu
tehditlere boyun eğmedi. Onlara; "Benim sevdiklerim zâten gitti. Onlara kavuşma
şevkim ve arzum da fazlalaştı. Bu fânî dünyâya ihtiyâcım kalmadı." diye cevap
vererek, meydan okudu.
Yaşadığı beldedeki pekçok
âlim ve sâlih zâtın komünistler tarafından şehîd edildiklerini görmesine rağmen
hiç korku ve ümidsizliğe kapılmadı. Bilhassa onlara karşı mücâdele azmi
kuvvetlendi.
Îmânsızlığın, insanlığı
dünyâ ve âhirette felâkete götüreceğini açıkça ifâde eden Sâbit Ebü'l-Meânî'yi
yakalayıp hapsetmek üzere gelen komünistler onun üzerini ve evini aradılar. Çok
dikkatli arama ve tarama yapmalarına rağmen suç âleti ve unsuru sayılacak bir
şey bulamadılar. Fakat Şeyh Sâbit Ebü'l-Meânî'yi alıp reislerinin yanına
götürdüler. Oraya varınca da; "Biz seni buraya seninle tanışmak ve aramızda
dostluk kurmak için getirdik. Bizim aleyhimizde konuşmayı bırak. İnsanları bize
yaklaşmaktan sakındırma. Bizi kötülemekten vaz geç. Eğer vaz geçmezsen senin
hâlin de senden öncekiler gibi olur." dediler.
Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri
onlara şöyle dedi: "Kâfirlerle dostluk kurmak istemem. Onlarla benim aramda en
ufak bir yakınlık olmasın." Komünistlerin reisi onun beyazlaşmış sakalından
tutarak; "Başak olgunlaştı ve hasad zamânı yaklaştı." diyerek tehdid etti. Fakat
Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri bu söz karşısında da en ufak bir korku ve
tedirginlik hissetmedi. Onun bu hâlini gören reis sustu. Şeyhi getirenlerden
birisi ise; "Şeyh acıktı. Ona bir şey yedirmemiz uygun olur mu?" dedi. Reis onun
rahat hâlini görünce; "Onu serbest bırakınız." diye emir verdi. Şeyh Sâbit Ebü'l-Meânî
evine sağ ve sâlim döndü. Allahü teâlâya hamdetti. İnsanlara İslâmiyetin emir ve
yasaklarını ve İslâm düşmanlarının tuzaklarını anlatmaya yılmadan devâm etti.
Sâbit Ebü'l-Meânî
hazretlerinin on kardeşi vardı. İçlerinden Seyyid Yahyâ Han üstün ilim ve
fazîlet sâhibiydi. Ebü'l-Meânî hazretleri ona saygı gösterirdi. Kardeşlerinden
hayatta olan diğerleri de Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin ilim meclislerine
devâm ettiler. Onların hepsi, ilim ve fazîlet sâhibiydi. Büyükleri olan Seyyid
Yahyâ Han ise takvâ sâhibi bir kimseydi. Allahü teâlâdan korkusu sebebiyle çok
ağlardı. İnsanlara vâz ve nasîhat ederek İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatırdı. Onun ders halkasında da pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse
yetişmişti. Seyyid Yahyâ Han vefât ettiği zaman, talebeleri Sâbit Ebü'l-Meânî'ye
ağabeyinin yerine geçmesini, insanlara vâz ve nasîhat etmesini, onlara hak yolu
göstermesini tavsiye ettiler ve; "Sen bizim bu isteğimizi yerine getirmelisin.
Eğer böyle yapmazsan hayırlı bir işe mâni olmuş olursun. Halbuki sen hayırlı bir
işe engel olmazsın." dediler. Allahü teâlâ, Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin
kalbine bir yumuşaklık verdi. Talebelerinin istediği gibi insanlara vâz ve
nasîhat etmeye başladı. İnsanlar uzaktan yakından onun vâz ve sohbetlerine
koşup, istifâde etmeye çalıştılar. Pekçok kimse bu sohbetlerin bereketiyle hak
yolu buldu, geçmişteki günâhlarına tövbe ettiler.
Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri
zühd sâhibi olup dünyâya meyletmezdi. Eline geçen dünyâ nîmetlerine sevinmezdi.
Dünyâya ve dünyâdakilere kıymet vermezdi. Ona çok hediyeler gelmesine rağmen
bunları; fakirlere, ilim ehline ve ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Çok ihtiyaç
içinde olsa da meclislerinde dünyâ ile ilgili hiçbir mesele konuşulmazdı. Buna
rağmen kapısında insanların toplanmasını düşünerek; "İçinde bulunduğum
nîmetlerin, beni Allahü teâlânın rızâsından uzaklaştıran istidrac olmasından
korkuyorum." derdi.
