CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜCÂHİD EVLİYÂ (S)

Sâbit Ebü'l-Meânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Türkistan da yetişen velî ve mücâhid âlimlerden olup, Hazret-i Ali'nin soyundandır. Hanefî mezhebine mensûb âlimlerdendir. Defalarca hacca gitti. Son hac ibâdeti sırasında Medîne-i münevvereye gidip, orada üç sene kaldı. Burada pekçok feyz ve bereketlere kavuştu. Pekçok âlim ve velî ile görüşüp sohbet etti. Peygamber efendimizden aldığı mânevî bir işâret üzerine tekrar memleketine döndü. İlim öğretip talebe yetiştirdi ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. İlim meclislerinde yüzlerce âlim ve sâlih zât bulundu.

Gençliğinden îtibâren haram ve şüphelilerden sakınan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret eden Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri insanlara güzel ahlâkı ve yaşayışıyla örnek oldu. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyup, bid'atlerden şiddetle kaçındı. Bid'at ehli olan kimselerle ve İslâm dînini yok etmeye çalışan İslâm düşmanlarıyla çetin mücâdelelerde bulundu. İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve yaymak husûsunda hiçbir engele boyun eğmedi, hiçbir kınayıcının kınaması onu yolundan döndüremedi.

İslâm düşmanlarının üzerine çekilmiş bir kılıç olan Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri bilhassa komünistlere karşı büyük mücâdeleler verdi. Komünistlere karşı olan düşmanlığını açıkça söyleyip, insanları komünizmin ve komünistlerin şerrinden sakındırmaya çalıştı. Bolşevikler onun karşısına en şeytânî adamlarını gönderdiler. Kendisini hapse atmak ve işkence etmekle tehdîd ettiler. Fakat Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri bu tehditlere boyun eğmedi. Onlara; "Benim sevdiklerim zâten gitti. Onlara kavuşma şevkim ve arzum da fazlalaştı. Bu fânî dünyâya ihtiyâcım kalmadı." diye cevap vererek, meydan okudu.

Yaşadığı beldedeki pekçok âlim ve sâlih zâtın komünistler tarafından şehîd edildiklerini görmesine rağmen hiç korku ve ümidsizliğe kapılmadı. Bilhassa onlara karşı mücâdele azmi kuvvetlendi.

Îmânsızlığın, insanlığı dünyâ ve âhirette felâkete götüreceğini açıkça ifâde eden Sâbit Ebü'l-Meânî'yi yakalayıp hapsetmek üzere gelen komünistler onun üzerini ve evini aradılar. Çok dikkatli arama ve tarama yapmalarına rağmen suç âleti ve unsuru sayılacak bir şey bulamadılar. Fakat Şeyh Sâbit Ebü'l-Meânî'yi alıp reislerinin yanına götürdüler. Oraya varınca da; "Biz seni buraya seninle tanışmak ve aramızda dostluk kurmak için getirdik. Bizim aleyhimizde konuşmayı bırak. İnsanları bize yaklaşmaktan sakındırma. Bizi kötülemekten vaz geç. Eğer vaz geçmezsen senin hâlin de senden öncekiler gibi olur." dediler.

Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri onlara şöyle dedi: "Kâfirlerle dostluk kurmak istemem. Onlarla benim aramda en ufak bir yakınlık olmasın." Komünistlerin reisi onun beyazlaşmış sakalından tutarak; "Başak olgunlaştı ve hasad zamânı yaklaştı." diyerek tehdid etti. Fakat Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri bu söz karşısında da en ufak bir korku ve tedirginlik hissetmedi. Onun bu hâlini gören reis sustu. Şeyhi getirenlerden birisi ise; "Şeyh acıktı. Ona bir şey yedirmemiz uygun olur mu?" dedi. Reis onun rahat hâlini görünce; "Onu serbest bırakınız." diye emir verdi. Şeyh Sâbit Ebü'l-Meânî evine sağ ve sâlim döndü. Allahü teâlâya hamdetti. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını ve İslâm düşmanlarının tuzaklarını anlatmaya yılmadan devâm etti.

Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin on kardeşi vardı. İçlerinden Seyyid Yahyâ Han üstün ilim ve fazîlet sâhibiydi. Ebü'l-Meânî hazretleri ona saygı gösterirdi. Kardeşlerinden hayatta olan diğerleri de Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin ilim meclislerine devâm ettiler. Onların hepsi, ilim ve fazîlet sâhibiydi. Büyükleri olan Seyyid Yahyâ Han ise takvâ sâhibi bir kimseydi. Allahü teâlâdan korkusu sebebiyle çok ağlardı. İnsanlara vâz ve nasîhat ederek İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Onun ders halkasında da pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse yetişmişti. Seyyid Yahyâ Han vefât ettiği zaman, talebeleri Sâbit Ebü'l-Meânî'ye ağabeyinin yerine geçmesini, insanlara vâz ve nasîhat etmesini, onlara hak yolu göstermesini tavsiye ettiler ve; "Sen bizim bu isteğimizi yerine getirmelisin. Eğer böyle yapmazsan hayırlı bir işe mâni olmuş olursun. Halbuki sen hayırlı bir işe engel olmazsın." dediler. Allahü teâlâ, Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin kalbine bir yumuşaklık verdi. Talebelerinin istediği gibi insanlara vâz ve nasîhat etmeye başladı. İnsanlar uzaktan yakından onun vâz ve sohbetlerine koşup, istifâde etmeye çalıştılar. Pekçok kimse bu sohbetlerin bereketiyle hak yolu buldu, geçmişteki günâhlarına tövbe ettiler.

Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri zühd sâhibi olup dünyâya meyletmezdi. Eline geçen dünyâ nîmetlerine sevinmezdi. Dünyâya ve dünyâdakilere kıymet vermezdi. Ona çok hediyeler gelmesine rağmen bunları; fakirlere, ilim ehline ve ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Çok ihtiyaç içinde olsa da meclislerinde dünyâ ile ilgili hiçbir mesele konuşulmazdı. Buna rağmen kapısında insanların toplanmasını düşünerek; "İçinde bulunduğum nîmetlerin, beni Allahü teâlânın rızâsından uzaklaştıran istidrac olmasından korkuyorum." derdi.

Son devirde yetişen âlim ve velîlerden Said Nursî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kosova’da büyük bir İslâm Dârülfünunu kurulmasına çalışılıyordu. Bu maksatla Rumeliyi gezen Sultan Reşad’la birlikte Bediüzzaman da gider. Ancak kısa bir zaman sonra Balkan Harbi patlak verince teşebbüs yarım kalır. Bu defa oraya ayrılan 19.000 altın liralık tahsisatı Bediüzzaman ister. Bu isteği kabul edilen Bediüzzaman, tahsisatı da alarak 1912’nin sonlarına doğru tekrar Van’a döner.

Van’a dönen Bediüzzaman, Van Gölü kenarındaki Edremit’te üniversitenin temelini atmışsa da, patlak veren Birinci Dünya Harbi sebebiyle yarım kalmıştır. Talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşan Said Nursî, vatan müdâfaasında çok büyük hizmetler görmüştür. Savaşta birçok talebesi şehid olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esâret hayatı yaşadıktan sonra fevkalâde hayret verici şekilde firar ederek, Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla Haziran 1918’de tekrar İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’a üçüncü gelişinde ilim çevrelerince büyük bir teveccühle karşılanan Bediüzzaman, dört yıl kadar burada kalmıştır. Gelir gelmez Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi Yazır gibi devrin meşhûr şahsiyetlerinden müteşekkil bir İslâm akademisi mahiyetindeki “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” üyeliğine tâyin edilir. Bir taraftan Anadolu’daki Kuvâ-i Milliye hareketini desteklerken, diğer taraftan İstanbul’u işgal eden kuvvetlere karşı da cesaretle mücâdele eder. Çanakkale Harbi devam ettiği esnâda neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı eseriyle büyük hizmetler yapmış; işgalci kuvvetlerin plânlarını bozmuştur. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra İngilizler tarafından ölüm emri çıkarılmasına rağmen, o cesaretle çalışmalarına devam etmiştir. Bu faaliyetleri Anadolu’da kurulan Millet Meclisi tarafından takdirle karşılandığı için Mustafa Kemâl tarafından ısrarla Ankara’ya dâvet edilmiştir. Birçok defâ Ankara'dan yapılan bu dâvetlere, “Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum; siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diyerek icâbet etmemiş; araya çok yakın dostlarının da girmesiyle ve vazifesini önemli derecede yerine getirdiği inancına sahip olduktan sonra Ankara’ya gitmeyi kabul etmiştir.