Son devirde yetişen âlim ve
velîlerden Said Nursî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kosova’da büyük bir
İslâm Dârülfünunu kurulmasına çalışılıyordu. Bu maksatla Rumeliyi gezen Sultan
Reşad’la birlikte Bediüzzaman da gider. Ancak kısa bir zaman sonra Balkan Harbi
patlak verince teşebbüs yarım kalır. Bu defa oraya ayrılan 19.000 altın liralık
tahsisatı Bediüzzaman ister. Bu isteği kabul edilen Bediüzzaman, tahsisatı da
alarak 1912’nin sonlarına doğru tekrar Van’a döner.
Van’a dönen Bediüzzaman, Van
Gölü kenarındaki Edremit’te üniversitenin temelini atmışsa da, patlak veren
Birinci Dünya Harbi sebebiyle yarım kalmıştır. Talebeleriyle birlikte gönüllü
milis alayı teşkil ederek cepheye koşan Said Nursî, vatan müdâfaasında çok büyük
hizmetler görmüştür. Savaşta birçok talebesi şehid olmuş; kendisi de Bitlis
müdâfaası sırasında yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da
esâret hayatı yaşadıktan sonra fevkalâde hayret verici şekilde firar ederek,
Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla Haziran 1918’de tekrar İstanbul’a
dönmüştür.
İstanbul’a üçüncü gelişinde
ilim çevrelerince büyük bir teveccühle karşılanan Bediüzzaman, dört yıl kadar
burada kalmıştır. Gelir gelmez Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi
Yazır gibi devrin meşhûr şahsiyetlerinden müteşekkil bir İslâm akademisi
mahiyetindeki “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” üyeliğine tâyin edilir. Bir taraftan
Anadolu’daki Kuvâ-i Milliye hareketini desteklerken, diğer taraftan İstanbul’u
işgal eden kuvvetlere karşı da cesaretle mücâdele eder. Çanakkale Harbi devam
ettiği esnâda neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı eseriyle büyük hizmetler yapmış;
işgalci kuvvetlerin plânlarını bozmuştur. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra
İngilizler tarafından ölüm emri çıkarılmasına rağmen, o cesaretle çalışmalarına
devam etmiştir. Bu faaliyetleri Anadolu’da kurulan Millet Meclisi tarafından
takdirle karşılandığı için Mustafa Kemâl tarafından ısrarla Ankara’ya dâvet
edilmiştir. Birçok defâ Ankara'dan yapılan bu dâvetlere, “Ben tehlikeli yerde
mücâhede etmek istiyorum; siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor.
Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diyerek icâbet etmemiş;
araya çok yakın dostlarının da girmesiyle ve vazifesini önemli derecede yerine
getirdiği inancına sahip olduktan sonra Ankara’ya gitmeyi kabul etmiştir.
1922 sonlarında Ankara’ya
gelen Bediüzzaman'ı, Meclis, resmî bir hoşâmedî merâsimiyle karşılamıştır.
Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış
tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme neşrederek Meclis
üyelerine dağıtmıştır. Bu beyannâmede, tamamına yakını Müslüman olan bu memleket
insanının, kendileri yaşamasalar bile, başındaki idarecilerin en azından dindar
ve inançlara saygılı olmalarını istediğini ve bu bakımdan, dikkatli olunması
gerektiğini söyler. Bilhassa yapılması düşünülen inkılâplar üzerinde durarak,
bunların muhakkak İslâmiyete uygun olmasına dikkat etmek gerektiğini belirtir.
“Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvârî bir iş görmek, İslâmiyetin kâidelerine
bağlılık ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp,
sönmüş” diyerek ilgilileri uyarmıştır. Beyannâmenin sonunda, memleket idâresi
açısından çok daha önemli bir noktaya temas ederek, dîne gösterilen lâkaydlıktan
her şeyden evvel tesis edilmek istenen cumhuriyet, yani meşrû meşrûtiyet,
meşveret ve hürriyet mânâlarının zarar göreceğini ifade etmiştir. Eğer bu Meclis
İslâm şartlarına bizzat kendisi de uyarak insanların uymasına çalışmakla hilâfet
mânâsını vekâleten yerine getirmezse, ortaya konan cumhuriyetin asıl mânâsından
ziyâde isim ve gösterişten ibâret bir rejim haline geleceğini söyler. Son olarak
da, “Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız.
Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın
şeâirini tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihyâ ve muhafaza
etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır” ikâzını yapar.
Ankara’da iken de, başlıca
maksadı olan Şark Üniversitesinin tesisi için uğraşmaktan geri durmayan
Bediüzzaman, 163 mebusun imzası ile yüz elli bin banknotluk yardım kararı
çıkartmaya muvaffak olur. Beyannamenin akabinde Mustafa Kemal’le birkaç
görüşmesi olmuş; kendisine şark umumi vaizliği, milletvekilliği ve Diyânet
âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek, 1923
yılı ortalarına doğru Van’a dönmüştür.
Cumhuriyetin îlânıyla
birlikte başlayan işkenceli, sıkıntılı ve çileli bir hayattan sonra 1960’ın
baharında Urfa’ya dönen Bediüzzaman Said Nursî, H.1379 ta Hakkın rahmetine
kavuşmuştur.
Sarı Saltuk
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Türkistan taraflarından Anadolu’ya gelip İslâmiyetin yayılması için çalışan
mücâhid Türk derviş ve erenlerinden. İsmi, Muhammed Buhârî’dir. Sarı Saltuk
lakabıyla meşhûr olmuştur.
Türkistan’da yetişen
evliyânın büyüklerinden Ahmed Yesevî hazretleri ve talebeleri Anadolu’ya gelen
Türklere maddî ve mânevî yardımda bulundular. Yetiştirdikleri mümtaz insanlardan
bâzılarını Anadolu’ya gönderdiler. Bunlar arasında Hacı Bektâş-ı Velî ve Sarı
Saltuk lakabıyla tanınan Muhammed Buhârî de vardı.
Ahmed Yesevî hazretleri,
Hacı Bektâş-ı Velî’den sonra Sarı Saltuk’u Horasan erenlerinden yedi yüz kişi
ile ona imdâda gönderdi. Meşhûr tahta kılıcını Sarı Saltuk’un beline kuşatarak
şu nasîhati verdi: "Saltuk Muhammed'im! Bektaş’ım seni Rûm’a göndersin. Var git.
Leh diyârında Makedonya ve Dobruca’da yedi krallık yerde nâm ve şân sâhibi ol.”
Sarı Saltuk ve yanındaki
yedi yüz mücâhid, gâzi, derviş Anadolu'ya geldiler. Hacı Bektâş-ı Velî, Ahmed
Yesevî hazretlerinin emrine uyarak Sarı Saltuk’u Dobruca’ya gönderdi.
Sarı Saltuk ve arkadaşları
Bizans ucunda derviş gâzilerin öncülüğünü yaptılar. Gittikleri yerlerdeki yerli
ahâlinin pekçoğu Sarı Saltuk ve arkadaşlarının güzel ahlâkını ve örnek
yaşayışını görerek müslüman oldular.
Geldikti bir zaman Sarı
Saltuk’la Asya’dan,
Bir bir Diyâr-ı Rûm’a
dağıldık Sakarya’dan.
Sarı Saltuk, Sakarya
boyundan hareketle Dobruca’ya geçerek Baba Dağını merkez edindi. Oğuznâmede;
Sarı Saltuk’un H.662 senelerinde Dobruca Baba Dağı havâlisinde bulunan mücâhid
dervişleri irşâd ve idâre ettiği bildirilmektedir.
Sarı Saltuk, güzel ahlâk ve
kahramanlığıyla Batı Türkleri arasında efsâneleşti. Hamse sâhibi Şâir Nev’îzâde
Atâî, Kitâb-ı Nefehât-ül-Ezhâr der Cevâb-ı Mahzen-il-Esrâr’da ve Kemâlpaşazâde
Mohaçnâme’sinde ondan bahsedip; “Dobruca Kırı dedikleri yerde sâhib-i serîr-i
vilâyet, tâcdâr-ı iklîm-i kerâmet, Sarı Saltuk Sultan’ın ki havârık-ı âdât-ı
kâhire ve bevârık-ı kerâmât-ı bâhire ile zâhir olan emir-sûret, fakîr-sîret
azizlerdendi.” diyerek kerâmet sâhibi bir velî olduğunu bildirmektedir.
Türk hâkimiyetinin ulaştığı
her yerde onun adına türbeler, makamlar, tekkeler yapılmıştır. Baba Dağındaki
türbesi hakkında Evliyâ Çelebi şöyle demektedir:
Sultan İkinci Bâyezîd Han,
Kili ve Akkermân kalelerinin fethine çıktığında, Baba Dağına gelince; sâlih
kimselerden bâzıları; “Pâdişâhım! Burada Sarı Saltuk adına nûrlu bir türbe
vardı. Kâfirler yıkıp üzerine taş, toprak, çöp dökerek kabrini kaybettiler.”
diye şikâyette bulundular. Sultan Bâyezîd-i Velî o mezbeleliğe gitti. Bir
seccâde üzerinde Kara Şems (Şemseddîn Sivâsî) ile ikişer rekat namaz kılıp
hakîkatı öğrenmek üzere o gece istihâreye yattı. Hemen Sarı Saltuk, sarı renkli
sakallı ve yeşil sarığı ile görünüp; “Yâ Bâyezîd! Hoş geldin. Akkermân ve Kili
kalelerini ve vilâyetlerini Boğdan kâfirleri elinden harp yapmadan
fethedeceksin. Oğulların Mekke ve Medîne’ye hizmet edecek. Beni bu pislikten
kurtar.” dedi. Sultan uyanınca; Kara Şems’e; “Efendi! Gördüğün rüyâyı bir kâğıda
yaz. Ben de yazayım. Şeyhülislâma gönderelim. Bakalım ne cevap verir.” dedi.
Herbiri gördükleri istihâreyi yazıp mühürlü olarak şeyhülislâma gönderdiler.
Allahü teâlânın hikmeti ikisinin de görüp anlattıkları rüyâ aynıydı. Şeyhülislâm
hemen; “Padişâhım! O yere büyük bir türbe yaptırasın.” diye haber gönderdi.
Sultan Bâyezîd Han, o yeri temizlettirdi. Temizlenirken üzerinde; “Hâzâ Kabr-i
Saltuk Bey Seyyid Muhammed Gâzi” diye yazılmış bir mermer sanduka göründü. Mîmâr
ve mühendisler toplanıp nûrlu bir türbe ve câmi ile diğer hayır yerlerinin
inşâsına başladılar. Bâyezîd Han, Kili ve Akkerman kalelerini hakîkaten harpsiz
fethedip, oraların fâtihi oldu. Zaferle Baba Dağına döndü. Bir sene orada
kışladı. Etrâfı düzene koyup, Baba Dağı şehrini îmâr etti. Bütün hayır yerlerini
Baba Sultan’a vakfetti. Eviyâ Çelebi, burayı ziyâretten sonra kapısına;
“Hazret-i Sultan Saltuk’u
ziyâret eyledik
Çok şükür şimdi görüp Hakk’a
ibâdet eyledik.”
beytini yazdığını haber
vermektedir.
Kânûnî Sultan Süleymân Han
da 1538 senesindeki seferde onun Baba Dağındaki türbesini ziyâret edip hayır ve
hasenâtta bulundu.
Sarı Saltuk’un
edebiyâtımızda da mühim yeri vardır. Hayâtı destânî şekilde de olsa Saltuknâme
adındaki eserde geniş olarak ele alınmıştır. Kitabın ortaya çıkışında Cem
Sultan’ın rolü pek büyüktür. Fâtih Sultan Muhammed Han, Uzun Hasan üzerine
sefere çıkarken Cem Sultan’ı Edirne’ye göndermişti. Edirne'den Baba Dağına geçen
Cem Sultan, Sarı Saltuk’un menkıbelerini dinleyip, hayran kalmıştır. Bunun
üzerine maiyyetinde bulunan Ebü’l-Hayr-ı Rûmî’yi vazifelendirerek bu menkıbeleri
derlemesini istemiştir. Müellif, Anadolu ve Rumeli’yi adım adım dolaşıp
Saltuknâme’yi yedi senede üç cild hâlinde yazmıştır.
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri Fransızlar Mensûriye'ye hücûm ettiklerinde, onlara karşı
İslâm ordusunda yer aldı. Savaş sırasında şiddetli bir rüzgâr, İslâm ordusunun
üzerine doğru esmeye başladı ve müslüman askerlerini zor duruma soktu. Bunu fark
eden İzzeddîn bin Abdüsselâm (Sultân-ül-Ulemâ), sesinin çıktığı kadar
seslenerek; "Ey rüzgâr, düşmanların tarafına git!" dedi. Bunun üzerine rüzgâr,
Allahü teâlânın izni ile düşmana doğru esmeye başladı. O kadar şiddetli esti ki,
düşmanların atları yıkıldı ve onların altında kalan birçok düşman askeri öldü ve
yaralandı. Sağ kalanları ise esir alındı. Allahü teâlânın izni ile İslâm ordusu
muzaffer oldu. |