1922 sonlarında Ankara’ya gelen Bediüzzaman'ı, Meclis, resmî bir hoşâmedî merâsimiyle karşılamıştır. Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme neşrederek Meclis üyelerine dağıtmıştır. Bu beyannâmede, tamamına yakını Müslüman olan bu memleket insanının, kendileri yaşamasalar bile, başındaki idarecilerin en azından dindar ve inançlara saygılı olmalarını istediğini ve bu bakımdan, dikkatli olunması gerektiğini söyler. Bilhassa yapılması düşünülen inkılâplar üzerinde durarak, bunların muhakkak İslâmiyete uygun olmasına dikkat etmek gerektiğini belirtir. “Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvârî bir iş görmek, İslâmiyetin kâidelerine bağlılık ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş” diyerek ilgilileri uyarmıştır. Beyannâmenin sonunda, memleket idâresi açısından çok daha önemli bir noktaya temas ederek, dîne gösterilen lâkaydlıktan her şeyden evvel tesis edilmek istenen cumhuriyet, yani meşrû meşrûtiyet, meşveret ve hürriyet mânâlarının zarar göreceğini ifade etmiştir. Eğer bu Meclis İslâm şartlarına bizzat kendisi de uyarak insanların uymasına çalışmakla hilâfet mânâsını vekâleten yerine getirmezse, ortaya konan cumhuriyetin asıl mânâsından ziyâde isim ve gösterişten ibâret bir rejim haline geleceğini söyler. Son olarak da, “Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır” ikâzını yapar.

Ankara’da iken de, başlıca maksadı olan Şark Üniversitesinin tesisi için uğraşmaktan geri durmayan Bediüzzaman, 163 mebusun imzası ile yüz elli bin banknotluk yardım kararı çıkartmaya muvaffak olur. Beyannamenin akabinde Mustafa Kemal’le birkaç görüşmesi olmuş; kendisine şark umumi vaizliği, milletvekilliği ve Diyânet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek, 1923 yılı ortalarına doğru Van’a dönmüştür.

Cumhuriyetin îlânıyla birlikte başlayan işkenceli, sıkıntılı ve çileli bir hayattan sonra 1960’ın baharında Urfa’ya dönen Bediüzzaman Said Nursî, H.1379 ta Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Sarı Saltuk (rahmetullahi teâlâ aleyh) Türkistan taraflarından Anadolu’ya gelip İslâmiyetin yayılması için çalışan mücâhid Türk derviş ve erenlerinden. İsmi, Muhammed Buhârî’dir. Sarı Saltuk lakabıyla meşhûr olmuştur.

Türkistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden Ahmed Yesevî hazretleri ve talebeleri Anadolu’ya gelen Türklere maddî ve mânevî yardımda bulundular. Yetiştirdikleri mümtaz insanlardan bâzılarını Anadolu’ya gönderdiler. Bunlar arasında Hacı Bektâş-ı Velî ve Sarı Saltuk lakabıyla tanınan Muhammed Buhârî de vardı.

Ahmed Yesevî hazretleri, Hacı Bektâş-ı Velî’den sonra Sarı Saltuk’u Horasan erenlerinden yedi yüz kişi ile ona imdâda gönderdi. Meşhûr tahta kılıcını Sarı Saltuk’un beline kuşatarak şu nasîhati verdi: "Saltuk Muhammed'im! Bektaş’ım seni Rûm’a göndersin. Var git. Leh diyârında Makedonya ve Dobruca’da yedi krallık yerde nâm ve şân sâhibi ol.”

Sarı Saltuk ve yanındaki yedi yüz mücâhid, gâzi, derviş Anadolu'ya geldiler. Hacı Bektâş-ı Velî, Ahmed Yesevî hazretlerinin emrine uyarak Sarı Saltuk’u Dobruca’ya gönderdi.

Sarı Saltuk ve arkadaşları Bizans ucunda derviş gâzilerin öncülüğünü yaptılar. Gittikleri yerlerdeki yerli ahâlinin pekçoğu Sarı Saltuk ve arkadaşlarının güzel ahlâkını ve örnek yaşayışını görerek müslüman oldular.

Geldikti bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan,

Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.

 

Sarı Saltuk, Sakarya boyundan hareketle Dobruca’ya geçerek Baba Dağını merkez edindi. Oğuznâmede; Sarı Saltuk’un H.662 senelerinde Dobruca Baba Dağı havâlisinde bulunan mücâhid dervişleri irşâd ve idâre ettiği bildirilmektedir.

Sarı Saltuk, güzel ahlâk ve kahramanlığıyla Batı Türkleri arasında efsâneleşti. Hamse sâhibi Şâir Nev’îzâde Atâî, Kitâb-ı Nefehât-ül-Ezhâr der Cevâb-ı Mahzen-il-Esrâr’da ve Kemâlpaşazâde Mohaçnâme’sinde ondan bahsedip; “Dobruca Kırı dedikleri yerde sâhib-i serîr-i vilâyet, tâcdâr-ı iklîm-i kerâmet, Sarı Saltuk Sultan’ın ki havârık-ı âdât-ı kâhire ve bevârık-ı kerâmât-ı bâhire ile zâhir olan emir-sûret, fakîr-sîret azizlerdendi.” diyerek kerâmet sâhibi bir velî olduğunu bildirmektedir.

Türk hâkimiyetinin ulaştığı her yerde onun adına türbeler, makamlar, tekkeler yapılmıştır. Baba Dağındaki türbesi hakkında Evliyâ Çelebi şöyle demektedir:

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Kili ve Akkermân kalelerinin fethine çıktığında, Baba Dağına gelince; sâlih kimselerden bâzıları; “Pâdişâhım! Burada Sarı Saltuk adına nûrlu bir türbe vardı. Kâfirler yıkıp üzerine taş, toprak, çöp dökerek kabrini kaybettiler.” diye şikâyette bulundular. Sultan Bâyezîd-i Velî o mezbeleliğe gitti. Bir seccâde üzerinde Kara Şems (Şemseddîn Sivâsî) ile ikişer rekat namaz kılıp hakîkatı öğrenmek üzere o gece istihâreye yattı. Hemen Sarı Saltuk, sarı renkli sakallı ve yeşil sarığı ile görünüp; “Yâ Bâyezîd! Hoş geldin. Akkermân ve Kili kalelerini ve vilâyetlerini Boğdan kâfirleri elinden harp yapmadan fethedeceksin. Oğulların Mekke ve Medîne’ye hizmet edecek. Beni bu pislikten kurtar.” dedi. Sultan uyanınca; Kara Şems’e; “Efendi! Gördüğün rüyâyı bir kâğıda yaz. Ben de yazayım. Şeyhülislâma gönderelim. Bakalım ne cevap verir.” dedi. Herbiri gördükleri istihâreyi yazıp mühürlü olarak şeyhülislâma gönderdiler. Allahü teâlânın hikmeti ikisinin de görüp anlattıkları rüyâ aynıydı. Şeyhülislâm hemen; “Padişâhım! O yere büyük bir türbe yaptırasın.” diye haber gönderdi. Sultan Bâyezîd Han, o yeri temizlettirdi. Temizlenirken üzerinde; “Hâzâ Kabr-i Saltuk Bey Seyyid Muhammed Gâzi” diye yazılmış bir mermer sanduka göründü. Mîmâr ve mühendisler toplanıp nûrlu bir türbe ve câmi ile diğer hayır yerlerinin inşâsına başladılar. Bâyezîd Han, Kili ve Akkerman kalelerini hakîkaten harpsiz fethedip, oraların fâtihi oldu. Zaferle Baba Dağına döndü. Bir sene orada kışladı. Etrâfı düzene koyup, Baba Dağı şehrini îmâr etti. Bütün hayır yerlerini Baba Sultan’a vakfetti. Eviyâ Çelebi, burayı ziyâretten sonra kapısına;

 

“Hazret-i Sultan Saltuk’u ziyâret eyledik

Çok şükür şimdi görüp Hakk’a ibâdet eyledik.”

 

beytini yazdığını haber vermektedir.

Kânûnî Sultan Süleymân Han da 1538 senesindeki seferde onun Baba Dağındaki türbesini ziyâret edip hayır ve hasenâtta bulundu.

Sarı Saltuk’un edebiyâtımızda da mühim yeri vardır. Hayâtı destânî şekilde de olsa Saltuknâme adındaki eserde geniş olarak ele alınmıştır. Kitabın ortaya çıkışında Cem Sultan’ın rolü pek büyüktür. Fâtih Sultan Muhammed Han, Uzun Hasan üzerine sefere çıkarken Cem Sultan’ı Edirne’ye göndermişti. Edirne'den Baba Dağına geçen Cem Sultan, Sarı Saltuk’un menkıbelerini dinleyip, hayran kalmıştır. Bunun üzerine maiyyetinde bulunan Ebü’l-Hayr-ı Rûmî’yi vazifelendirerek bu menkıbeleri derlemesini istemiştir. Müellif, Anadolu ve Rumeli’yi adım adım dolaşıp Saltuknâme’yi yedi senede üç cild hâlinde yazmıştır.

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Fransızlar Mensûriye'ye hücûm ettiklerinde, onlara karşı İslâm ordusunda yer aldı. Savaş sırasında şiddetli bir rüzgâr, İslâm ordusunun üzerine doğru esmeye başladı ve müslüman askerlerini zor duruma soktu. Bunu fark eden İzzeddîn bin Abdüsselâm (Sultân-ül-Ulemâ), sesinin çıktığı kadar seslenerek; "Ey rüzgâr, düşmanların tarafına git!" dedi. Bunun üzerine rüzgâr, Allahü teâlânın izni ile düşmana doğru esmeye başladı. O kadar şiddetli esti ki, düşmanların atları yıkıldı ve onların altında kalan birçok düşman askeri öldü ve yaralandı. Sağ kalanları ise esir alındı. Allahü teâlânın izni ile İslâm ordusu muzaffer oldu.